1. 1.
    0
    azericeden o möhtəşəm dilini istifadə zenginliğini yaşatacağız. itirazı edən muhteremin zütünden giber hörmət ilə boşalırım.
    ···
  2. 2.
    0
    anan komandasına kafam girsin
    ···
  3. 3.
    0
    @4 hoplatırım seni.
    ···
  4. 4.
    0
    Cumhuriyet'in Aydınlanma projesinin motorlarından biri de özellikle Batı sanatları konusunda dahi çocuk üretimine ağırlık vermek olmuştur. Çıkartılan özel yasayla 'harika çocuklar'ın devlet bursuyla yurt-dışında, alanının önde gelen hocalarının rahle-i tedrisinden geçirilmesi sağlanmış, dünya çapında virtüözler olarak parlamalarının yolu açılmıştır. Çocukluğumun kahramanları Suna Kan ve idil Biret, yoksul bir ülkenin yetenek elçileri olarak küçük yaşta omuzladıkları bu misyonun altında kalmamayı başararak bugüne geldiler. Kendilerinden beklenen karşısında henüz küçücük birer çocukken nasıl bocalayıp, ne tür sıkıntılar çekmiş olduklarını belki günü gelince bize de aktarırlar. Devlet Sanatçılığı denen, daha sonraları tanımının doğası icabı şenlikli bir komediye dönüşen kurumun belki ilk kurbanları olarak söyleyecek çok sözleri vardır.
    Acelesi olan Cumhuriyet'in benim ilkokul dönemime denk gelen 60'lı yıllarda Maarif bünyesinde başlattığı uygulamayı da bu rüzgârın çarpıtılmış
    devamı olarak görüyorum. O küçük mahalle ilkokulunda apansız açıklanan bir kararla, okul binasının farklı girişi olan idari bölümünde bir 'ileri zekâlılar' sınıfı açılmasına karar verilmiş, kimi sınıflardan çocuklar devşirilmeye başlanmıştı. Henüz televizyonla tanışmamış, dünyayı uzak bir mucize olarak algılayan 7-8 yaşındaki çocuklar, zekanın ne demek olduğunu iyi kötü biliyordu elbet. Lâkin, onları hoyratça birbirlerinden uzaklaştıracak, ana-babalarının gözünden düşürecek bu tanımından bihaberlerdi. Kimi devşirmeler o daha geniş, daha ferah, daha renkli ve süslü olduğunu öğrendiğimiz sınıfa yolcu edildiklerinde siyah önlüklerinden de soyunmuş, yanlış hatırlamıyorsam lacivert saten önlükler giyer olmuşlardı. Artık biz sıradan ölümlülerle karıştırılmaları tehlikesi kalmamıştı. Kısa zamanda üstlerine bir ağırbaşlılık çöktü; okul bahçesindeki delibozuk oyunlara katılmaktan geçtim yaşıtlarından selamı esirger oldular. Herhalde çok derin bir eğitimden geçiyor, 'quantum fiziği'nden atonal müziğe savruluyor değillerdi. Ama besbelli onlara farklı oldukları, üstün oldukları hissettiriliyor; biz aynı binada asabi öğretmenlerin sıra dayağından geçerken onlar hırslı pedagogların zarif tımarına maruz kalıyorlardı.

    ikinci dönem dâhiler
    Bedri Baykam'ın bir kıvılcım gibi piyasaya sürülmesi de o döneme rastlar. Variyetli ve muktedir babasının hayatının siyasetten sıkıldığı bir aşamasına denk düşen minik Bedri'nin inanılmaz bir kampanyayla küçük Picasso ilan edilişini hatırlarım. 'Akis' dergisinin kapağında saçları briyantinlenip özenle taranmış, göğüs cebi mendilli ceketi ve papyonuyla oturmuş resim yaparken görünüyordu. O, 'iki elle resim yapan harika çocuk'tu. Yabancı basınla da ilişki kurulmuş, hakkında epeyi yazı çıkmıştı.
    Zamanla dünya çapında önemli bir ressam olduğunu ikide bir ilan eden bu dahi çocuk, memleketimizin bağrına yerleşti. Burada kendisine renkli bir serüven inşa etti.
