/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
    başlık yok! burası bom boş!
  1. 51.
    0
    Tarihçe

    Organizma Diriltme Deneyleri (Organism Resurrection Experiments), 1939-1940 yılları arasında Moskova'da çok gizli olarak yürütülmüş deneylerdir. Deneyde başı kopmuş bir köpeğin kalbi, akciğerleri ve başı vücudunda olmadan yaşatılmıştır. Bu deneyler dönemin ünlü Rus doktorlarından Sergei Brukhonenko ile ingiliz biyolog Profesör John Burdon Sanderson Haldane tarafından yürütülmüştür.[6]

    Robert Cornish, 1930'larda tahtıravalliye benzer bir düzenek kullanarak ölü hayvanları canlandırmaya kalkıştı. Yeni ölen bazı köpeklerin damarlarına adrenalin ve anti-pıhtılaştırıcılar enjekte etti. Bazı denekler bir süreliğine ağır beyin hasarı ve körlükle hayata döndü.[7]

    Andrew Ure (Lakabı iskoç Kasabı), ölü diriltme konusunda deneyler yapan başka bir isimdir. Asılarak idam edilen mahkumların üzerinde gerçekleştirdiği deneylerde onları geri getirebileceğine inanıyordu.[8]

    ilk dondurulma olayı ise 1977 yılında yapılmış. 37 insan, 10 kedi ve 6 köpek, (2003 bilgileri) enstitüde hayata yeniden dönmeyi bekliyor. Amerika’da toplam 90 kişi (2003) ölüme çare bulunduğu taktirde yeniden canlandırılmak üzere donduruldu. Ölüleri dondurma aşamaları ise, ölülere ilk iki saat içinde ulaşılıyor ve vücudundaki kanın pıhtılaşmaması için "herapin" adlı ilaç enjekte ediliyor. Daha sonra içi buz dolu bir tanka yerleştirilen cesedin kanı boşaltılarak donmanın vücutta yaratacağı zararları en aza indirmek amacıyla damarlarına gliserinli bir sıvı veriliyor. Uyku tulumuna konulan ceset, dışı tahtadan içi fiberglastan yapılmış bir sandığa yerleştiriliyor. Sandığın üzerine yerleştirilen kumaşa buru buz konularak ceset soğutuluyor. Bu işlem, vücut ısısı -40 dereceye düşene kadar buz miktarı her gün arttırılarak sürdürülüyor. Vücut ısısı -40 dereceye düştüğünde, ceset, dibinde sıvı nitrojen olan çelik bir tanka yerleştiriliyor.

    Her gün bir miktar aşağı indirilerek bir haftanın sonunda tamamen sıvı nitrojene batırılıyor. Bu işlem tamamlandığında cesedin vücut ısısı -196 dereceye düşüyor. Son olarak ceset tekrar çözülmeyi beklemeye başlayacağı, fiberglas ve izolasyonu arttıran perlit adlı maddeden yapılan "cryostat" adı verilen başka bir tanka konuluyor. Tanktaki sıvı nitrojen düzeyi her gün ölçülerek gerekli düzeye tamamlanıyor.[9]

    Kutsal Kitaplarda Ölüleri Diriltme

    Peki kutsal kitaplarda ölen kişilerin diriltilmesi mümkün mü? Ya da insanlar, çok uzun süreler dondurulup sonra tekrar canlandırılabiliyor mu? Bu soruya Tevrat, incil ve Kurân-ı Kerim’den yanıtlar arayalım.

    “Elişa, oğlunu diriltmiş olduğu Şunemli kadına şöyle demişti: “Kalk, ailenle birlikte buradan git, geçici olarak kalabileceğin bir yer bul. Çünkü RAB ülkeye yedi yıl sürecek bir kıtlık göndermeye karar verdi".” (Tevrat, 2. Krallar 8:1)

    “işte Gehazi tam Elişa’nın ölüyü nasıl dirilttiğini krala anlatırken, oğlu diriltilen kadın eviyle tarlasını geri almak için kraldan yardım istemeye geldi. Gehazi krala, "Efendim kral, sözünü ettiğim kadın budur. Yanındaki oğlu da Elişa’nın dirilttiği çocuktur." dedi.” (Tevrat, 2. Krallar 8:5)

    “Meryem’le birlikte evde bulunan ve kendisini teselli eden Yahudiler, onun hızla kalkıp dışarı çıktığını gördüler. Ağlamak için mezara gittiğini sanarak onu izlediler. Meryem, isa’nın bulunduğu yere vardı. O’nu görünce ayaklarına kapanarak, “Ey efendim,” dedi, “Burada olsaydın, kardeşim ölmezdi.” Meryem’in ve onunla gelen Yahudilerin ağladığını gören isa’nın rûhunu hüzün kapladı, yüreği sızladı. Onu nereye koydunuz? diye sordu. O’na, “Ey efendim, gel gör” dediler. isa ağladı. Yahudiler, “Bakın, onu ne kadar seviyormuş!” dediler. Ama içlerinden bazıları, “Körün gözlerini açan bu kişi, Lazar’ın ölümünü de önleyemez miydi?” dediler. isa yine derinden hüzünlenerek mezara vardı. Mezar, bir mağaraydı, girişinde de bir taş duruyordu. isa, “Taşı çekin!” dedi. Ölenin kızkardeşi Marta, “Efendim, o artık kokmuştur, öleli dört gün oldu” dedi. isa ona, “Ben sana, ’iman edersen Tanrı’nın yüceliğini göreceksin’ demedim mi?” dedi. Bunun üzerine taşı çektiler. isa, gözlerini gökyüzüne kaldırarak şöyle dedi: “Rab, beni işittiğin için sana şükrediyorum. Beni her zaman işittiğini biliyordum. Ama bunu, çevrede duran halk için, beni senin gönderdiğine iman etsinler diye söyledim.” Bunları söyledikten sonra yüksek sesle, “Lazar, dışarı çık!” diye bağırdı. Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü peşkirle sarılmış olarak dışarı çıktı. isa oradakilere, “Onu çözün, bırakın gitsin” dedi. O zaman, Meryem’e gelen ve isa’nın yaptıklarını gören Yahudilerin birçoğu isa’ya iman etti.” (incil, Yuhanna 11, 31-45)

    “Hastaları iyileştirin, ölüleri diriltin, cüzamlıları temiz kılın, cinleri kovun. Karşılıksız aldınız, karşılıksız verin.” (incil, Matta 10:8)

    “Hani siz, "Ey Mûsâ! Biz Allah’ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız" demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra, şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.” (Kurân-ı Kerîm, Bakara 55-56.)

    “Hani, bir kimseyi öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Halbuki Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı. "Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun" dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) işte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.” (Kurân-ı Kerîm, Bakara 72-73)

    Açıklama: Abdullah b. Abbas, Ubeyde b. Sâmit, Ebü'l-Âliye gibi sahâbîler ve diğer bazı ilk dönem müfessirlerinin verdiği birbirine yakın bilgilere göre, hayli zengin ve yaşlı bir Yahudi, mirasına ve kan bedeline göz diken yeğeni tarafından öldürülüp bir yere atılmış, cinayet bir masumun üstüne yıkılmak istenmişti. Katilin bulunamaması yüzünden toplumda neredeyse silâhlı mücadeleye kadar varacak bir gerginlik doğdu ve olay Musa'ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması istendi. O da Allah'tan aldığı vahye uygun olarak bir inek kesmelerini ve bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurmalarını emretti. Denilenin yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı.[10][11]
    Tümünü Göster
    ···
  2. 50.
    0
    Yakın zamanda, Arizona Üniversitesi’nden yapılan bir araştırma duyurusunda çok ilginç bilgilere yer verildi. Dr. Peter Rhee (Opthalmologist) tarafından sürdürülen araştırma çerçevesinde açıklanan sonuçlar bilim kurguyu aratmayacak nitelikte olsa da aslında olabildiğince gerçek.[1]

    Dr. Rhee, yaklaşık 1 ay önce yaptığı basın toplantısında şu sözlerle konuşmasına başladı:

    “Vücut ısınız 10 dereceye kadar düşmüşse, beyin fonksiyonunuz durmuşsa, kalbiniz atmıyor, kanınız damarlarınızdaki yolculuğuna son vermişse doğal olarak ‘Öldü’ teşhisi konulacaktır. Ama emin olun geliştirdiğimiz bir teknikle sizi hayata geri getirebiliriz.”

    inanamayan gözlerle bakan basın mensuplarına bu sefer de Maryland Üniversitesi araştırmacılarından Samuel Tisherman açıklamalar yaptı:

    “Evet! Peter Rhee’nin sözlerinde hiçbir abartı yok. Araştırmalarımızı çeşitli hayvanlar üzerinde yaptık ve çok başarılı sonuçlar elde ettik. Bütün detaylarıyla açıkladığımız bu devrim yapacak buluş nedense bilimkurgu gibi algılanıyor. Aynı araştırmayı insanlar üzerinde yapmak için ‘etik kurulundan’ izin bekliyoruz. Sanırız ondan sonra hak ettiğimiz ilgiyi göreceğiz.” [2]

    Peter Rhee’nin yaptığı basın toplantısında yaptığı "öldü" teşhisi konulmuş kişiye geliştirdikleri yeni bir teknikle yeniden hayata getirmek mümkün olacak açıklaması, dikkatleri üzerine toplamış ve ilgili çevrelerde uzun süre gündemde kalmıştı. Her ne kadar kulağa inanılmaz gelse de, hayvanlar üstünde araştırmalar yapılmış ve olumlu sonuçlar alınmış olduğunun söylenmesi de ne kadar çarpıcı bir araştırmaya tanık olunduğunu doğrular nitelikte oldu. işin daha da merak uyandıran kısmı, bu deneylerin insanlar üstünde de yapılacak olması. Yapılan açıklama çerçevesinde insan deneyleri için tek engelin etik ve ahlâkî kurallar olduğu belirtiliyor. insan deneyleri için beklenen etik kurulu tarafından verilmesi gereken izin araştırmanın son adımı olarak da nitelendirilebilir.

    Peki, bu nasıl olabilir? Vücudun soğumaya başlaması, solunumun devam etmemesi, kalp atışlarının durması ve kan dolaşımının sona ermesi, ölüm teşhisini onaylayan belirtilerden. Her ne kadar organların kısa bir süre daha sahip özelliğini koruyabiliyor olsa da bunun hemen ardından oksijensizlikten dolayı büyük hasarlar oluşmaya başlamakta. Yapılan araştırmaysa bu hasarı durdurmakla başlıyor. Açıklamaya göre ölümün ardından derhal vücut ısısı hızlı bir şekilde düşülerek metabolizma minimuma indiriliyor. Ardından insan vücudunda bulunun kan serum fizyolojikle değiştiriliyor. Değişimin ardından gerekli cerrahi müdahaleler vücuda uygulanıyor ve kan yeniden vücuda pompalanıyor. Bu pompalamanın ardından ise elde edilen verilen kalbin yeniden çalışma olasılığının %90 olduğu. Domuz ve fareler üstünde yapılan deneylerde öldü teşhisinin ardından denekler tekrar hayata dönmeyi başarmış. insanlardaysa tek engel etik kurulları geçmek olarak tekrar belirtiliyor.[1]

    iznin alınmasının ardından en kısa sürede insan deneylerine de başlanacak ve sonuçları tüm dünya öğrenecek. Çok farklı amaçlar içinde kullanılabilir olduğu düşünülen bu çalışma ileride neler getirecek merak konusu olmaya devam edecek.[1]

    Samuel Tisherman, bu senenin başında insanlı deneylere hazır olduklarını söyleyerek dünyayı da şoke etmişti. Aldığı kararlar şöyleydi; hasta/denek, silah yaralanması vakasından mustarip olacaktı, hızla kan kaybediyor olacaktı ve kalbi durmuş olacaktı. Böylece hastanın kurtulmak için başka şansı olmayacaktı ve işlem uygulanacaktı.

    Tisherman, yaptığı işin fantastikleştirilmesinden korkuyor; “insanların şöyle düşünmesini istemiyorum.” diyor, “Uzay yolculuğu yapacak insanları dondurup Jüpiter’de uyandıran bir adam değilim. En önemlisi bunun bir bilimkurgu düşü değil, gerçek olması. Deneysel bir çalışmaya dayanıyor ve uzun süre denendi.” [3]

    UPMC Presbyterian Hastanesi’nden doktorlar, "Yıldız Savaşları" (Star Wars) filminin karakterlerinden Han Solo’nun karbon içinde dondurulmasını ve ölü sanılmasını anımsatan bu yöntemi, silahlı ya da bıçaklı saldırıya uğrayanların tedavisinde de kullanmayı hedefliyor. Kan hücrelerinin daha az oksijene ihtiyaç duymasını, aynı zamanda hayatta kalmalarını sağlamak için hastaların "dondurulmasının" planlandığını belirten doktorlar, hastaların kanının soğuk tuzlu solüsyonla değiştirilerek, vücut sıcaklıklarını 10 dereceye düşürmeyi, vücuttaki hücresel faaliyetleri ise neredeyse durdurmayı öngörüyor.

