/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
  1. 251.
    0
    On beşinci yüzyıldan sonra, Orta Türkçe, yerini Yeni Türkçe devresine bırakmıştır. Türkçe'nin bu devresi, 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu devirde Türklüğün tek bir alfabe sistemi vardır. Bütün Türk dünyası, islâmî Türk alfabesini kullanmakta ve bu alfabeyle anlaşma gayet kolay olmaktaydı. Bu devir Türkçesi, en büyük dil yadigârlarını Osmanlı Türkçesi'yle vermiştir. Ancak, Türkçe'nin dış ve iç yapısı yönünden pek fazla değişmeye başlaması, bu devirde dilde çeşitli akımların doğmasına sebep olmuştur.

    Türk yazı dili: Türkçe, yazılı edebiyata geçerken Arap, Fars, Çin, Yunan vs. gibi belli başlı dillerin dışında pek çok batı dili, henüz yazılı edebiyata geçmemiştir. Fransız edebiyatı 14, Rus edebiyatı 11, ispanyol edebiyatı 12, italyan ve Alman edebiyatları 13, ingiliz edebiyatı ise 15. yüzyıldan sonra yazılı edebiyata sahiptirler. Dolayısıyla yazı dillerinin ortaya çıkması da Türkçe'den bir hayli sonradır.

    Türkçe'nin devrelerinden bahsederken, Türk dilinin ilk yazılı vegibalarının Eski Türkçe devrinde olduğu zikredilmişti. Eski Türkçe, Türklüğün, 11. yüzyıla kadar devam eden tek yazı dilidir. Eski Türkçe'den sonra batıya yapılan göçler ve yeni kültür merkezlerinin teşekkülüyle Türkçe, çeşitli bölgelerde farklılıklar göstermeye başlamıştır. Kaşgarlı Mahmud, bu hususta Dîvân'ında ilk bilgi veren dil âlimlerinden ve araştırıcılardandır.


    Eski Türkçe'den sonra Türk yazı dili, Batı ve Kuzey-Doğu Türkçesi olmak üzere iki ana kola ayrılmıştır. Orta Türkçe devresinde görülen bu ayrılma, batıda Osmanlı ve Âzerî Türkçesi'ni ortaya çıkarırken, Kuzey-Doğu Türkçesi de; kuzeyde Kıpçak, doğuda Çağatay Türkçesi'ni meydana getirmiştir. Bunlardan Osmanlı Türkçesi, Türklüğün uzun ömürlü ve kesintisiz olan, en büyük yazı dilidir. Yerini, 1908'den sonra Türkiye Türkçesi'ne bırakmıştır. Batı Türkçesi'nin doğu dairesini meydana getiren Âzerî Türkçesi ise, şifahî edebiyatın ve şiir an'anesinin tesiriyle varlığını sürdürmüştür. Çağatay Türkçesi de yerini Modern Özbek Türkçesi'ne bırakmakla birlikte, Doğu Türkçesi'ni bugün; Kazak, Kırgız, Özbek vs. temsil etmektedir. Doğu Türkistan'ın dili olan Modern Uygur Türkçesi de aynı daire içinde yer almaktadır.

    Batı Türkçesi'nin doğu kolu olan Âzerî Türkçesi ise, önceleri Tebriz ağzına dayanmakla birlikte sonraları Bakü ve Karabağ ağızlarının yayılmasıyla üçlü bir kültür merkezine sahip olmuştur. Bakü ve Karabağ, bu şîvenin Kuzey; Tebriz ve iran kısmı da Güney dalını meydana getirmektedir. Bu ayırma, daha çok Âzerî Türklüğünün siyasî parçalanmaya tâbi tutulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bölgede fırsat ele geçince istiklâl ilan eden bazı hükümetler, hemen Türkçe tedrisata başlamışlar ve Türkiye'den öğretmenler getirerek dil birliğine yönelmişler, ancak bu hareketler, iran ve Rusya'nın işbirliğiyle yok edilmiş, zaman zaman bu işbirliğinin içine ingiltere de katılmıştır.