    Seçkinciliği şiar edinmişti. Laikliğin önde gelen savunucusuydu. Bu konuda o kadar gözü dönmüştü ki Atatürkçülere şeriat tehlikesine karşı çok çocuk yapma çağrısında bulunmayı bile ihmal etmiyordu: "Bizler elimizdeki çocuk sayılarını kullanarak en çok spor toto oynayabilirken 'onlar' yani Cumhuriyet'i yıkmaya ant içip sonra bunlara 'montaj' diyenler, Ulu Önder'e her gün dil uzatanlar, laik devlet aleyhine sokaklarda cümbür cemaat gösterilere kalkışanlar, neredeyse çocuklarının adedini kullanarak sayısal loto oynayacaklar. Cumhuriyet'i korumak ve ufku açık yarınlara taşımak istiyorsak hemen işi gücü bırıkap bu soruna katkı sunmamız lazım. Üçten az çocuk yapmış aileleri bu yıl 1923 Cumhuriyeti adına göreve davet ediyoruz. Düşünün, bu işi siz yapmazsanız kim yapacak?" 40'ına gelip de resim konusundaki dehası hayli gölgelenmiş iken karşımıza yılmaz bir savaşçı olarak çıkıyor, yukarıdaki demecinden da anlaşılacağı üzere metaforlar dünyasının kapısını aralıyor ve yazarlığı da deha kapsdıbına alıyordu. Laisizmin üreme yoluyla tesisi kuramı, dehasının huzmelerinden ancak bir tanesiydi. Yazdığı romanı Joyce'la karşılaştırmaktan hicap duymuyor, 68'liler üstüne kitap yazıyor, Sinan Çetin'in bir filminin senaryosunun kendisine ait olduğu savıyla mahkemelere başvuruyordu. Erotizm, siyaset, edebiyat, sinema, resim, alternatif gece hayatı ve memleketin daha nice yetim alanı ondan sorulur hale gelmişti. Aktörlüğü bile denemiş, bu demografisine tükürdüğü milletin bağrında el atmadığı alan bırakmamıştı.
    Fazıl Say fenomeninin arkasında da aydın bir anababanın projesi okunuyordu.
    Anası Gürgün Say, 'Müziğin Doruğuna Fazıl Say Yolculuğu' adlı bir kitap yazıp en az bu serüven kadar dâhilerin ebeveyni nasıl olur üstüne de bizi bilgilendirdi. Bu özel yetenekli çocukların ardında nasıl hedefe kilitlenmiş bir hırs olduğu, bu hırsın nelere kadir olabileceği üstüne birkaç tahminimiz vardı elbet. Ama böylesine kaslı, böylesine boğucu bir dille karşılaşmak yine de sarsıcıydı.

    Zurnanın zırt dediği
    Fazıl Say da dünyanın gözünde olağanüstü bir yorumcu, bir piyano virtüözü olarak sivrildikçe hırçınlaştı. Bir yandan memleketinde popüler bir kahraman olma fırsatını kaçırmamaya çalışıyor, öte yandan popüler alan üstüne son derece seçkinci görüşlerini birer bomba gibi patlatıyordu. Bu hazin çelişkinin farkında olmaması, ne kadar pgibolojizm tuzağına düşmemeye çalışsam da bana çocukluğunun siyah bir piyanoya gömülmüş olmasındanmış gibi geliyor. Say, Mozart'ı, Stravinsky'i dünyanın parmağını ısırtacak yetkinlikte yorumlamakla yetinmiyor. Ülkenin sanat-kültür düzeyini yükseltmeye ant içmiş genç aydın rolüne de çalışıyor. Yazılar yazıyor. Sözgelimi hayli karışık bir kafayla, kendisini müzikal muadili ilan ettiği Nâzım Hikmet adına Amerika'nın Afganistan müdahalesine arka çıkıyor; 'Nâzım yaşasaydı Amerika'ya hak verirdi' diyor. 'Hiroşimalı Kız' şiirini hatırlatanlaraysa "Amerika yanlışlıkla 3-5 tane kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu diriltti" diyor, "7 yaşındaki Afgan kızı ölüydü zaten" diyor. O yanlışlıkla öldürülen 3-5 Afgan kızının dâhi çocuk olmadıklarından emin nasılsa. Dolayısıyla onları 'tane'yle saymakta bir beis görmüyor.