    Sadece 15 dakikada vücut sıcaklığının düşürülmesi, hastaların bir süre nefes almaması ve beyin faaliyetlerinin durmasını, yani teknik olarak ölü sayılmalarını gerektiriyor. Hastalar bu durumdayken; doktorlar, mermi ya da bıçağın neden olduğu sorunları gidermeye çalışmayı amaçlıyor. Yöntem, hastaneye bu ay sonunda uygun hastaların gelmesiyle uygulanmaya başlanacak. Doktorlardan Peter Rhee, "Hasta, 2 saat önce ölmüşse hayata döndüremezsiniz. Ancak ölüyorsa, bazı yapısal sorunları giderip onu yaşatabilirsiniz." ifadesini kullanıyor.[4]

    Geçen aralıkta yapılan bir araştırmaya göre ABD’li doktorların yüzdesi ‘Lazarus fenomeni’ olarak adlandırılan olayla karşılaşıyorlar; yani tıbbi umut kesilmişken, kalp kendi kendine yeniden atmaya başlıyor. Beyne oksijen gitmemesi problemine kendi çapında bir çare bulan da Tisherman’ı hocası Safar olmuş; vücut ısısı 33 dereceye düşürülerek vücuda buzlar bağlanır, hücrelerin hareket hızı düşürülür ve böylece oksijensizlik yüzünden ölmeye başlayan hücreler yavaşlar…[3]

    Lazarus, Yeni Ahit’e göre ölümünden 4 gün sonra isa Mesih tarafından mezarından diriltip çıkardığı söylenen kişinin adıdır. Bu hadiseye dayanarak geliştirilmiş terimler vardır: "Lazarus Fenomeni", "Lazarus işareti" gibi. Kalbi ve solunumu durmuş bir insanın, yapılan hayata döndürme girişimi sonrasında kalbinin çalışmaya başlaması ve solunumunun dönmesine, dönme anına "Lazarus Fenomeni"; beyin ölümü olmuş bir hastada omurilikten kaynaklanan refleksler sonucu bedeninde hareketler görülmesine de "Lazarus işareti" denir.[5]

    Tisherman’ın bu gibi durumlarda uyguladığı şu; “Vücut ısı 10-15 derece arasına düşürülür ki bu da doktora iki saat daha zaman kazandırır. Öldüğü düşünülen insanın vücudundan kanı çekilir ve dondurulmuş tuzlu solüsyonla değiştirilir. Çünkü metabolizma zaten çalışmayı durdurmuştur, hücrelerin hayatta kalması için kana ihtiyaç yoktur ve tuzlu donmuş solüsyon hastayı soğutmanın en hızlı yoludur. işlemler yapılır ve gerekli müdahale yapıldıktan sonra kan tekrar vücuda sokulur. Hatta hastanın kalp faaliyetleri ölüme yakınsa kalp durdurulur.” [3]

    Bu uygulama şu ana kadar hayvanlar üzerinde denendi. Rhee ve Tisherman’ın domuzlar üzerinde yaptığı deneylerdeki operasyonların ortasında hayvanlar resmi olarak ölüydü. Hayvanlar, yeterince hızla soğutulabildiğinde (dakikada 2 derece düşürülerek) %90’ı hayata sorunsuz geri döndü. Döndükten sonra uygulanan testlerdeyse beynin zarar görmediği ortaya çıktı. Bu uygulama, çok tartışılacak gibi görünüyor. Ama Tisherman ve Rhee’nin attığı adımlar, kesinlikle bambaşka kolaylıklar sağlayabilir.[3]

    iddia ettikleri projeye kısaca bir göz attığımızda erçekten çok ilginç olduğunu görüyoruz. Bir canlı, hayatını kaybetse de; kan ve organlar, bir süre özelliğini kaybetmeyebilir. Fakat nefesin durmasıyla birlikte oksijensiz kalan organlarda (özellikle beyinde) büyük bir “hasarlar zinciri” başlar. Araştırmacıların yaptıkları testlere göre, bu hasarı engellemek mümkün. Bunun için ölümün gerçekleşmesinin hemen ardından beden 20 derece kadar soğutularak hücre metabolizması yavaşlatılıyor. Daha sonra vücuttaki kan, serum fizyolojikle değiştiriliyor. Bu sırada vücutta oluşan hasarı gidermek için yapılması gereken müdahale (örneğin ameliyat) gerçekleştiriliyor. Tedavi sonrası, ölen kişinin kanı, yeniden bedenine pompalanıyor.[2]

    Dr. Rhee, “Kan pompalanır pompalanmaz vücut tekrar pembe rengini almaya başlıyor.” diyor. Test edilen kobay hayvanların çok az hastalık belirtileri gösterdiğini söyleyen Tisherman ise “Bir gün sonra normal sağlık kondisyonlarına dönüyorlar.” diyor.[3]

    Kanın damarlarda dolaşmaya başlamasının ardından kalbin atmaya başlama oranı % 90. “Öldü” teşhisi konulan canlı gözlerini açıyor ve yaşdıbına devam ediyor. Yapılan incelemelere göre hafıza kaybı yok, öğrenebilme yeteneği ise yerli yerinde...

    Domuz ve fare gibi memelilerde gerçekleştirilen bu testler bilimsel etik kurulundan yanıt alınır alınmaz sıraya giren (çoğunluk kanser hastası) gönüllülerde uygulamaya sokulacak. Araştırmacıların en çok odaklandığı kullanım sahası, insanlı uzay misyonları. Geliştirilen bu teknik, yıllarca sürecek yolculuklarda astronotların yolculuk boyunca uyutulabilmelerine bir ön adım olarak gösteriliyor.[2]
    Tümünü Göster
    ···
  3. 49.
    0
    Yararlı bilgi şuku
    ···
  4. 48.
    0
    Ctrl+C... Ctrl+V
    ···
  5. 47.
    0
    Zaman yolculuğundaki temel ilke önce kendi uzay/zaman sürekliliğimizi aşmak için yoğunlaşmış bir enerji olan maddenin boyutunu belirleyen ana titreşim skalasını (ışık hızı) üst uzay/zaman skalasına geçecek şekilde yükseltmektir. Sonra üst uzaysal bir mesafe cinsinden yer değiştirimle kendi uzay/zaman çizgilerimiz arasında yer değiştirmiş oluyoruz. Sonsuzlukta her şey birbirine bir bağlılaşım bir iç içelik arz eder. işte bu iç-içelik bu birbirine devam ede giden frekanslar ortamı sayesinde üst zaman bandı kanalınca alt zaman bandı pozisyonuna düşen kendi uzay boyutumuzun zaman boyutları içerisinde yer değiştirim mümkün hale gelir.

    Üst zaman bandı yada üst zaman akışı hem kendi uzayımız içerisindeki dev mesafeleri bir anda atlayabileceğimiz bir sıçrama tahtası görevi görür hem de kendi uzayımızın geçmiş ve gelecek zaman frekansları içerisine doğru kaymak için bize bir geçiş zemini sunar.Üst boyutun bir sinüs dalgası ile ifade edilen bir zaman dalgası( bizim şimdi'ki AN'ımızı kesen bir üst AN) bir alt vibrasyon boyutu olan bizim boyutumuzun bir geçmiş birde gelecek zaman dalgasını(titreşim birimlerini) ifade eden iki sinüs dalgasıyla eşzamanlıdır. Buna göre kendi zaman enerji bandımızın içerisinde yer aldığımız şimdiki AN 'ı ifade eden zaman dalgamız sıfır noktasını temsil etmekle birlikte bu noktadan üst uzaya çıkmakla kendi şimdiki zamanımızın her iki yanında yer alan ileri ve geri zaman dalgamız içerisine geçiş için kendi zaman birimimizden daha geniş bir zaman boyutuna doğru yükselmiş oluruz. Böylece kendi içerisinde bulunduğumuz şimdiki zaman dalgasını (Bir AN'ı) genişleterek(maddenin vibrasyonlarını yükselterek) bir önceki ve bir sonraki geçmiş ve gelecek zaman dalgamızla (her iki AN'la da) senkronize hale geçeriz.

    Diğer AN'larla da,(kendi bir AN'ımız içerisindeki birbirine eşzamanlı noktalar kümesi sayesinde tüm uzay noktalarıyla aynı boyutsal ortamı paylaşmak gibi) eşzamanlı bir konumda olduğumuz bir üst boyut realitesine-üst zaman dalgası içerisine- yükselmiş oluruz. Böylelikle alt boyuta ait iki zaman noktası arası mesafe bir üst boyutta üst uzaysal bir mesafe aralığına dönüşür. Böylelikle üst uzaysal bir hareketle kendi diğer zaman noktalarımıza doğru sanki üç boyutlu uzaydaki noktalar arasında yer değiştirir gibi hareket edebiliriz.[7]

    Zamanda ileriye Yolculuk

    Ortak zaman ileri doğru akmaktadır.
    Einstein fiziğine göre bir cisim hızlandıkça, zamanı genişler.
    Zaman genişlemesi, cisim için zamanın daha yavaş akmasıdır. Cisim hızlandıkça zamanda ileri gitmektedir. Örneğin, ikiz kardeşlerden biri ışık hızına yaklaşabilen bir roketle yolculuğa çıkıp geri döndüğünde dünyada bıraktığı kardeşini kendinden daha yaşlı bulur.

    Bunun teoriden öteye zütürebilme mantığı ikna ile mümkündür, şöyle ki: Işık hızından daha hızlı bir alet olmuş olsa da gökyüzünde bir ışık kaynağını hedef seçilmiş olunsa da ta yola çıkılsa o kaynaktaki yıldızın milyonlarca yıl önce göndermiş olduğu ışığı yakalanabilirdi. Dolayısı ile ışık kaynağı kaçacak ve zaman yolcusu uzay boşluğunda ışık kaynağının gerçek yerini bulmak için dolanacaktı. Bu da ışığın kaynağı olan yıldızın sonunu görmesine neden olacaktı.

    Zamanda Geriye Yolculuk

    Bunu günümüz fiziği tam olarak çözememiştir.
    Zamanın doğrusal olmadığı, ve hatta farklı boyutları olduğu ileri sürülmektedir.
    Yani ileri, geri'nin dışında sağa, sola, yukarı aşağı gibi zaman yönleri ve paralel uzay zamanlarının da varlığı olası görülmektedir.

    Bazı fizikçiler olay dağılımlarının çok yönlü olduğunu ve bugün oluşan bir şeyin geçmişi değiştirebileceğini iddia etmektedirler.

    Ayrıca zamanda geriye doğru yapılacak bir yolculuk zaman paradoksları oluşturabilir. (Anne ve Büyükbaba Paradoksu gibi) Fakat bu paradokslar paralel evrenler teorisi ile çözülebilir.[8]

    Geleceğe Dönüş, Back to Future

    Zaman Yolculuğu ile ilgili Bilim-Kurgu Filmleri

    Bu konuyla ilgili 1985 yılında Amerika'nın California eyaletinde Geleceğe Dönüş isimli bir bilim-kurgu filmi çekilmiştir. Filmde Marty, Doktor Brown'un icat ettiği zaman makinesi ile 1955 yılına gider ve zamanda değişikler yaratır. Böylece yeni kuantum evrenleri oluşur ama eskisine dönemez. Ortaya çıkan çok farklı bir boyutla karşılaşılması ile zamanda geriye yolculuğun geleceği değiştirme olasılığına dikkat çekilmek istenmiştir. Ayrıca bu filmde geleceğe gitmekten de bahsedilmektedir.