    Türkçe'nin Ana Türkçe'ye bağlı olan iki lehçesi daha vardır. Bunlar; Çuvaş ve Yakut lehçeleridir. Ana Türkçe'de birleşen bu lehçeler; yukarıda sözü edilen şîvelerden ayrı bir yol takip ederek, tarih boyunca günümüze kadar gelmişlerdir. Bunlardan Çuvaşça, Türk-Moğol dil akrabalığının ve birliğinin aydınlatılmasında köprü vazifesi gören mühim bir lehçedir. Fikir ve düşünce itibariyle asıl Türklükten ayrılmayan bu lehçe, kendine mahsus ayrı bir yol takip etmiştir. Bugün, anlaşılmaz bir durum arz etmektedir. Zaten lehçe; bir dilin, bilinmeyen bir zamanda, kendisinden ayrılan ve anlaşılmayacak kadar farklılıklar gösteren koluna denmektedir.

    Türk dili, bütün bu târihî devreler ve yazı dilinin gelişmesi içinde çeşitli kültürlerin ve dillerin tesirinde kalmıştır. Bu yüzden de dilde bazı cereyanlar ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcası Türkçecilik cereyanıdır.

    Türk Dili, tarihî devirler içinde, yalnız Göktürk Türkçesi'nde açıklık göstermektedir. Ancak bu zamandan sonradır ki Türkçe, Uygurlar zamanında ve islâmî devreye geçildiği zamanlarda, Türk milletinin çeşitli medeniyet ve dinlerle karşılaşmasının sonucu, yabancı dillerden pek çok kelime almıştır. Eski Türkçe devresinde bu durum daha çok, Soğdca'dan gelmiştir. Tercüme edilen Brahma, Mani ve Buda metinleri, yeni fikir ve mefhumları karşılamak için, din kültürünün kelimelerini de beraberlerinde getirmişlerdir.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 252.
    0
    islâmî devre içinde de aynı durum görülmektedir. Bu zamanda Türk dünyası, bütün gönlünü islâmiyet'e açtığı gibi, dilimiz de pek çok kelimeyi almaktan çekinmemiştir. Fakat bu durum, Kaşgarlı Mahmud'la başlayan bir cereyanı da doğurmuştur. Türkçe, yalnız islâm medeniyeti içinde değil, komşu bulunduğumuz ve devlet içinde yer alan kavim ve milletlerin dillerinden de pek çok kelime almıştır. Tanzimat'tan sonra bile, batıya açılmamızla batı menşeli kelime ve gramer şekilleri, gitgide Türkçe'de yer etmiştir. Bu durum, hangi devirde olursa olsun dilin iç ve dış tarihi yönden başka dillerin tesiri altında kalmasına sebep olmuş ve tarihte Türkçecilik cereyanını doğurmuştur.

    Kaşgarlı Mahmud ile başlayan dil şuuru, Türkçecilik cereyanının çeşitli şîvelerde nüvesini teşkil etmiş ve müelliflerle şairler, Türkçecilik cereyanını başlatmışlardır. Bu durum, Karamanoğlu Mehmed Bey gibi bazı beylerde Arapça ve Farsça'ya karşı, Türkçe'nin devlet dili olması için bir tepki şeklinde doğmuş, bazı müelliflerde sadece Türkçe yazmak arzusu ile ortaya çıkmış; bazı şâirlerdeyse Türkçe'nin işlenmesi ve gramer düşüncesiyle gerçekleştirilme yoluna gitmiştir. Fakat asıl istek, 13. ve 15. yüzyıllarda, beyliklerin desteği ve teşvikiyle olmuştur. Osmanlı, isfendiyar ve Aydınoğulları'nda görüldüğü gibi, beyler, eserleriyle bu cereyana katılmışlardır. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Beyden önce 13. yüzyıl başlarında, Selçuklu sarayında Türkçe yazan şairler vardır. Ahmed Fakih ile Hoca Dehhânî bunlardandır.

    Arapça ve Farsça'dan ayrılmanın imkânsız olduğunun, mensubu bulunduğumuz islâm inancı ile bilinmesini isteyen bazı müellif ve şairler de, Türkçe'yi bu dillerden alınacak kelimelerle işleyip, çeşni ve halâvetine kavuşturmak istemişlerdir. Şunu da belirtmek lâzımdır ki, Türkçe, sadece başka dillerden kelime almamış, en azından aldığı kadar da başka lisanlara kelime vermiştir.