    Bir konuda hak edilmiş söz sahibi olmanın her konuda söz üretebilme hakkını kendisine tanıdığından kuşkusu yok. Resmi Cumhuriyet seçkinciliğinin tuzağına düşüyor; popüler kültür üstüne güdük savlarla dünyayı anlamaya ve tartmaya çalışıyor. Dünyanın her yerinde azınlığın ilgi alanına giren klagib müzik, onun dehayla şişirilmiş egosuna yetmiyor besbelli. Popüler müziğe karşı neredeyse bir Haçlı seferi başlatma çabası da bizi en çok onun varoluş problemi üstüne aydınlatıyor.
    Seçkincilik, kişinin seçkin olduğuna bütün kalbiyle inanıp dünyanın hizmetine koşmasını beklediği anda saplanıverdiği bir tuzaktır. Oradan ufuk görünmez. Armoni zenginliğini ölçüt alıp bir müziği diğerinden üstün tutarsan, ritim zenginliğini ölçüt alan da başka bir müzik türünü seninkinin üstünde tutabilir. Dünyayı, kültür üretimini astüst ilişkisiyle tanımlayıp şaşmaz bir hiyerarşinin sularında kulaç atarsan aynana yansıyan eninde sonunda faşizan bir sırıtış olacaktır. Zor olanla uğraşmak, zor olana gönül vermek, tevazu gerektirir.
    Tutarlılıktan söz edecek vaktim yok. Ama bir banka reklamında
    popüler bir şarkıcıyla birlikte Mozart'ı kapıdan giren Mehtere uyarlayıvermek, bir başka reklamda müzik aletleri satan bir mağazada bir gitarla bağlama söyleştirmek kadar sevimli olmuyorsa, ne reklamların dünyasına, ne farklı seslerin kaynaşmasına, ne de inatla sence doğru olanı görmeyen halka kızmalı. Popüler alan geniştir. Orada Fazıl Say'a da Orhan Gencebay'a da yer var
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    +1
    al lan çevirdim bin.

    Cumhuriyet'e Maarifçilik proyektinin motorlarından biri də xüsusilə Qərb sanatları mövzusunda dahi uşaq istehsalına ağırlıq vermək olmuşdur. Çıxardılan xüsusi yasayla 'möcüzə çocuklar'ın dövlət bursuyla yurd-xaricində, sahəsinin qabaqda gələn hocalarım rahle-i tedrisinden keçirilməsi sağlanmış, dünya səviyyəsində virtüöz dəfə parlamalarının yolu açılmışdır. Çocukluğumun qəhrəmanları Suna Qan və idil Biret, yoxsul bir ölkənin qabiliyyət elçiləri olaraq kiçik yaşda omuzladıkları bu misyonu altında qalmamaq bacararaq günə gəldilər. Və onlardan gözlənilən qarşısında hələ kiçik bir uşaqkən necə bocalayıp, nə cür çətinliklər çəkmiş olduqlarını bəlkə günü gəldikdə bizə də köçürərlər. Dövlət sənətkar deyilən, daha sonralar tanımının təbiəti zərurəti şenlikli bir komedide çevrilən təşkilatın bəlkə ilk qurbanları olaraq söyleyecek çox sözləri vardır.
    Tələsiyi olan Cumhuriyet'e mənim ibtidai dönemime bərabər gələn 60lı illərdə Maarif daxilində başlatdığı tətbiqi da bu küləyin çarpıtılmış
    davamı olaraq görürəm. O kiçik məhəllə ibtidai məktəbində apansız açıqlanan bir kararla, məktəb binasının fərqli girişi olan inzibati hissəsində bir 'irəli zekâlılar' sinifi açılmasına qərar verilmiş, kimi siniflərdə uşaqlar devşirilmeye başlanmıştı. Hələ televizyonla tanışmamış, dünyanı uzaq bir mö'cüzə olaraq qəbul edən 7-8 yaşlı uşaqlar, zəka nə demək olduğunu yaxşı pis bilirdi əlbət. Lakin, onları hoyratça birlərindən uzaklaştıracak, ana-babalarının gözündən düşürecek bu tərifindən bihaberlerdi. Kimi devşirmeler o daha geniş, daha ferah, daha rəngli və gözəl olduğunu öyrəndiyimiz sinifə sərnişin çağırıldıqları qara önlüklerinden də soyunmuş, səhv hatırlamıyorsam göy Saten önlükler giyer olmuşlar. Artıq biz sıravi ölümlülerle karıştırılmaları təhlükəsi qalmamışdı. Qısa zamanda başlarına bir ağırbaşlılık çökdü; məktəb bahçesindeki delibozuk oyunlara katılmaktan keçdim yaşıtlarından salamı bağışlayar oldular. Bəlkə, çox dərin bir təhsildən keçir, 'Quantum fiziği'nden atonal musiqiyə savruluyor gətirmədilər. Amma açıq-aşkar onlara fərqli olduqları, üstün olduqları hissettiriliyor; biz eyni binada asabi müəllimlərin sıra dayağından keçərkən onlar ehtiraslı pedagogların zərif tımarına məruz kalıyorlardı.