    Bunun dışında zamanda yolculukla ilgili çekilen filmler geri veya ileri zamanla ilgili değişik temalar işlemeye çalışmışlardır. En dikkat çeken filmlerden biri de Zaman Polisi filmidir. icat edilen zamanda yolculuk teknolojisini devlet eliyle kullanan polis teşkilatının geçmişe giderek işlenen suçları önleme teması üzerine çekilmiş bir filmdir.[8]
    Tümünü Göster
    ···
  6. 46.
    0
    Ve Zamanda Yolculuk

    Zamanda yolculuk, zamanda geçmişe ya da geleceğe yolculuk yapabilme kuramıdır. Zaman'ın doğası henüz tam anlaşılamadığından, zamanda yolculuk şimdilik bilim kurgu'nun egemenliğindedir.[8]

    Eşzamanlılık sadece uzaydaki noktalar kümesi arasında değil, aynı boşluğu paylaşma şeklinde olan boyutlar arası bir eş zamanlılıkta vardır. Tüm boyutlar iç içe frekanslar şeklinde yaşanır. Geçmiş ve gelecek zaman frekansları içerisine geçiş ise bir üst boyut frekans alanına geçip üst uzaysal bir hareketle belli bir açıda ve yönde bir üst uzaysal mesafe kat edimiyle kendi zaman boyutumuz ve uzay boyutumuz içerisinde bir yerdeğiştirimle mümkündür.Üst uzay ve alt uzay boyutlarına ait her bir şimdiki zaman birbirlerini 90 derecelik bir açıda üst üste gelecek şekilde keserler.

    Üst ve alt boyutlar dikey zaman frekans bandını temsil ederler geçmiş ve gelecek zaman boyutları yatay zaman frekans bandını temsil ederler. Yatay zaman boyutu frekanslarımız içerisinde yer değiştirmek için mutlaka dikey zaman boyutu frekansları boyunca yükselerek geçmiş ve gelecek zaman frekansları içerisine geçmeyi düşünmüş olmamız gerekir.Bir üst boyuta ait bir AN(zaman dilimi) bizim zaman dilimlerimizin bir önceki ve sonraki AN'larını içerisine alabilecek zamansal genişlikte olduğu için bir üst boyut AN' ı içerisinden kendi geçmiş ve gelecek zaman dilimlerimiz içerisinde bir uzay noktasına doğru kendimizi hareket ettirebiliriz.Biz kendi zaman çerçevemizi genişleterek bu genişleme süreci içerisinde kendimizi kendi geçmişimize yada geleceğimize doğru iten bir oluşuma geçebiliriz.Bu üç boyutlu uzaydan bir dördüncü boyut uzayına doğru geçişi temsil eder.

    Bilinmelidir ki kendi evrenimizdeki tüm noktalar arasında bir eşzamanlılık uyumu vardır. Zaman esnemeleri ve zaman kasılmaları zaman sensörü üstünde ne kadar daraltıcı ve genişletici gibi görünen zaman farlılaşmalarına neden olsa da evrendeki tüm noktalar arasında belli bir zamansal esneme farkıyla da olsa bir eşzamanlılık uyumu vardır. Evrendeki madde ve enerjinin dağılımı zamanın akışını eğri büğrü hale getirse de bu zamansal akıştaki dalgalanma farkları ana zaman tensörünün dışına çıkmaz. Tüm madde ve enerji aynı andalık içerisinde varolur ve titreşir.Bu ise boyutsal çerçeve dediğimiz şeyi yaratır.

    Üç boyutlu uzayımızın üst boyutsal hologramik harita cinsinden bir dört boyutlu haritalamayı da içerisine alan bir haritalama metodu sayesinde geçmiş ve gelecek zaman boyutlarındaki uzay noktaları ile şimdiki zaman'ımıza ait uzay noktaları arasındaki mesafe üç boyutlu hologramik bir mesafe cinsinden ifade edilebilir.

    içerisine girdiğimiz üst uzayın boyutsal derinliği( uzay/zamansal genişliği) oranında kendi uzayımızın geçmiş ve gelecek zaman/uzay noktaları arası mesafe üst uzaysal iki nokta arası mesafeye çevrilmiş olur.Üst uzaysal bir yolculuk; mekanik bir yön tayini yapan güdümlü nükleer roket ve uçak bilgisayarlarından daha gelişmiş kendi kendini denetleyebilen uzak zamanlar arasındaki mesafeyi ve dev uzaysal mesafeleri hesaplayıp bulunduğu noktayı gideceği noktayı dört boyutlu hologram alanı içerindeki konumunu hesaplayıp buna göre aracı hareket ettirebilen bir bilgisayar donanımını gerekli kılar. Sayısız gezegenler, farklı boyutlar, evrendeki belirli bir bölgeye ait yıldız konumları yani uzay aracının içerisinde hareket edeceği uzay/zaman hologram alanına ait tüm gök dinamiğinin matematiksel verisi bilgisayarda kayıtlı olmalıdır. Buna göre bilgisayar geçmişe ve geleceğe doğru olan uzaydaki tüm yer değiştirmelerin izini sürebilmelidir.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 45.
    0
    Okurum rez
    ···
  8. 44.
    +1
    Zaman Makinesi Yapılması Mümkün mü?

    Not: Bu yazıdaki kimi veriler, teorilerden ibarettir ve bilimsel gerçeklik taşımayabilir.

    Zamanda yolculuk, edebiyatta ve sinemada sıklıkla işlenen konular arasında yer alır. Herbert George Wells'in klagibleşen “Zaman Makinesi” kitabı da, “Geleceğe Dönüş” filmleri de aynı konuyu işlemişlerdir. Ancak acaba zamanda yolculuğun bilimsel bir temeli var mı? ABD'li bilim adamı Prof. Ronald Mallett, bunun mümkün olabileceğini söylüyor.

    Prof. Mallett, “Zaman Gezgini” adlı bir kitap kaleme alarak zamanda yolculuk hayaline ulaşma mücadelesi ile geçen hayatını da anlattı.

    Ronald Mallett1950'lerde New York'un Bronx ilçesinde yetişen Mallett, o yıllarda da zaman yolculuğu konusuyla çok yakından ilgiliymiş. Ronald Mallett, babası ani bir kalp krizinden öldüğünde sadece on yaşındaymış. Onu avutan tek şey, bilim kurgu imiş. Ronald Mallett o yıllarla ilgili olarak şunları söylüyor:

    “Babamın ölümünden bir yıl sonra, Herbert George Wells'in “Zaman Makinesi” kitabı elime geçti. Beni depresyondan kurtaran şey, oydu. Çünkü bana ilham vermişti. Şunu düşünüyordum: Eğer bu kitaptaki gibi bir zaman makinesi yaparsam, geçmişe dönebilecektim; geçmişe dönersem de babamı yeniden görebilecek, başına gelecekler konusunda onu uyarabilecek ve belki de onu kurtarabilecektim. Bu yüzden de bu iş bende bir takıntıya dönüştü.”

    Aradan 50 yıl geçti ve Mallett, bilimsel alanda derinleşti. Şu anda Connecticut Üniversitesi'nde Fizik Profesörü.

    Yıldızlar ve gezegenler gibi büyük nesnelerin hem uzayı hem de zamanı bükebildikleri biliniyor. Prof. Mallett ve diğerleri içerdiği enerjiden dolayı ışığın da böyle olduğuna, onun da uzay-zaman döngüsünü bükebileceğine inanıyor.

    Buna göre, çok güçlü bir lazer halkası oluşturulup bu ışık girdabının içine nesneler -ya da bir gün belki bir insan- konulduğunda, makinenin içindeki görüntüyü zaman içinde geriye veya ileriye doğru izlemek mümkün olabilecek.

    “Niyetimi uzun süre gizledim”

    Prof. Mallett, “Göreceğiniz şey, içinde kesişerek devasa bir ışık tüneli oluşturan lazer demetlerinin bulunduğu bir silindir olacak. Bir ışık girdabının çevresinde döndüğü bir tünel hayal edin.” diyor.

    Zamanda yolculuk aslında fazlasıyla bilim kurgu kokan bir kavram. Bu nedenle Dr. Mallett, rakiplerince dalga geçilmemek için gerçek niyetini uzun süre gizlemiş.

    Ancak bir yazar ve astronom olan Dr. David Whitehouse, bilim dünyasının Mallett gibilere ihtiyacı olduğunu söylüyor ve “Ayrıca yanılmak da evreni araştırmanın bir parçasıdır.” diyor.

    Bununla beraber bu çalışmanın işe yaramayacağını söyleyenler de az değil. “Öyle ise neden günümüz de gelecekten gelen ziyaretçilerle dolu değil” diye soruyorlar. Bu noktadan itibaren ise “büyükbaba paradoksu” başlıyor.

    David Whitehouse; “Örneğin zamanda geri gidip büyükbabanızı ya da babanızı öldürseydiniz, siz var olmayacaktınız. Zaman çizgisini değiştirmek, bir paradokstur. Bu noktadan itibaren de insanlar zaman yolculuğunun imkansız olduğunu söyleyenler ile evrenin tüm olasılıklara göre parçalara bölünebildiğini söyleyenler arasında ikiye ayrılıyor.” diyor.

    Prof. Mallett, artık babasıyla görüşemeyeceğini kabul etmiş. Işık girdabını tamamlamayı başarsa bile, makinenin ilk çalışmasında kendisini istediği kadar geriye zütüremeyeceğini söylüyor. Ancak zaman yolculuğunun bir gün gerçekleşeceğinden emin. Mallett şunları söylüyor:

    “Hangimiz geçmişimizde bir şeyleri değiştirmek istemedik? Acaba neler olurdu bunu yapabilseydik? Sevdiğim kişiye “o arabaya binme” veya “o uçakla gitme” diyebilseydim nasıl olurdu? Bence bu durum, geçmişi değiştirme ya da daha sonra neler olacağını, yüz yıl, iki yüz yıl sonrasında yaşanacakları bilme arzusu hepimizin içine işlemiştir. Bu bence çok temel bir arzudur.” [1]

    Time Mechine

    ABD'li bilim adamından ilginç iddia: Zaman makinesi yapabilirim

    Amerikalı bilim adamı Ronald Mallett, geçmişte ölmüş babasını kurtarmak için zaman kavramı üzerinde çok araştırma yaptığını ve bir zaman makinesi icat edebileceğini iddia etti. Amerika'nın Connecticut Üniversitesi'nde bir fizik profesörü olan 62 yaşındaki Ronald, daha 50 yıl öncesinde zaman makinesi araştırmalarına karşı ilgi duyduğunu aktardı. Amerikan ve Çin medyasında yer alan bir habere göre daha 10 yaşındayken kalp krizinden babasını kaybeden Ronald, babasının ölümünü aşırı içki ve sigara tüketimine bağlıyor. "Zaman Makinesi" adlı romanın en sevdiği kitap olduğunu söyleyen Ronald, araştırmaları sonucu zamanın bir çeşit boşluk olduğunu keşfettiğini, bu boşluk içinde ileri geri hareket edilebileceğini iddia ediyor.

    "120 BiN STERLiN'E BiR ZAMAN MAKiNESi YAPABiLiRiM"

    Zamanı değiştirmenin sırlarını kavradığını söyleyen Profesör Ronald, "120 bin sterline bir zaman makinesi yapabilirim." dedi. Daha küçük yaşlarda böyle bir hayalinin olduğunu ifade eden Ronald, kısa süre sonra Einstein'in zaman kavramı ile ilgili teorilerinin yayınlanmasıyla hayallerinin gerçek olabileceğine inanmaya başladığını belirtiyor.

    Ailesindeki fakirlikten dolayı gerekli araştırmaları yapamayan Ronald, hayallerini gerçekleştirmek için Amerikan hava kuvvetlerine katılma kararı alır. Amerikan hava kuvvetlerinde elektrik bölümünü bitiren Ronald, 1973 yılında profesör unvanını kazanır ve bir akademisyen olarak Connecticut Üniversitesi'nde çalışmalarına devam eder.

    Ronald Mallett and Time Machine

    AMERiKA'NIN TEK SiYAHÎ FiZiK PROFESÖRÜ

    Yaptığı araştırmalarla büyük ilgi toplayan Ronald Mallett, Amerika'nın tek siyahî fizik profesörü unvanını da elde eder. icat edeceği zaman makinesinin ünlü ingiliz romanı "Zaman Makinesi"ndeki kızaktan ya da "Geleceğe Dönüş" adlı filmdeki araba sistemlerinden çok farklı olduğunu söyleyen Ronald, yuvarlak şeklinde bir lazer çekim alanı oluşturacağını, çekim alanının merkezindeki kuvvetle zamanı hareket ettirebileceğini iddia ediyor.

    Konuyla ilgili yayınlanan haberlerde, birçok bilim adamı konuya şüpheyle yaklaşıyor olsa da, teorik olarak böyle bir makinenin geliştirilemeyeceğini ise kimsenin ispatlayamadığı ifade ediliyor. Ronald, icat edeceği yeni aletle, filmlerde veya romanlardaki gibi istenilen zamana gidilemeyeceğini, sadece zaman makinesi kurulduktan sonra en erken zaman makinesinin kurulduğu güne dönülebileceğini iddia ediyor. [2]

    Bir Zaman Makinesi Nasıl Yapılır?