    Anadolu sahasında ilk Türkçecilik cereyanını başlatanlar, 14. asırda, Gülşehrî, Âşık Paşa, Kadı Darir, Şeyhoğlu Mustafa, Hoca Mesud gibi şahsiyetlerdir. Bu halkaya 15. yüzyılda ikinci Murad Han, Devletoğlu Yûsuf, Sarıca Kemâl, Aydınlı Visâli, 16. asırda ise Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî eklenmişlerdir. Hatta 16. yüzyılda gözle görülen bu akıma, şuarâ tezkirelerinde yer verilmiş, daha sonra Türkî-i Basit Cereyanı diye adlandırılmıştır.

    Doğu Türkçesi'ndeyse bu cereyan, Timur Han'da nüvesini bulmakla birlikte, asıl, Türkçe âşığı bir hükümdar olan Hüseyin Baykara ve mektep arkadaşı Ali Şîr Nevâî'de şahsiyetini bulmuştur. Hüseyin Baykara, bu hususta bir ferman çıkarırken, Ali Şîr Nevâî de Türkçe'nin üstünlüğünü ispat yoluna gitmiş ve onun kudretli bir dil olduğunu göstermek için pek çok eser yazmıştır. Hüseyin Baykara'nın ise Türkçe Dîvân'ı vardır.

    On yedinci yüzyılın ikinci yarısında bu fikre sahip çıkan, Nâbî'dir. On sekizinci asırda Sâdi Çelebi, mahallîleşme cereyanının temsilcisi olan Nedim, 19. yüzyılda Padişah ikinci Mahmud Han ve Vakanüvis Esad Efendi de aynı fikirden hareket etmişler ve bu hâl, Tanzimat'a kadar gelmiştir. Tanzimat'tan sonra Namık Kemal, Ali Süâvi, Ahmed Midhat Efendi, Şemseddin Sâmi, Muallim Nâci, işi ilmî ölçüler içinde halletmek için, çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir.

    Bundan sonra, artık, dilde iki düşünce vardır: Bunlardan birisi; ilmî ölçüler içinde Türkçe'ye sahip çıkmak; diğeriyse tasfiyecilik denilen dili fakirleştirme cereyanıdır. Bunlardan birinci fikre, Türk Derneği mensupları ile Selânik'te Genç Kalemler sahip çıkmışlardır. Türk Derneği “kullanılacak lisânın, en sâde Osmanlı lisânı olacağını” söylerken, Genç kalemlerse konuştuğumuz istanbul lisanını istemektedir. Türk Derneğinin görüşlerine Necip Âsım; genç Kalemlerinkine de Ali Cânib, Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp üçlüsü önderlik etmişlerdir.

    Cumhuriyet devrinde, bir ara denenen, Türkçe olmayan bütün kelimeleri dilden atmak şeklinde özetlenen ve Tasfiyecilik olarak isimlendirilen hareket, ortaya çıkan vahim neticeleri sebebiyle terk edilmiş ve 1936 yılından sonra tasfiyecilik hareketlerine, kesinlikle iltifat edilmemiştir. Hattâ Atatürk, Türkçe'nin eskiliği ve başka dillerin kaynağı olduğu tezinin neticesi olarak, Güneş-Dil Teorisini ortaya atmış ve yabancı olduğu söylenen her kelimenin Türkçe olduğunu kabul etmiştir. Bu durumda “Hangi dilden gelirse gelsin Türk Milletinin konuştuğu her kelime Türkçe'dir” hükmü ortaya çıkmıştır.

    Atatürk'ün ölümünden sonra ise, tasfiyecilik, yalnız dildeki kelimeleri atmakla kalmamış, ilim tanımaz bir yola da sapmıştır. Türkçe'nin kendi kaide ve kanunlarına bile ehemmiyet verilmemiş ve pek çok kelime uydurulmuştur. Bu hareket, Türk Dil Kurumu'nun önderliğinde olmuştur. Kurum, ilim dışı bir yol takip ederek, pek çok dil âlimini bünyesinden uzaklaştırmış, halk ağzından derlenen kelimeleri, Türk yazı diline mal edememiş ve bu işi siyasî devrimcilere bırakmıştır. 12 Eylül 1980'e kadar süregelen bu hareket, sonunda durdurulmuştur.