    ikinci dövr dahiler
    Bedri Baykam'ın bir qığılcım kimi bazara sürülmesi də o dövrə rastlar. Variyetli və müktədir atasının həyatının siyasetten sıkıldığı bir mərhələsinə bərabər düşən minik Bedri'nin inanılmaz bir kampanyayla kiçik Pikasso elan edilişini hatırlarım. 'Akışı' jurnalının qapağında saçları briyantinlenip diqqətlə taranmış, sinə Cebi mendilli Ceketi və papyonuyla oturmuş şəkil edərkən görünürdü. O, 'iki əllə şəkil edən möcüzə çocuk'tu. Xarici basınla da münasibətlər qurulmuş, haqqında epey yazı çıxmışdı.
    Zamanla dünya səviyyəsində əhəmiyyətli bir rəssam olduğunu ikide bir elan edən bu dahi uşaq, memleketimizin bağrına köçdü. Burada özünə rəngli bir serüven inşa etdi.
    Seçkinciliği şiar edinmişti. Laikliğin qabaqda gələn savunucusuydu. Bu mövzuda o qədər gözü dönmüşdü ki Atatürkçü şəriət təhlükəsinə qarşı çox uşaq etmə çağırışında etməyi belə laqeyd etmiyordu: "Biz əlimizdəki uşaq ədədlərini istifadə edərək ən çox idman Toto oynayabilirken 'Onlar' yəni Respublikas yıxmağa and içib sonra bunlara 'montaj' deyənlər, Ulu Önder 'e hər gün dil uzatanlar, dünyəvi dövlət əleyhinə küçələrdə Cümbür camaat göstərilər kalkışanlar, az qala uşaqlarının adedini istifadə edərək ədədi loto oynayacaklar. Respublikas qorumaq və ufku açıq yarınlara daşımaq istəyiriksə dərhal işi gücü bırıkap bu soruna qatqı sunmamız lazım. üçdə az uşaq etmiş ailələri bu il 1923 Respublikası adından vəzifəyə dəvət edirik. Düşünün, bu işi siz yerinə yetirməsə, kim edəcək? " 40'ına gəlib-də şəkil mövzusundakı dahiliyi xeyli gölgelenmiş ikən qarşımıza Yılmaz bir döyüşçü olaraq çıxır, yuxarıdakı demecinden da aydın olacağı üzrə metaforlar dünyasının qapısını aralıyor və yazıçılığı da deha əhatəsinə edirdi. Laisizmin üreme vasitəsilə tesisi qaydası, dehasının huzmelerinden ancaq bir tanesiydi. Yazdığı romanı Joyce'la karşılaştırmaktan hicap duymuyor, 68'liler üstünə kitab yazır, Turkish Çetin'in bir filminin senaryosunun özünə aid olduğu savıyla mahkemelere başvuruyordu. Erotizm, siyasət, ədəbiyyat, kino, şəkil, alternativ gecə həyatı və məmləkətin daha neçə-neçə yetim sahəsi ondan sorulur hala gəlmişdi. Aktörlüğü belə denemiş, bu demografisine tükürdüğü millətin bağrından əl atmadığı sahə əskilmədi.
    Fazil Say fenomeninin arxasında da aydın bir anababanın proyekti oxunurdu.