    Zaman yolculuğu, H. G. Wells' in 1985 yılında ünlü romanı "Zaman Makinesi"ni yazmasından bu yana güncel bir bilim-kurgu temasıdır. Fakat acaba gerçekten yapılabilir mi? Bir insanı geçmişe veya geleceğe taşıyacak bir makine inşa etmek mümkün müdür?

    On yıllar boyunca zaman yolculuğu saygın bilimin sınırlarının dışında kaldı. Fakat son yıllarda bu konu kuramsal fizikçiler arasında bir çeşit yan uğraş haline gelmeye başladı. Çıkış noktası kısmen eğlence amaçlıydı; zaman yolculuğu u üzerine düşünmek eğlenceliydi. Fakat bu araştırmanın ciddi bir yanı da var: Neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi anlamak. Bu, fizikte birleştirici bir kuram oluşturma çabalarının ana öğelerinden bir tanesi. Eğer, kuramsal olarak bile olsa, sınırsız zaman yolculuğu mümkün ise, böyle bir birleşik kuramın yapısı bundan büyük oranda etkilenecek demektir.

    Zamana ilişkin en iyi kavrayışımız, Einstein' in görelilik kuramları sayesindedir. Bu kuramların öncesinde zaman kesin ve evrensel; fiziksel koşulları ne olursa olsun herkes için aynı kabul ediliyordu. Einstein, özel görelilik kuramında iki olay arasında ölçülen zaman aralığının gözlemcinin nasıl hareket ettiğine bağlı olacağını söyler. Temel olarak, farklı şekillerde hareket eden iki gözlemci, aynı iki olay arasında farklı zaman aralıkları deneyimleyeceklerdir.

    Bu etki genellikle “ikizler açmazı” kullanılarak açıklanır. Sally ve Sam'ın ikiz olduklarını düşünün. Sam evde otururken Sally bir rokete biner, yüksek bir hızda yakındaki bir yıldıza gider, sonra dönüp dünyaya geri gelir. Sally için yolculuğun süresi sözgelimi bir yıl olabilir; fakat geri dönüp de uzay aracından indiği zaman, dünyada 10 yıl geçmiş olduğunu görür. Artık kardeşi ondan 9 yaş daha yaşlıdır. Sally ve Sam, aynı günde doğmuş olmalarına karşın artık aynı yaşta değildirler. Bu örnek zaman yolculuğunun sınırlı bir çeşidini göstermekte. Sonuçta Sally dünyanın geleceğine doğru 9 yıllık bir sıçrama yapmış oldu.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 43.
    +1
    ingiliz taburu çanakkalede asıl kuvvetten ayrıldığı için izole duruma düşmüş ve çoğunluğu ölmüş. sağ kalanların anlattıklarından hareketle ingilz bbc televizyonu all the kings man diye dizi bile çekmiş. yok beyaz sis yok evliyalar diye zütünüzden uydurup orada ölmüş binlerce mehmetçiğe hakaret etmeyin. adam canını veriyor çanakkalede, 100 sene sonra itin biri çıkıp orda sis olduda, evliyalar çıktıda savaşı öyle kazandık diyor. giberim ecdadınızı kanı bozuk arap soyları sizi
    ···
  10. 42.
    0
    Bilinmeyeni nerden biliyon oç
    ···
  11. 41.
    +1
    Big Bang (Büyük Patlama)

    Big Bang ya da Büyük Patlama, evrenin yaklaşık 13,7 milyar yıl önce aşırı yoğun ve sıcak bir noktadan meydana geldiğini savunan evrenin evrimi kuramı ve geniş şekilde kabul gören evren modeli. Big Bang modeli, ilk kez 1920'lerde Alexander Friedmann and Abbé Georges Lemaître tarafından ortaya atılmıştır. Modern sürümü ise 1940'larda George Gamow ve mesai arkadaşları tarafından oluşturulmuştur.

    Big Bang modeline göre evren aşırı yoğun bir temel durumda iken hızla genişlemiştir. Bunun sonucunda yoğunluğu ve ısısı aşırı oranda azalmıştır. Hemen ardından -günümüzde de gözlenebildiği şekilde- maddenin antimaddeye baskın gelmesi, proton çürümesi gerçekleştiği sanısısını uyandıran çok çeşitli süreçler sonucu gerçekleşmiş olabilir. Bu süreçler esnasında ortamda muhtemelen çok çeşitli ilkel atomaltı parçacıklar vardı. Birkaç saniye sonra evren bazı çekirdeklerin oluşmasına imkan sağlayacak kadar soğudu. Belirli miktarlarda hidrojen, helyum ve lityum oluştu. Oluşan miktarların bolluğu günümüzde gözlenen miktarlar ile uyum içerisindedir. Yaklaşık 1 milyon yıl sonra evrenin sıcaklığı atomların oluşumuna imkan sağlayacak kadar düşmüştü. Evreni dolduran radyasyon ise boşlukta seyahat etmeye başlamıştı. Bu henüz çok genç olan evrenin kalıntıları, 1965'te Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson tarafından keşfedilen mikrodalga artalan radyasyonudur (3. derece artalan radyasyonu).

    Big Bang modeli temelde iki kabule dayanır: Albert Einstein'in genel görelilik kuramı ve kozmolojik prensip. Genel görelilik kuramı tüm cisimlerin çekimsel etkileşimini hatasız olarak açıklar. Kozmolojik prensibe göre, gözlemcinin evreni gözlemlemesi, ne kendi konumuna, ne de baktığı istikamete bağlıdır. Bu prensip evrenin makro özelliklerini açıklamakla birlikte, evrenin sınırı olmadığını, bu nedenle Big Bang'in boşlukta belirli bir noktada değil, aynı anda tüm boşluk boyunca gerçekleştiğini ima eder. Makro ölçekte evren homojen ve izotropiktir.

    Bu iki kabul, evrenin Planck zamanından sonraki tarihini hesaplamayı mümkün kılmıştır. Bilim adamları, halen Planck zamanından önce gerçekleşen çok önemli olayları tespit etmeye çalışmaktadır.

    Büyük Patlama teorisi, Galaksiler nebulözler ve yıldızlararası plazmanın ne şekilde meydana geldiğini açıklar. Bu ilk infilaktan bu yana çok daha küçük patlamalar (süpernovalar) halen devam etmekte ve evren, genişleyip büyümeye devam etmektedir. Gerçekten de dünyadaki gözlem evlerinden izlenen uzak galaksilerin ışığındaki kırmızıya kayış, bunun ispatı olarak kabul edilmektedir.

    ilk radyasyonun tespiti

    Büyük patlamadan gelen radyasyon, ilk defa 1965'te tespit edilmiştir. New Jersey'deki Bell Laboratuarlarından Arno Penzias ve Robert Woodrow Wilson, Samanyolu'nun dış kısımlarından gelen belirsiz radyo dalgalarını ölçmeye çalışıyorlardı. Fakat bunun yerine gökyüzünün her tarafından gelen bir radyasyon buldular. Bu ışınımın bütün yönlerdeki parlaklığı aynı idi ve yaklaşık 3° Kelvin (yaklaşık -270,15 santigrat) sıcaklığında bir ortamdan geldiği anlaşılıyordu. Daha sonra Penzias ve Wilson, bu buluşları için bir Nobel ödülü kazandılar.

    Bu kozmik artalan radyasyonunun, büyük patlamadan hemen sonra evreni dolduran sıcak gazdan geldiği tahmin edilmektedir. Astronomlar, 1920'lerden beri evrenin genişlediğini biliyorlardı. Bu genişlemenin hızı da, yaklaşık 13,7 milyar yıl kadar önce bütün maddenin tek bir anda aynı noktada bulunması gerektiğini gösteriyor. işte tam bu ilk zamana büyük patlama denilmektedir. O zamandan beri de evren sürekli olarak büyümektedir.

    ilk atomların oluşması

    Büyük patlamadan sonra evren radyasyondan yayılan çok sıcak gazla dolmuştur. ilk önce gaz, temel parçacıklardan meydana gelmişti: Önce kuarklar oluştu ve bunlar bir araya gelerek protonları ve nötronları meydana getirdi; daha sonra da elektronlar ortaya çıktı. Büyük patlamadan 300.000 yıl sonra, sıcaklık 3000 °K'ye(2726,85 santigark) düşünce bu parçacıklar birleştiler ve ilk atomlar oluştu.

    Bu durum, evrende büyük bir değişiklik getirdi. O zamana kadar elektrik yüklü parçacıklar radyasyonu çok kolay emerlerdi. Radyasyon çok uzağa gidemediğinden, gaz da şeffaf değildi. Fakat nötr atomlar radyasyonu iyi ememediler. Bu durumda hareketine bir engel kalmadığından, radyasyon uzayda yayıldı.

    Uzay genişledikçe radyasyonun dalga boyu uzadığı için, daha soğuk bir cisimden geliyormuş kanaatini vermeye başladı. Bizim radyasyonu ölçebildiğimiz şimdiki zamana kadar radyasyon, mutlak sıfırın ancak birkaç derece üstündeki sıcaklıklara kadar soğudu.

    Penzias ve Wilson tarafından bulunan kozmik artalan radyasyonu, bu düşünceye uymaktadır. Hem sıcaklık doğru derecedeydi hem de radyasyon bütün gökyüzünde aynı sıcaklıktaydı; çünkü bütün yönler büyük patlamaya doğru gidiyordu.

    Fakat bu keşif ortaya çözülmesi gereken bir de bilmece çıkardı. Artalan radyasyonu, büyük patlamadan 300.000 yıl sonra gazın son derece homojen olduğunu göstermektedir. Gazın içinde büyük topaklar ve delikler olsaydı, bunlar radyasyonun gökyüzündeki dağılımında sıcak ve soğuk bölgeler olarak gözükecekti. Öte yandan bugün çok topaklıdır. Kümeler, ince uzun gruplar halinde toplanan galaksiler ve bunların aralarında boşluklar vardı. Bu büyük yapıların orijinal gazın içindeki topaklardan çıkmış olması gerekmektedir. Tıpkı sütün topaklanarak peynire dönüşmesi gibi.

    Kozmoloji ile uğraşan bilim adamları, artalan radyasyonu iyi incelenirse, bunun sıcaklığında bazı sapmalar bulacaklarına inanmaktadırlar. Astronomlar, kozmik artalan radyasyonunun sıcaklığını 1960'lardan beri giderek artan bir dikkatle ölçmektedirler. Birkaç yanılmanın dışında, yalnızca ortalama sıcaklıktan sapmalara sınırlamalar koyabilmişlerdir. Yerden yapılan son deneyler, bunların da bir Kelvin'in 30 milyonda birinden fazla olamayacağını gösteriyor. Yerden gözlem yapan astronomlar, kozmik artalan radyasyonunu incelediklerinde iki hususla karşılaşmaktadır: Birkaç santimetre daha uzun dalga boylarında gözlem yaptıkları zaman bizim galaksimiz Samanyolu'ndan gelen radyasyon, zayıf artalan radyasyonundan baskın çıkıyor. Bizimi galaksimizdeki parlak ve karanlık kısımlar, artalan radyasyonundaki herhangi bir sapmayı kolaylıkla maskeliyorlar.

    Daha kısa dalgaboylarında ise Samanyolu daha zayıftır; fakat bu dalgaboylarındaki radyasyon, Dünyanın atmosferindeki su buharı tarafından emilmektedir. Dünyanın her yerinde, çeşitli gruplar, yüksek dağlar, Antarktika ve yüksekte uçan balonlar gibi havanın kuru olduğu yerlerden gözlem yaparak bu problemi çözmeye çalışmışlardır.

    Buna en iyi çözüm, bir uydudaki kısa dalgaboylu bir radyo alıcısıdır. 1970'lerin ortalarında, bu gözlemcilerin çoğu, NASA'nın Goddard Uzay Uçuş Merkezindeki bilim adamlarıyla işbirliği yaparak Kozmik Artalan Keşif Uydusu COBE'nin tasarımına katkıda bulundular.

    18 Kasım 1989da COBE, yörüngesine mükemmel bir şekilde oturtuldu. COBE'nin taşıdığı üç araçtan iki tanesi gökyüzünü uzun kızılötesi dalgaboylarında gözlemledi. Araçlar, uzaydan gelen zayıf sinyallerin uzay aracının kendi sıcaklığından etkilenmemesi için sıvı helyumla soğutulmaktaydı. Bu araçlar görevlerini seferin dokuzuncu ayında sıvı helyumun bittiği sırada tamamladılar. Araçlardan biri fonun ortalama sıcaklığını görülmemiş bir hassasiyetle ölçerek 2.735 °K değerini buldu. Diğeri de ilk defa olarak, uzun kızılötesi dalgaboylarında uzayın haritasını çıkardı.