    Konuşulduğu saha 19.878.368 km2 olan Altay dillerinin % 55,11'ini Türklerin yaşadığı yerler meydana getirmektedir. Türklerin yaşadığı saha, Avrupa kıtasından büyük olup, 10.955.840 km2'yi bulmaktadır. Bu sahanın büyük bir kısmı, Asya topraklarındadır. Dağılan SSCB'nin % 37'sini teşkil ederken, halen Çin topraklarının da % 18'inde Türkler yaşamaktadır. Bunun dışında Afganistan, iran ve Eski Osmanlı topraklarında ve Kıbrıs'taki Türklerin nüfusu, büyük bir yekûn tutmaktadır.

    Türklüğün bu incinlığı, eski çağlardan beri böyle olup, geniş vatanda yerleşmeleri ve pek çok kültür merkezleri meydana getirmeleri, Türkçe'nin pek fazla kardeşlenmesine sebep olmuştur. Aynı dilin, bu kadar coğrafya içinde bölgelere göre çeşitli kollarının teşekkül etmesi, bu sahayla uğraşan âlimleri, Türk şîvelerinin tasnifi gibi güç bir problemin içine atmıştır. Bu meseleyle ilk karşılaşan, Kaşgarlı Mahmud olmuştur. Bugün Türk şîvelerinin tasnifi üzerinde çalışan pek çok Türkolog mevcuttur.

    Bu meselede âlimlerin bir kısmı coğrafî özelliklere, bazısı ise Türkçe'nin yapı ve sesinden hareketle gramere dayalı tasniflere yer vermişlerdir. Radlof, Ramstedt, Samoyloviç, Liggeti, Baskakov ve Reşid Rahmeti Arat'ın tasnifleri, bunlar içerisinde ayrı bir mevki işgal eder. Gerçekteyse, Arat'ın tasnifi, bu hususta en uygun tasniftir.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 253.
    0
    Etimoloji

    Târihî şahıs, boy ve millet adlarının teşekkülüne göre Türk kelimesinin aslı, "türümek" fiilinden gelmektedir. Bu fiilden yaratılmış kişi ve insan manasına gelen "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de "yürümek"ten "yürük", "yörük" adını almışlardır. Türk kelimesi, ayrıca çeşitli kaynaklarda; "töreli", "töre sahibi", "olgun kimse", "güçlü", "kuvvetli", "terk edilmiş", "usta demirci" ve "deniz kıyısında oturan adam" anlamlarında kullanılmaktadır.[1]

    Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında; "Pinyin: dīng líng", "dīng líng", "chì lè", "tiě lè" olarak geçmiştir. Milattan sonra 552'de kurulan Göktürk Kağanlığı bağlamında "tū kué" sözcüğü kullanılmıştır. "Türk" sözcüğünün etimolojisi, yani kökeni ve özgün anlamı, açık değildir. 10. yüzyıla ait Uygurca metinlerde Türk, "güç, kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Ancak Göktürk Kağanlığı'nın çözülmesinden iki yüzyıl sonrasına ait olan bu kullanımın, siyâsî / tarihî bir referansa sahip olması olasılığı güçlüdür. En büyük insan topluluğu (türü)" anldıbına geldiği de ileri sürülebilir.[2]

    Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan devlet, milâdi 7. ve 8. yüzyıllarda (681-745) hüküm süren Göktürk Devleti'dir.[1]

    Türkiye Kelimesinin Menşei

    Coğrafî ad olarak "Türkhia" (Türkiye) tâbiriyse 6. yüzyıldaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. 9. ve 10.yüzyılda Volga'dan Orta Asya'ya uzanan sahaya denilirdi. Bu da Doğu ve Batı Türkhia olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye, Hazarlar'ın; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleriydi. Memlüklerin ilk dönemlerinde Mısır'a da "Türkiye" deniliyordu. Selçuklular döneminde 12. yüzyıldan itibâren Anadolu'ya denilmeye başlandı.[1]

    Noah, Yafes and Turk

    Türkler'in Kökeni

    1. Teori: Türkler ve Nuh'un Oğlu Yafes

    Türkler, dünyanın en eski, asîl, büyük devletler kurup pek çok meşhûr şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerindendir. Türkler, Nuh (A.S.)'nin Oğullarından Yafes'in "Türk" adlı oğlunun neslindendir.