    Anası Gürgün Say, 'Musiqinin Doruğuna Fazil Say Yolculuğu' adlı bir kitab yazıb ən azı bu serüven qədər dahiler ebeveynler necə olur üstünə də bizi bilgilendirdi. Bu xüsusi qabiliyyətli uşaqların ardında necə hədəfə bağlana bir ehtiras olduğu, bu oğru nələrə qadir ola biləcəyi üstünə bir neçə tahminimiz vardı elbet. Amma beləsinə kaslı, beləsinə boğucu bir dillə karşılaşma yenə də sarsıcıydı.

    Zurnanin zırt dediyi
    Fazil Say da dünyanın gözündə fövqəladə bir Yorumcu, bir piano virtüözü dəfə sivrildikçe hırçınlaştı. Bir tərəfdən məmləkətinə məşhur bir qəhrəman olma fürsətini kaçırmamaya çalışır, kənar yandan məşhur edən üstünə son dərəcə seçkinci fikirlərini bir bomba kimi patlatıyordu. Bu hazin ziddiyyətləri fərqində olmaması, nə qədər pgibolojizm tuzağına düşməmək çalışsam da mənə uşaqlığının qara bir piyanoya gömülmüş olmasındanmış kimi gəlir. Say, Mozart'ı, Stravinsky'i dünyanın barmağını ısırtacak yetkinlikte yorumlamakla yetinmiyor. Ölkənin sənət-mədəniyyət düzeyini yüksəltməyə ant içmiş gənc aydın roluna də işləyir. Yazılar yazır. Sözgelimi xeyli qarışıq bir kafayla, özünü muzikal muadili elan etdiyi Nazim Hikmət adına Amerikanın Əfqanıstan müdahalesine arxa çıxır; 'Nazim yaşasaydı Amerikaya haqq verirdi' deyir. 'Hiroşimalı Kız' şerini hatırlatanlaraysa "Amerika səhvən 3-5 dənə qız uşağını öldürdü bəlkə. Amma milyonlarla qız uşağını dirildər" deyir, "7 yaşlı ABŞ qızı ölüydü zatən" deyir. O səhvən öldürülən 3-5 ABŞ qızının dahi uşaq olmadıklarından əmin nasılsa. Başqa sözlə onları 'tane'yle saymakta bir beis görmür.
    Bir mövzuda haqq edilmiş söz sahibi olmanın hər mövzuda söz üretebilme hüququnu özünə tanışında kuşkusu yoxdur. Shekili Respublika seçkinciliğinin tuzağına düşüyor; məşhur mədəniyyət üstünə güdük savlarla dünyanı anlamağa və tartmaya çalışır. Dünyanın hər yerində azınlığın maraq sahəsinə girən klasgib musiqi, onun dehayla şişirilmiş egosuna yetmiyor açıq-aşkar. Aktual mövzu musiqiyə qarşı az qala bir Xaçlı səfəri başlatma səyi da bizi ən çox onun varoluş problemi üstünə aydınlatıyor.
    Seçkincilik, adamın seçmə olduğuna bütün ürəyiylə inanıb dünyanın xidmətinə koşmasını gözlədiyi anda saplanıverdiği bir tuzaktır. Oradan ufuk görünməz. Armoni zenginliğini ölçüt alıb bir musiqisi digərindən üstün tutarsan, ritm zenginliğini ölçüt alan da başqa bir musiqi növünü seninkide üstündə tutabilir. Dünyanı, mədəniyyət istehsalını astüst ilişkisiyle tanımlayıp ŞAŞMAZ bir ierarxiyanın sularında kulaç atarsan aynana yansıyan enində sonunda faşizan bir sırıtış olacaq. Zor olanla verilməsi, çətin olana könül vermək, təvazö tələb edir.
    Tutarlılıktan söz edəcək vaxtının yoxdur. Amma bir bank reklamında
    məşhur bir şarkıcıyla birlikdə Mozart'ı qapıdan girən Mehter uyarlayıvermek, bir başqa reklamda musiqi alətləri satan bir mağazada bir gitarayla bağlama söyleştirmek qədər sevimli olmuyorsa, nə reklamların dünyasına, nə fərqli səslərin kaynaşmasına, nə də inadla sence doğru olanı görməyən halqa kızmalı. Aktual mövzu alan geniştir. Artıq Fazil Say'a da Orxan Gencebay'a da yer var.
    Tümünü Göster
    ···