    Üçüncü ölçüm aleti artalan radyasyonunun parlaklığındaki sapmaları aramak için tasarlanmıştı. Altı diferansiyel mikrodalga radyometreden oluşan bu düzenek gözlemlerine devam ediyor; çünkü bunların soğutulması gerekmiyor. Bunlarla gökyüzü şimdiye kadar iki kere tarandı ve üçüncü taramaya devam edilmektedir. Radyometreler gökyüzünü 3.5, 5.7 ve 9.5 milimetre olmak üzere üç kısa radyo dalgaboyunda gözlemlemektedir.

    Halen, dünyanın çeşitli yerlerinde aynı derecede hassas aletlere sahip ekipler COBE'nin görebileceğinden daha küçük, bir açı dakikası sapmalar bulmak için gözlem yapmaktadır.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 40.
    0
    -içerik gizlenmiştir.-
    ···
  13. 39.
    +1
    Ayrıca kitapta anlatılan Meleklerin bir türü olan "seraphim"ler var; Ateşten yaratılmış Melek ırkı - onların evlatlarının tümüne cin ismi veriliyor. Ama yeryüzüne inen bu evlat durumunda olan meleklerin eşleri yok ve baba olma şansları da yok. Çünkü ebedi alemde varlıksal boyuttalar. Bu yüzden dünyaya gelerek - ademoğullarıyla karışarak devlerin dünyaya gelmesine neden oluyorlar. Hem kendilerinin farklı yapıda üstün olacaklarını düşünüyorlar hem de babalık duygusunu tatmak istiyorlar. Bu sebepten dolayı da "Nuh Tufanı" yaşanıyor ve dünyadan kötü canlıların tümü kaldırılıyor.[39]

    ibranicede "yanmak" anldıbına gelen "saraph", kelime kökünden türetilmiştir. Bir diğer olasılık da, "saraph" kelimesinin fiil halinden değil de isim halinden türemiş olabileceğidir. "Serpent" anlamındadır. 6 kanatlı, Tanrı’nın tahtını korumakla görevli ve Tanrının sesini taşıdığına inanılan yaratıklardır. insanların seraphimlere bakarlarsa, seraphimlerden yayılan parlak ışık yüzünden yanarak öleceğine inanılır. Kanatlarından bir çifti uçmak için, ikinci çifti gözlerini kapatmak için ve diğer çift de ayaklarını örtmek içindir. Daha sonraları, ibrani ahitlerinde "cherubim" ve "ophannim" ile bağdaştırılmışlar. Seraphimlerin görsel yaratımında mitolojik köken olarak Hindu nagalarına bakmak gerekir, görüntü ve sembol olarak kökleri nagalardan gelir. Dünyanın oluşumunun ilk çağlarında kaplı olduğu inanılan siyah, çamurlu suyu ateşleriyle kuruttukları söylenir. Kabbalistik inanış hiyerarşisinde seraphim, 5. sephirah’la yani "geburah" ile eş değerdir. Yeni Ahit’te ise melekleştirildikleri görülür. Muhtemelen, eski ahitteki hiyerarşik karmaşayı basite indirgemek için yapılmış olsa gerektir.[40]
    ···
  14. 38.
    +1
    Akkadündca metinlerin anlatımına göre, Enki’nin tarifini yaptığı gemi, “üstü ve altı kapalı, etrafı su geçirmeyecek şekilde sert katran ile kaplanmış, güvertesi olmayan” bir gemidir. Enki, ayrıca geminin dönüp yuvarlanabilen bir gemi olmasını ister. Yani inşa edilen gemi bugüne kadar söylenenler gibi su üzerinde yüzen bir gemi olmayıp, bir denizaltıdır. Enki, Utnapiştim’e bu gemiyi 7 günde yapmasını ve belirlenen canlı çiftlerini içeriye aldıktan sonra, kendisinin de Anunnailerin Dünya’dan kaçmak için kullanacakları araçlarının kalkıştaki seslerini duyar duymaz gemiye binip kapaklarını kapatmasını tembih eder. Zira onlar tufanın başlayacağı günü ve saati önceden bilmektedirler.

    Tufanın olduğu dönem buzul çağının sonudur. Buzul nedeniyle bütün sular çekilmiş, korkunç bir kuraklık ve kıtlık vardır. Bütün yeşillikler kurumuş, insanlar açlıktan ölmektedir. Bununla beraber Enlil ve grubu, insanlara eziyet etmekte ve insanların topluca yok olması için tufanı insanlardan saklamaktadırlar. Nuh’un bu ortamda gemiyi gizlice yapmak imkânı olmadığı gibi sır olması nedeniyle gelecek tufandan kurtulmak için yaptığını da söylemesi söz konusu değildir. Bu nedenle halkına, Enlil’in gazabından kurtulup, bu diyardan gitmek ve Enki’ye sığınmak için bir gemi yapmak zorunda olduğunu söyleyerek, halkını ikna eder ve halkının bir kesiminin yardımı ve çok sıkı çalışması ile gemisini tufan başlamadan önce bitirir. Enki’nin verdiği programa göre söylenen günde tufan başlar ve gemi sulara dalar. Bundan sonrası, Tevrat ve Kurân’da anlatılan olaylara benzer şekilde gelişir. Tufanın oluş sebebi olarak da Marduk Gezegeni’nin Dünya yörüngesine yaklaşmasıyla meydana gelen büyük çekim gücüyle buzulların büyük parçalar halinde kırılarak suya dönüşmesi gösterilir.

    Buraya kadar anlatılanlar, Sümer ve Babil Tabletlerindeki kayıtlardır. Nuh Tufanı ile ilgili olanlar, eski Tevrat ve incil’le büyük oranda uyum içinde olup, Kurân’la da farklı ifadelerle de olsa kısmen uyuşmaktadır. Ancak yaratılışla ilgili olanlar, Kuran’la ters düşmektedir. Kuran’da insanı yaratan Allah’tır. Sümer tabletlerine göre ise, bugünkü insan, uzaylı bir ırk tarafından bir nevi klonlama ile ortaya çıkmıştır. Yine Kuran’a göre, Nuh Tufanını Nuh’a haber veren ve gemi yapmasını söyleyen Allah’tır.[33]

    nephilim

    Nefiller, Tevrat’taki yeryüzüne düşürülmüş olan ilahî varlıklarla [34] insan kızlarının cinsel ilişkilerinden doğan çocuklara verilen addır.[35] Septuaginta’da "devler" diye geçer. Bunlar, iri ve güçlü insanlardı.

    ibranice “nefilim” sözcüğü, “düşmüş kimseler” anldıbına gelir. Onlar zorbadır. Aynı kelime, daha sonraki dönemlerde Kenan ülkesinde yaşamlarını sürdüren savaşçı devler için de kullanılmıştır.[36] Dolayısıyla Tanrı oğulları, yani Tanrı’dan korkan ailelerden yetişmiş kişiler tanrısız ve günahkâr insan kızlarıyla izdivaç ettiğinde soyları, “kahramanlar” ya da “ünlü kişiler” olarak bilinmiştir.[37]

    Yaradılış’ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı’yla birlikte yürüdüğü" söylenen Enoch’un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat’tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Enoch’un Kitabı’nda yazanlarla doldurulduğunda, 6. bâbın aynı satırında sözü edilen "..insan’ın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular." ifadesi de anlamlı hale geliyor. Hıristiyan ilahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı’nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat’ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch’un Kitabı’nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu çıkıyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşdıbını sürdüren Enoch, anlatısında "Gözcülerden" söz ediyor. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar.

    Enoch’un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları"nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "Gözcü"lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer eş alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anldıbına geliyor.[44] (Harut ve Marut olayıyla da ilişkisi olabilir mi?)

    Buraya kadar anlatılanlar, Kurân’ın dışındaki kaynaklar. Peki Kurân ne diyor bu uzun boylu devler / Nefilimler hakkında? Yukarıda bahsedilen bu varlıklar, kimilerine göre cinlerdir: Hanok’un Kitabı’nın Kumran mağaralarında bulunan Aramice orijinalinde; iblis’in, "düşmüş melekler" olarak yutturmaya çalıştığı cinlerden 19 yardımcısı, isimleriyle sayılmaktadır. Ayrıca cinlerden olup, iblis’i, Allah’a tercih eden bu varlıkların, insan kızlarıyla birleşerek "devler"i (kimilerine göre Yecüc ve Mecüc’ü) oluşturduğu ifade ediliyor:

    "..Bütün bunlar (19 iblis’e tabi cin), seçtikleri arasında kendilerine eş seçtiler, onların yanına gitmeye başladılar ve onlarla kendilerini kirlettiler. Onlara büyücülük ve sihirbazlık öğretmek için ... onlardan hamile kalıp ‘devler’i doğurdular."

    Nitekim Kurân, bu konuya şöyle ışık tutmaktadır: O gün (Allah) onların hepsini toplar: "Ey cin topluluğu, siz insanlardan kendinizi çoğaltmak istediniz." (Bunun üzerine) onların (cinlerin), insanlardan dostları olan kimse dedi ki: "Rabb’imiz, bazımız, bazımızdan yararlanıp, bizim için takdir ettiğin süreye ulaştık." (Allah) dedi ki: "Allah’ın dilediklerinin dışında, onların barınağı ateştir ve orada kalıcıdırlar. Muhakkak senin Rabb’in Hakim’dir, Alim’dir." (Enâm Sûresi, 128) [38]
    Tümünü Göster
    ···
  15. 37.
    +1
    Akhenaton notu: Yazının burasında üstteki paragrafta anlatılan konulara karşıt düşünceler geliştirmek de mümkün. Bugün ilahiyat çevrelerince Kurân ve Tevrat’ta yer alan Nuh Tufanı’nın Sümer Tufanı’yla ilgisi olmadığı ve bu iki olay üzerinde farklılıkların sıralandığı anti-tezler hazırlanıyor. (Bknz. islam Angiblopedisi’nde yer alan "Tufan" maddesi ve Muazzez ilmiye Çığ‘ın semâvî dinlerin öğretilerinin Sümer dini üzerine kurulduğu üzerine makaleleri) Bu konu, aynı zamanda "Tevhid Dininin Kısa Tarihi" başlıklı yazı dizisini hazırlamamın sebeplerinden de biri. Çünkü Kurân’a göre islâm ya da din dediğimiz olgu, Hz. muhafazid’den bu yana gelen klagib islam tarihi’yle değil, Hz. Adem ya da (Kurân’da kesin bir dille bahsedilmeyen / satır aralarında ve üstü örtülü olarak anlatılan) Hz. Adem’den de önceki bir zaman dilimini kapsıyor. Bu yüzden Kurân, Hz. ibrahim’in bir Yahudi değil Müslüman olduğunu altını çize çize vurguluyor.

    Yine Kurân’da geçen "Ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat 56) âyetinden anlıyoruz ki, daha insan yaratılmadan önce cinler (ve onların atası Cann) de Allah’a kullukla mükelleftiler ve Şuara-200’de kullukla mükellef kılınan tüm bu "toplum"lara (insanlara, cinlere belki cinlerden de önceki varlıklara) uyarıcılar/peygamberler gönderilmiş olabileceğini öğreniyoruz. Bu yüzden de görünürde gönderildiği peygamberle başlasa da aslında tüm dinler, bu "insandan-önce" ve "insandan-sonra" dönemi kapsayan TEK BiR DiN fikrine alışabilmemiz/olumlu bakabilmemiz, Kurân’da Hz. muhafazid’den önce yaşadığı halde Hz. ibrahim için neden "Müslümanlardandı." ibaresinin kullanıldığı üzerinde fikir yürütmemiz ve kafa yormamız gerekiyor. Kurân, Tevrat ve incil’in öğretilerinin ya da kullandığı argümanlarının daha önce Sümer tabletlerinde ya da ileride bulunacak başka eski belgelerde bulunmasını, bu dinlerin eski Sümer anlatılarından devşirildiği ya da çalındığı olarak açıklamaya çalışmadan önce, bu ilk-eski inançların da evrenin ve Allah’a kullukla mükellef olan varlıkların/toplumların tümünü içine alan ve uzun bir sürecin adı olan bu tek dinden yani uyarıcıları/peygamberleri değişse de gerçekleri değişmeyen islam’dan etkilenmiş olabileceğini, sonradan tahrife uğradıkları halde bu ilâhi dinden izler taşıyabileceğini düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor

    Ve son olarak yine bu konuyla, yani insan-öncesi toplumlarla ilgili olduğunu düşündüğüm ve bu yazıyı okuyanların da üzerinde düşünmesini istediğim bir âyet: "Nahnu halaknâhum ve şedednâ esrehum, ve izâ şi’nâ beddelnâ emsâlehum tebdîlâ tebdîlee. / Onları Biz yarattık ve bağlarını Biz kuvvetlendirdik. Ve dilediğimiz zaman onları emsalleri ile değiştiririz." (Dehr/insan Sûresi, âyet 28) (KAPA PARANTEZ)

    "Anunnaki" kelimesinin Sümer dilindeki anlamı, "gökyüzünden dünyaya gelenler" demektir. Eski ahitte geçen "Nefilim" kelimesinin gerçekteki anlamı "aşağı gönderilenler" anldıbına gelirken neden "devler" olarak tercüme edildiği sorgulanmış ve antik medeniyetlerdeki izlere kadar gidilmiştir. "Nefilim" kelimesi, bir çok araştırmacı tarafından "devler" olarak değil; göksel varlıklarla insan kadınların cinsel birleşmesi sonucu ortaya çıkan antik kahramanlar olarak açıklamışlardır.

    Eski Sümer metinlerinde “gökten yere inenler” anldıbına gelen ve “büyük tanrılar” için kullanılan “Anunnaki” kavramı, düş ürünü mitolojik tanrıları değil, yüz binlerce yıl önce Marduk gezegeninden dünyamıza inen ve üzerinde bir koloni kuran “yabancıları” betimlemekte kullanılan bir özel isimdi! Benzeri biçimde, Tevrat’ın ilk bölümü olan Tekvin’in 6. babında, Tufan öncesi dönemi anlatan ayetlerde geçen “O zamanlar yeryüzünde Nefilim vardı, bunlar eski zamanın güçlü ve ünlü adamlarıydılar” ifadesi de, bizzat bu yabancı ırka gönderme yapıyordu. Çünkü kimi modern çevirilerde “Devler” olarak değiştirilen “Nefilim” sözcüğü de eski ibranicede tıpkı Sümer dilindeki “Anunnaki” gibi, “Yukarıdan aşağı inenler” anldıbına da gelmekteydi.

    Anunnaki’nin hikayesi şudur; Bundan 450,000 yıl önce bir grup insan benzeri uzaylı varlık, Dünya denen gezegene geldiler. Geldikleri gezegen, Sümerlilerin adına "Nibiru" dedikleri, antik Sümer edebiyatında "12. Gezegen" olarak tanımlanmaktadır.[32]

    Sümer kayıtlarına göre, yaklaşık 450.000 yıl önce Anunnakilerin gezegenlerinde bazı problemler başladı. Onlar da şu anda bizim Dünya’da yaşadığımız ozon problemi gibi atmosfer sorunu ile karşılaştılar. Bu sorunu halletmek üzere ozon tabakasına, güneşin zararlı ışınlarını filtre etmek üzere altın tozu parçacıkları yerleştirmeye karar verdiler. Ancak kendi gezegenlerinde yeterli miktarda altın yoktu. Bu altını bir yerlerden temin etmeleri gerekiyordu. Anunnakiler, gelişmiş bir toplum olduğu için yaptıkları araştırma sonucunda istedikleri miktardaki altını Dünya’dan temin edeceklerine karar verdiler. O zamanki teknolojilerine göre, kısa sayılabilecek mesafelerde uzay seyahatleri yapabiliyorlardı. Bu nedenle Marduk gezegeni Dünya’ya yaklaşana kadar beklediler. Belirli mesafeye gelince de, takriben 400 bin yıl önce Dünya’ya altın çıkarmak üzere 50 kişilik bir ekip gönderdiler. (Kurân’da geçen Zülkarneyn’in kıssasını andırıyor, öyle değil mi?)

    Bu ekibin Dünya’ya ilk iniş noktası Mezopotamya’da Dicle ve Fırat Nehirlerinin birleştiği üçgendi. Bu bölgeye ‘Sippar’ adını verdiler. ilk yerleşimlerini ve şehirlerini burada kurdular. Uzay araçları için iniş, kalkış tesislerini inşa ettiler. Bu bölge o zamanlarda petrol bakımından çok zengindi ve petrol yüzeyden akıyordu. Herhangi bir kuyu açmaya gerek olmaksızın yüzey petrolü direk kullanılabilir haldeydi.

    Dünya’ya ilk gelen ekibin başı Enki’ydi. Dünya kumandası ona verilmişti. Ancak daha sonra, Anunnakilerin üst mercilerin kararı ile Dünya kumandanlığı için Enlil Dünya’ya gönderildi. Enlil, Enki’nin kardeşi idi. Enlil, tüm Dünya topraklarından, Enki de denizlerden sorumlu oldu. Bu kararlardan memnun olmayan Enki ile Enlil arasında bir düşmanlık ve çekişme ortamı oluştu. ilk gelen ekip Mezopotamya’da yerleşimi sağlayıp, bu bölgede sahip oldukları teknolojik aletler ile altın çıkarmaya başladılar. Daha sonra 50 kişilik kafilelerle başkaları da geldi. Dünya’da oluşan bu topluluğa "Anunnaki" adı verildi. Zamanla Dünya’ya gelen Anunnakilerin sayısı 600 kişiyi buldu.

    Sümer kayıtlarına göre, Anunnakilerin erkeklerinin boyu, 3–5 metre idi. Onların gezegenlerinin Güneş çevresindeki turu 3600 yıl sürdüğü için, onların bir yılı, bizim 3600 yılımızdı. Dolayısıyla onların yaşam süreleri Dünya insanından çok uzundu. Dünya’ya gelen Anunnakiler ya da Nefilimler, dev insanlar olmanın yanında, çok uzun yaşadılar. Anunnaki, Dünya’da, takriben 13.000 yıl önce olduğu tahmin edilen Nuh Tufanına kadar kaldılar. Nuh Tufanının başlaması ile birlikte Dünya’yı terk ettiler.[33]

    Yine Sümer kayıtlarında belirtildiği üzere, Anunnakiler, Nuh Tufanı’nın olacağını önceden biliyorlardı. Fakat kendilerinden sonra Dünya üzerinde bir insan varlığının kalmasını istemedikleri, aksine yok olmasını istedikleri için bu sırrı insanlara açıklamıyorlardı. Hatta kendi aralarında toplanarak bu sırrı insanlara açıklamamak için yemin etmişlerdi. Kendisine zorla yemin ettirilenlerden birisi de Enki’ydi. Fakat Enlil’in kardeşi Enki, insanlara acıyor, onların yok olmasını istemiyordu. Fakat kendisine zorla ettirilen yeminini de bozamıyordu. Kendince buna bir orta yol buldu. Bu sırrı insanların yüzüne karşı söylemeyecek, bir perde arkasından konuşacaktı. Enki, aralarında yakın dostluk olan, Şuruppak’ın hükümdarı olan Utnapiştim’i tapınağa çağırarak kendisi ile sazdan yapılmış bir perdenin arkasından konuşarak, tufan hakkındaki gizli bilgiyi bildirir. Bu tufanda insanoğlunun tümünün yok olmaması için suda yüzecek bir gemi yapmasını söyler. Buna cevaben Utnapiştim, gemi yapmasını bilmediğini ifade eder. Enki, Utnapiştim’e yapılacak geminin tarifini yapar, ölçülerini ve nasıl yapılacağını anlatır.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 36.
    +1
    Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı gibi, Allah, Âdem’den önce bir insan türü yaratmıştır. Daha sonra da Âdem’i yaratmıştır. “Bunu da nereden çıkardın?” derseniz, Tevrat’ın yazılışına bir göz atmakta fayda var deriz. Tevrat’ın Bölüm: 1:26-31. ayetlerinde insanın yaratılışı ele alınmaktadır. Oysa ki Âdem’in yaratılışı, bu ayetlerden çok sonra ve başka bölümde ele alınmıştır. Bir şey daha gözden kaçmamıştır umarız: Âdem yaratıldıktan sonra toprağı işleyeceğinden söz edilmektedir.[8]

    Bütün Antik Çağ metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler, geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına, net olarak çözümlenemeyen bir tür "başlangıç dönemi" yerleştiriyorlar. Bu, onların tarihlerinde, "yönetimin tanrılardan insanlara geçmekte olduğu" bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir başlangıç döneminden beri bizzat "tanrılar" tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde "Gözcüler" adı verilen üstün yaratıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Eski Mısır’da bunların adı, "Neter"ler. Son olarak Osiris’in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasında, bir "Kral yaratma" (King-maker) töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neterler, geri plana çekiliyorlar, sonra da izleri siliniyor. Bu ilk "insan-kral", bugün arkeolojinin değişmez bir gerçek biçiminde kabul ettiği, Firavun Menes’tir. Bildiğimiz, yazılı tarihe göre M.Ö. 3100 yıllarında Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir tek ülke halinde birleştiren Menes, Mısır tarihinde "Hanedanlar Dönemi" denen bir dönemin de başlatıcısıdır.[29]

    Neterler, Mısır yazılı belgelerinde, Tufan’dan sonra ülkeyi yönettiği söylenen “yarı Tanrı” varlıklara verilen addır. "NTR" harfleriyle gösterilir ve "neter" olarak okunur, çoğulu "neteru"dur.[30] Mısır’ın Ölüler Kitabı ile ilgili çalışmalarıyla tanınmış dünyaca ünlü araştırmacı E.A. Wallis Budge, "Neter" sözcüğünün üzerinde bir hayli durmuş ve bu sözcüğün ne anlama geldiğini ve Eski Mısırlı rahiplerce bu sözcüğe hangi anlamlar yüklendiğini farklı açılardan ele alarak ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Budge’ye göre;

    "Mısırlıların Tanrı’ya ve her türden ruha ve herhangi bir insanüstü veya doğaüstü güce sahip olduğu ileri sürülen her türden varlığa verdikleri genel isim Neter’dir."

    Bir başka tanınmış araştırmacı Murry Hope ise, bu isimle ilgili olarak şu tespitlerde bulunur:

    "Kavramın hiyeroglif metinlerindeki kullanımıyla ilgili yoğun araştırmalar göstermektedir ki, bu kelimenin bir yaşara niteliği ya da ölümsüzlük veya yaşamı canlandırma kuvvetiyle ilgili olduğuna işaret etme yönündedir." [31]

    Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, 2 ana belgeye dayanıyor: Bunlar, Mısırlı tarihçi Manetho’nun yazdığı krallar listesi ve bugün "Torino Papirüsü" olarak bilinen bir yazıt. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Mısır’ın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes’le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılıyor: Eski Krallık, 1. Ara Dönem, Orta Krallık, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da bu kronolojik düzen aynen böyle. Süreç içindeki arkeolojik bulguların Manetho’yu ve Torino Papirüsü’nü doğrulaması sayesinde, Yeni Krallık ve sonrası, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmiş durumda. Eski Krallık’ta, en fazla 150 yıl yanılma payıyla arkeologlar hanedan listesini ve Kralları sıralayabiliyorlar. Yani bu 2 belge, doğruluğu desteklenmiş veriler içeriyor.

    Bütün sorun da aslında burada: Çünkü Manetho’nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnızca hanedanlar dönemi Mısır’ını değil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sıra içinde sunuyor. Yalnız burada yöneticiler, insanlar değil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan, ülkeyi binlerce yıl yöneten, esrarengiz varlıklar. Ejiptoloji ve modern arkeoloji, bunun üzerine ne yapıyor? "Alt paragraflarını" tartışmasız biçimde kabul ettiği ve bulgularla doğrulanan bir tarihi yazıtın "üst paragraflarını" ya yok sayıyor, ya da "Bunlar mitoloji" deyip isin içinden çıkıyor. Neden? Çünkü hayranlıkla benimsediği alt paragraflarda "normal insan"lar krallık yapıyor; üstteyse, kim oldukları anlaşılamayan üstün yaratıklar. Böylece bilimsel ortodoksi, aynı belge üzerinde isine gelen bölümü "olgu" diye benimseyip dosyalarken, işine gelmeyen, anlayamadığı bölümleri "mitolojik" bulup ayıklıyor. [29]

    Anunnaki

    Mezopotamya’da aynı şeyle karsılaşıyoruz: Layard ve Wooley’in yaptığı araştırmalarda, son derece değerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, "Sümer Kral Listeleri" olarak adlandırılıyor. Aynı Mısır’da olduğu gibi, listenin en üst sırasında, yani normal krallardan önce, her biri neredeyse 10.000 yıl, 15.000 yıl yaşayan yöneticiler var. Bunlar, "Tufan’dan önce" uzun süre ülkeyi yönetmişler, sonra da yönetimi insanlara devretmişler. Babil metinleri, bu olayı "Krallık, gökten indiğinde" gibi bir deyişle açıklıyor. Bütün Mezopotamya’da aşağı yukarı aynı kült var. Bulunan belgeler, "en eski metin" olduğuna inanılan Tevrat’ın, Tufan başta olmak üzere bir sürü temayı Sümer ve Babil anlatılarından ödünç aldığını (ya da örtüştüğünü. Akhenaton notu.) ortaya koyarak Kilise’de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor.

    Bu durumda Ortodoks arkeoloji, Mısır’da yaptığının aynısını yapıyor. Yani "Sümer Krallar Listesi"nin "normal insan ömrüne sahip" kralları doğru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü, "somut bulgu" sınıfına sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan, 200.000 yıl hüküm sürmüş varlıklar ve onların sonrasında, yani "ara dönem"de insanlara yönetimin geçişini üstlenen ve denetleyen "Gözcü"ler, yine dinî kaygılardan ötürü "mantıksız" bulunarak "mitoloji" sınıfına sokuluyor. Yani aynı belgenin yine alt kısmı "tarihi gerçek", üst kısmı ise "masal" kabul ediliyor.[29]
    Tümünü Göster
    ···
  17. 35.
    +1
    Bursevî bu sözleriyle îbn Arabi’ye bağlılığını, ona olan güvenini vurgulamak istemiştir. Bunun yanında ibn Arabî’nin keşif yoluyla tahriç ettiği "Allah, Adem’den önce 100.000 Adem yaratmıştır." hadisine karşı yapılacak itirazları da düşünmemiş değildi. Bursevî, onlara karşı her zaman olduğu gibi burada da tavrını açıkça ortaya koymuş, yukarıda ifade edildiği gibi hadisçileri ilimlerinin az oluşlarıyla itham etmiştir. [25] Bursevî’nin "Ehl-i hadis alîlü’l-basar olduklarından nazar-ı sıhhatle bakmazlar." [24] ifadesinden hadisin muteber hadis kitaplarında yer almadığı ve muhaddislere göre sabit olmadığı hükmünü çıkarmamız mümkün olmaktadır. Çünkü Bursevî, bu hadisi 7. yüzyıl âlimlerinden ibn Arabi’ye nispet etmiş, ondan önce herhangi bir kaynak ismi vermemiştir.[16]

    Cinler, Hz. Âdem’den, yani insanoğlundan önce yaratılmışlardır. Kurân bu hususu anlatırken: “Biz insanı kara çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.” [26] demek suretiyle ifade eder.[27]

    Hadisçilerin ve tefsircilerin görüşlerini toplayan Abdullah Aydemir, “Tefsirde israiliyyat” isimli eserinde bu konuda ortaya atılmış görüşlere delil teşkil eden , “Hani Rabbin meleklere: ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler de: ‘Biz seni hamdinle tesbih ve tenzih edip dururken –orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek- kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim’ demişti.” ayetinin tefsiri münasebetiyle, tefsircilerin pek çok şeye temas ettiklerini, bunlardan birinin de arzın (yeryüzü) Adem’den önceki sakinlerine ait bilgiler olduğunu söyler.[28][1]

    Bazı âlimler: “Allah cinleri Âdemin yaratılmasından 2000 yıl önce yaratmıştır. Meleklerin gökyüzünde yaşadıkları gibi cinlerin de yeryüzünde yaşadıklarını” söylemişlerdir. Taberi Tefsiri’nde de yeryüzünde insanlardan önce cinlerin yaratılmış olduklarını şöyle anlatılır [27];

    Abdullah ibn Ömer, şöyle diyor: «Cân oğulları diye anılan cinler, Hz. Adem’in yaratılmasından 2000 yıl evvel yeryüzünde idiler. Yeryüzünü fitne ve fesada vermek suretiyle bozdukları ve kanlar döküp cinayetler işledikleri için, Allah onlara karşı meleklerden müteşekkil bir ordu gönderdi. Melekler tarafından iyice hırpalanan bu fesatçılar denizlerdeki adalara sığınmak suretiyle canlarını kurtarabildiler. Bunun üzerine Allah, meleklere: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım….” dedi.»

    ibn-i Abbas şöyle diyor: «insan çamurdan yaratıldı. Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar, arzda (yeryüzünde) kanlar akıttılar, birbirlerini öldürdüler. Allah, onlara iblis’in komutasında meleklerden askerler gönderdi. iblis ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak, onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi kazandıktan sonra iblis’in kalbinde gurur doğdu ve: “Ben, kimsenin yapmadığı bir iş yaptım” diye övündü. Allah, onun kalbinde doğan bu gururu bildi. iblis’in yanındaki melekler, bunu bilmiyorlardı. Allah, iblis’in yanında bulunanlara: “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi. Buna karşılık olarak melekler: “Sen, bizim kendilerini tenkile memur edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek biri mi yaratacaksın?” dediler.» [27][28][1]

    Taberi, ibn Kesir gibi birçok meşhur tefsircinin yer verdiği, ancak mesnetsiz görüldüğü için dikkate alınmamış olan bu yoruma göre bu ayet, Hz. Adem’den önce insan benzeri canlıların yaratıldığına işaret ediyordu. Yürütülen mantık şuydu:

    1.) insandan önce benzerleri yaratılmış, onlar da fesat çıkarıp kan dökmüşlerdi ki, bunu bilen melekler yeni yaratılacak varlığın neslinin de onlarınki gibi olacağı endişesini beyan ediyorlardı (halife kelimesinden bağımsız yorum).

    2.) Halife kelimesinin "öncekinin yerine geçen (halef olan) yenisi" manasını da taşıması, bu geniş manasıyla alınırsa ayetten, Hz. Adem’in yeni bir türün ilk ferdi olarak yaratılacağı (dolayısıyla, akıl sahibi olması gereken önceki yaratıklara insan denilemeyeceği) anlamı çıkıyordu.[7]

    Peki Hz. Adem, kime halife gönderildi? Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sait Şimşek’e göre, "Hz. Adem yaratılmadan önce arkalarında nesil bırakan canlılar vardı." Prof. Dr. Şimşek, "Yaratılış Olayı" adlı kitabında, yeryüzünün yaratılıp insanın yaşamasına elverişli hale gelmesinden sonra Allah’ın insanı yarattığını; halife kelimesinden ise Hz. Adem’in başkasının yerine geçtiğinin anlaşıldığını yazıyor. Allah bir halife yaratacağını buyurduğunda meleklerin verdiği tepkiden de "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?" (Bakara 30) daha önce böyle bir varlığa şahit olduklarının anlaşıldığını belirtiyor. Şimşek’e göre, bazı Kurân yorumcularının söylediği gibi, insandan önce yeryüzüne cinler hakim değildiler ve cinler bozgunculuk çıkararak kan döktükleri için Allah insanı yaratmamıştır. Şimşek’e göre, insan, kendisine benzer bir yaratığın halifesidir ve o yaratığın yerine yeryüzü hakimiyetini devralmıştır. [3]

    Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Adem’in halife diye tanıtılmasından daha önce bir insan türünün yaşamış olmasının gerekmeyeceği, zira halife kelimesinin burada "Daha önceki bir insan topluluğunun halefi" mânasına değil, Allah’ın vekili, O’nun emirlerini uygulayan anlamında kullanıldığı, meleklerin Hz. Adem ve soyu hakkındaki bu bilgilerinin ya Allah’ın daha önce bu konu ile ilgili onlara bilgi vermesinden ya da Levh-i Mahfuz’daki yazıyı okumuş olmalarından kaynaklanmış olduğu ileri sürülmüştür.[16]

    Tevrat’ta "Yaratılış" kısmında ise ilk insanın yaratılmasından şöyle bahsedilmektedir:

    Tanrı, “insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. insanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.” (Yaratılış, 1:26-28)
    Tümünü Göster
    ···
  18. 34.
    0
    1. Hz. Adem’in neslinden önce yeryüzünde başka bir nesil yaşamaktaydı.

    2. Dünya ve yeryüzü, bu mahlukun yaşamasına elverişliydi.

    3. Önceki nesil, cinlerden bir nesildi. (Kimi alimler, cinlerin ateşten yaratıldığını, bu yüzden de bu varlıkların cinler olmadığını, en azından bu ayette kastedilen varlıkların cinler olmadığını savunuyorlar. Akhenaton notu)

    4. Cinlerin mahiyeti dumansız ateş olduğuna göre, dünya yüzü de bu mahlukun yaşamasına elverişli olması nedeniyle sıcak bir haldeydi.

    5. Hz. Adem’in halife kılınmasından sonra dünya ve arz yüzeyi Adem neslinin yaşamasına müsait ve uygun bir hale getirildi.

    6. Hz. Adem, dünya yüzeyinin insan yaşamı için asgari şartların yerine getirilmesi neticesinde dünyaya gönderildi.

    7. Dünyadaki "insan" hayatı ve bugünkü ekolojik çevre, Hz. Adem ile başladı.

    8. insan neslinin dünya yüzündeki hayat süresi 7000-10000 yıl arası olarak tahmin edildiğine göre dünyadaki ekolojik çevre ve diğer mahlukatın hayatları da bu süreden belki bir miktar fazlaydı.[12]

    Ahmed Hulusi’ye göre o devirde, yeryüzünde, bir gelişim sürecinden geçerek bugünkü insana son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-sapiens" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı ki, biz, bunlara "insansı" demekteyiz. Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp fesat çıkarıyorlardı. Yaşamları, yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu. Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan cinler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı. Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, halife olacak insanı, o ana kadar yaşaya gelmekte olan insansılar gibi değerlendirerek; onu yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak zannetmişlerdi. Bir halife yaratılacağını öğrenen meleklerin tepkisi, Bakara suresi 30. ayette şöyle geçiyor: "Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın?"

    Ahmed Hulusi’nin bu noktadan sonra cevabını aradığı soru şu: "insansı’dan ilk insan olan Hz. Adem’e geçiş nasıl olmuştur?" Hulusi’ye göre, Adem ismiyle işaret edilen şekillenmiş çamur yani hücresel beden sahibi varlığa, yani, insansıya, belli bir kıvama geldikten sonra Allah, ruhundan üflemiş; (Sad suresi 71. ayet: "Bir vakit Rabbin meleklere: ‘Ben dedi, çamurdan bir beşer yaratacağım.” 72. ayet: “Onu iyice biçimlendirip ona Ruhumdan üfleyince hep birden, hürmet göstermek için ona secde ediniz." böylece o, bir mutasyon geçirmiştir. Bundan sonra da insansılar arasında da ilk insan olmuştur.

    Ahmed Hulusi, bundan sonra Hz. Adem’in nerede yaratıldığını anlatıyor. insanın, daha önceden insansı haliyle dünya üzerinde topraktan yaratıldığının ayetlerle kesin olduğunu belirten Hulusi’ye göre, Hz. Adem’in içinde yaşadığı cennet, dünya üzerindeydi. "Dünya üzerinde, Cennet şartlarında yaşanıyordu" diyen Hulusi, olayın dünya üzerinde cereyan ettiğinin ispatı olarak da Ta-Ha suresinin 119. ayetini gösteriyor: "... Orada asla susuzluk çekmez ve güneşin kavurucu sıcağına maruz kalmazsın" [3]

    ibn Arabî, birgün Kabe’yi tavaf ederken bazı şahıslar görmüş, onlardan biri kendisine; "Sen beni bilir misin? Ben senin evvel gelen ecdadındanım." demiştir. ibn Arabî de; "Sen dünyadan intikal edeli ne kadar müddet oldu?" diye sormuş, bunun üzerine o şahıs; "40.000 seneden fazladır." diye cevap vermiştir. ibn Arabî, "Ademoğlu neslinin bu kadar ömrü yoktur. Zira devr-i sünbüle, yani insanlık tarihi, (o dönemin bilgilerine göre) 7.000 senedir." demiş bu defa o şahıs; "Hangi Adem’den sorarsın? yakın olandan mı, yoksa uzak olandan mı?" diye karşılık vermiştir. O esnada ibn Arabî, Hz. muhafazid’den rivayet olunan "Allah, 100.000 Adem yaratmıştır." hadisini hatırlamıştır. [13]

    Böylece ibn Arabî, bu şahsın Hz. Adem’den önce yaratılan insanlardan olabileceğini anlamış ve bu olayı peygamberlerden Hz. idris’e sormuş, o da onun bu keşfini tasdik ederek; "Biz peygamberler topluluğu öncesini bilmesek de âlemin sonradan yaratıldığına iman ederiz. Allah ise kâinattan önce de vardı." demiştir. [14] ibn Arabî devamında, âlemin sonradan yaratıldığı şüphesiz olmakla birlikte insanın ne zaman yaratıldığı konusunda tarihin meçhûl olduğunu söylemiştir. [15][16]

    Bir başka rivayette ise bu durum, şöyle anlatılmaktadır: ibn Arabî, tavaf sırasında tanınmayan birtakım adamlar görmüş, onlara kim olduklarını sormuş, onlar da "Biz, Adem’den 40.000 yıl önce gelen ilk ecdadındanız." diye cevap vermişlerdir. [17] Öyle ki onlardan biri ibn Arabî’ye şu beyti okumuştur:

    "Lekad tufnâ kemâ tuftüm sinînâ
    Bihâze’l-beyti tarran cemîâ"

    Mânası: "Sizin tavafınız gibi biz de tavaf ettik senelerce. Bu beyti toptan hep beraberce." [18]

    Arabi’nin yaşadığı bu gizemli hadiseye karşın, Rabbani’nin yorumu şöyledir: Hz. Adem’in varlığından önce gelip geçen bütün ademler, Resûlullah’a ve ona salât ve selam olsun, vücûd olarak, hepsi misal aleminde değillerdi. O ki, şehadet âleminden vücûd buldu. Yeryüzünde hilafete nail oldu, melaikenin dahi secde ettikleri oldu. Bu yalnız, Ebul Beşer Adem idi... Arabi’nin, üzerinden kırk bin yıl geçmiş olarak bulduğu kimse, misal aleminde, ceddinin lâtifinden bir lâtife idi... Arabî’nin şehadet aleminde vücûdu vardı ve Beyt-i Şerif’i tavaf ediyordu. Ama o sırada, misal aleminde bulunuyordu. Çünkü, Kâbe-i Muazzama’nın, Misal aleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki, o alem halkının kıblesidir. Rabbani, bu delilini, Muhyiddin- i Arabi’nin gördüğü adamın, ona: “Ben, senin ecdadının cümlesindenim. Vefatımdan kırk bin yıl geçti." sözüne dayandırmaktadır.[19]

    Bursevî, Duhan Sûresi’nde bu meseleye işaret etmiş, "O, sizin de Rabbiniz, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir." [20] âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: ibn Arabî, "Fütûhât-ı Mekkiyye"sinin "Bâbû hudûsi’d-dünyâ: Dünyanın Yaratılışı Babı"nda "inkazâ kable Adem’e mietü elf Adem: Adem’den önce 100.000 Adem gelip geçmiştir." şeklindeki zayıf hadisi zikretmiştir. ibn Arabî, bir defasında Kabe’yi tavaf ederken bununla ilgili olarak bir keşfe ve müşahedeye mazhar olmuş, tavaf sırasında bazı ruhlar kendisine temessül etmiştir. [21] Bursevî, diğer eserlerinde zikrettiği bilgilerin aynısını burada da tekrarlamıştır. Fakat burada diğerlerinden farklı olan tek nokta, yukarıda zikredilen hadisin "hadisen zaîfen: Zayıf hadis" olduğuna işaret edilmiş olmasıdır. [21]

    Bursevî, "Hadîs-i Erbaîn" adlı eserinde, "Ey kullarım öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en takva sahibi birinin kalbi üzere olsa bu benim mülkümde bir şey artırmaz." [22] kudsî hadisini şerhederken şöyle demiştir: Caizdir ki, ol Adem’den mukaddem gelen envât sitteye dahi şamil ola. Cin, Bin, Hin, Tim, Rim, Yim gibi ki bunların her biri duhûr-ı tauile Dünyada muammer olmuşlardır ki yalnız Cinnin Adem’e gelince ömrü altmış bin senedir. [23] Aynı eserin bir sayfa sonrasında ise, "Innallahe halaka kable Ademe miete elf Adem" hadisini kaydetmiş ve Nispet ümem-i âlâya olmayıp kable Adem olan ümeme olduğu zahir oldu. Eğer ki tarihi meçhul ve hudûs âlem mukarrerdir ve bu makûle ehadise gerçi ehl-i hadis alîlü’l-basar olduklarından nazar-ı sıhhatle bakmazlar ve lakin keşfen sahihtir. Biz, her halde keşif ehliyle beraberiz. Zira onlar, halde ve mealde esahh-ı ricaldirler. Diğer ehl-i kîl ve kâl olanlara karşı onların tam bir hüccetleri vardır [24] demiştir.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 33.
    +1
    Yeryüzünün Eski Sakinleri

    Kurân-ı Kerîm’de geçen bazı ifadelerden yeryüzünde insanlardan evvel insanlar gibi mükellef bir kısım varlıkların da yaşadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunların nasıl varlıklar olduğu hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir.[1]

    ilk insanların ortaya çıktığı tarihin, jeolojik zaman olarak, dördüncü zaman olan kuarterner zamanında, yani 65 milyon yıl önce, Arabistan’da ortaya çıktığı söyleniyor. Bazı kaynaklarda ise bu tarih, günümüzden 200 bin yıl öncesine kadar gider. Aslında on hatta yüz binlerce yıl öncesinde yaşamış insanların varlığı, arkeologların bulduğu fosillerle kanıtlanmıştır. Ancak bunların, insan diyebileceğimiz türden çok, insana benzeyen ama özellikleriyle tam da insan olmayan insansı varlıklar olduğu görülmüştür. Amerika kıtasında ise, yaşam 28.000 yıl öncesine gitmekte ve bu tarihten önce herhangi bir insan ya da insansı varlığa rastlanmadığı tespit edilmiştir. Ama bu fosillerin de gerçekten insan özelliklerine sahip olup olmadığı tartışmalıdır.

    Tevrat’a göre, Hz. Adem’le Nuh tufanı arasında geçen süre 1756 yıldır. islam kaynaklarında da, hadislerin ışığında bu tarihlerin yakın tarihler olduğu görülmektedir. ibn-i Sad ise, "Tabakat" adlı eserinde, Hz. Adem ile Hz. Musa arasında 3.000 yıl olduğunu belirtir. Hz. Nuh’un M.Ö. 3478 yılında doğduğu rivayet edilir. Babil kralı Asur Banipal ve kral Sanheribs’in inşa ettirdiği kütüphanedeki bilgilere göre, Nuh tufanı M.Ö. 4000-5000 yılları arasında yaşanmıştır. Hz. Nuh, 950 yıl yaşadığına göre, doğum tarihi bilgisi büyük ihtimalle doğruya yakın bir tarihtir.[2]

    Bugün bazı islam alimleri ve araştırmacıları, Kurân’a dayanarak, Hz. Adem’den önce yaşayan başka insanlar olduğu konusunda ortak bir görüşü savunuyor. Ancak araştırmacı Ahmed Hulusi bu varlıkların insan formatında yaşayan, bilimin "Homo Sapiens" adını verdiği, "insansı" varlıkların olduğunu iddia ediyor. Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı ise, aynı bugünkü insan gibi ruhu, kültürü, zekası olan varlıkların var olduğunu söylüyor.[3]

    Bâzı âlimlere göre ise Hz. Adem’den önce dünyada yaşayanlar vardı. Fakat O günkü dünya, bugünkünün aynı olmadığı gibi, o yaşayanların yapısı da insanlar gibi değildi. Muhtemelen bunlar, cin taifesinin bir türüydü. Kendi yapılarına elverişli şekilde bulunan o günkü dünyada yaşıyorlar, normal hayatlarını sürdürüyorlardı. Ancak, cinlerin de içlerinde iyileri ile kötüleri, zâlimleri ile âdilleri bulunduğundan, istikametlerini kaybedip birbirlerine düştüler. Hatta karşılıklı cinayetlere giriştiler. Allah da onların isyanlarından dolayı nesillerini mahvedip yerlerine Hz. Adem’i gönderdi.[4][5]

    Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın konu ile ilgili sohbeti

    Kurân’da Hz. Adem’den önce cinnî ya da cinnî olmayan başka varlıkların yaşamış olduğu teorisini destekleyen ya da işaret eden âyet, Bakara sûresi 30’dur:

    وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةًۖ قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۖ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

    "Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi." [6]

    Bundan anlaşılmaktadır ki, yeryüzünde kan döken bir kavim vardı. Melekler de bunlar gibi bir başka âsî varlık yaratmanın hikmetini merak edip sormak ihtiyacı duydular. Ayrıca "Halife" tâbiri de, bu mânâyı teyid etmektedir. Çünkü "halife", gidenin yerine gelen manasına gelmektedir. Demek ki, Hz. Adem’den önce bir kavim vardı ki, onlar, "selef" olarak gidiyor, Hz. Adem de "halef" olarak, yâni "Halife" vasfıyla gelmiş oluyor.[4][5]

    Evet, insandan önce yeryüzünde aklı olan başka canlı türleri yaratılmış ancak onların belirgin vasfı meleklerin ifadesiyle "bozgunculuk yapıp kan dökmek" olmuştu. Allah’ın meleklerin endişesine "Şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek insanı yaratması, bir bakıma ondan yapıcı-barışçı olmasını, kan dökmekten kaçınmasını özellikle beklediği manasına mı geliyordu? [7]

    Ayette dikkat çekici bir ifade var. Bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri. Sûre, Hz. Adem’in yaratılışından söz ederken, diğer yandan da henüz yeryüzünde yaşamamış hatta eşi bile olmayan Adem’in gerçekleştirebilmesinin mümkün olmadığı bir eylemden bahsetmektedir. Biraz düşündüğümüzde ise Hz. Adem’den önce yaşamış ve kan dökmüş bir insan türünün yeryüzünde yaşamış olduğu kanaatine varıyoruz.[8]

    Şimdiye kadar haklı olarak ata kabul etmediğimiz ama ne olduklarını da tam olarak söyleyemediğimiz fosil canlılar dikkate alındığında, yapılan yorumların isabetli olduğu söylenebilirdi (Kurân, az sözle çok şey anlattığı için, bir yorumun doğru olması diğer yorumların yanlış olduğu manasına gelmiyor. Mesela insandan öncekilerin cinler olduğu tefsiriyle çelişmiyor; kendilerine mahsus kanları yoksa, mecaz manada kan dökücülerin cinler olduğu düşünülebilir).[7]

    Bediuzzaman’a göre "halifetün" tabiri, arzın, insanların hayatına elverişli şartları oluşmadan önce, yeryüzünde düşünen (idrakli) bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. ‘Halifetün’ tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele edilmişlerdir (değiştirilmişler ya da üstünlükleri insanlara geçmiştir).[9]

    Meleklere insanın yeryüzünde fesat çıkaracaklarını Allah’ın bildirdiği rivayet edilir. Buna dâir ibni Mes’ud ve sahabeden bazılarının rivayet ettiği farklı görüşler vardır. Bu görüşler şöyledir:

    Allah, meleklere: "Şüphesiz ki ben, yeryüzünde bir halîfe (insan) yaratıcıyım." dediği zaman melekler: "Ey Rabbimiz, bu halîfe ne olacak?" diye sordular. Allah da: "Onun bir nesli olacak. Onlar yeryüzünde fesat çıkaracak, birbirlerine haset edecek ve birbirlerini öldürecekler." buyurdu. Bunun üzerine melekler: "Ey Rabbimiz orada fesat çıkarıp kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?" dediler. Alla, meleklere, yeryüzünde kalabalık halk bulunduğu zaman, orada fesat çıkaracaklarını ve kan dökeceklerini bildirmişti.

    ibn Zeyd şöyle demiştir: «Allah, cehennemi yarattığı zaman, melekler çok korktular ve: "Ey Rabbimiz, bu ateşi kimin için yarattın?" dediler. Allah:
    "Mahlûkatımdan bana asi olanlar için." cevabını verdi. Hâlbuki o günde meleklerden başka mahlûkat yoktu ve yeryüzünde de hiçbir yaratık bulunmuyordu. Allah: "Şüphesiz ki ben, yeryüzünde bir halîfe (insan) yaratıcıyım dediği zaman melekler günahın onlardan çıkacağını anladılar.»

    Levh-i Mahfuza kıyamet gününe kadar olacak şeyler yazıldığından, melekler de Levh-i Mahfuza bakarak öğrenmişlerdir. [10][11]

    Hz. Adem’in yeryüzüne halife olmasını bildiren ayeti tefsir eden bu izaha göre, yeryüzü ve dünya yüzü hakkında birkaç durum ortaya çıkıyor:
    Tümünü Göster
    ···
  20. 32.
    0
    Rez şuku
    ···