    Nuh (A.S.)'nin oğlu Yafes, mü'mindi. Evlâdı çoğalınca onlara reis olmuştu. Hepsi de dedelerinin gösterdiği gibi Allah'a ibadet ediyorlardı. Yafes, nehirden geçerken boğulunca; Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerine geçti. Gittikçe artan nesli, Türk adıyla anılmaya başlandı. Bu Türkler, ataları gibi mümin, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldılar.

    Türkler'in başına geçen bazı zâlim hükümdarlar, semâvî dini bozarak onları putlara taptırmaya başladı. Bugün Sibirya'da yaşayan Yâkutlar, bunlardan olup hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.

    Bilinen en eski Türk kavmi, Çinliler'in "Hiong-nu" dedikleri M.Ö. 3. yüzyılın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlar'dır. Bu kavmin ana yurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Deniz'inin kuzey sıırları içinde kalan vadiydi. Şen-yu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun ırmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfusun artışı ve fütuhat isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  4. 254.
    0
    2. Teori: Tükler ve Yafes + Mu Uygarlığı

    "Efendiler, Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir." [3]

    Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...

    Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi.Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığıi tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni, Orta Asya'dır. "

    Bu çalışmaların bir ayağının ekgib olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.

    Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.

    Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.

    Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. ilkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.

    Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk'e raporlar halinde iletmesi için 1935'de Mekgiba'ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven'in Mekgiba'da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward'ın Hindistan'da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk'ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.[4]

    White Huns Coin

    3. Teori: Türkler ve Hunlar

    Türk imparatorluğu'nu kuran Türk halkının köken efsanesine 8. yüzyıla ait olan Orhun Yazıtları'nda ve daha sonraki birçok kaynakta yer verilmiştir. Buna göre Türklerin anayurdu Altay Dağları yakınında, Selenga ve Orhun ırmakları arasında bulunan Ötüken Ormanı idi. Bu yer, Baykal Gölü'nün güney ucunun 250 km kadar güneyinde olup, günümüzde Moğolistan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunmaktadır.

    Dilsel verilerden hareket eden bazı araştırmacılar Türk dillerinin nihai kökeninin daha kuzeyde, belki Baykal Gölü'nün kuzeyinde veya doğu Sibirya'da olabileceğini ileri sürmüşlerdir. (Türk dillerinde ılıman ve soğuk iklim ormanlarına ilişkin kelimeler bozkır kuşağına ilişkin kelimelerden daha eski ve daha zengindir.)

    "Türk" adına tarihte ilk kez M.S. 6. yüzyıl ortalarında Orta Asya'da Türk imparatorluğu'nu (Kök Türk veya Göktürk adıyla da bilinir) kuran bir boy veya aşiretin adı olarak tesadüf edilir. Daha eski Çin kaynaklarında sözü geçen "Tu-kyu" veya "Tue-kue" halkının Türkler olup olmadığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur.

    Türk imparatorluğu'nun kazandığı büyük prestijden ötürü, daha sonraki yüzyıllarda aynı dili konuşan (Oğuzlar, Kırgızlar, Türgişler gibi) çeşitli boylar da "Türk" adını benimsemiştir. Ancak Sibirya'daki Sahalar (Yakutlar), Volga Bulgarları ve Çuvaşlar gibi merkezden uzak bazı boyların tarihte "Türk" adını hiç kullanmadığı görülmektedir. Bu grupların Türk Halklarına dahil edilmesi, modern etnografik tasniflerin sonucudur.[5]

    Türk imparatorluğu'nun ortaya çıkışından önce Türk dilleri konuşan kavimler hakkında tarihi ve epigrafik bilgi çok kısıtlıdır. Arkeolojik buluntulardan hareketle oluşturulan hipotezler, doğal olarak, önemli oranda spekülatif malzeme içerir.

    Türk imparatorluğu'ndan 700 yıl kadar önce, MÖ 2. yüzyılda, Çin kaynaklarında Hiung-nu olarak adlandırılan bir devlet Orta Asya'ya egemen olmuştur. Modern tarihçilerin birçoğu bu devleti, MS 4. yüzyılda Avrupa'yı istila eden Hun'larla birleştirir. Ancak gerek Hiung-nu, gerek Hunlar'ın kullandığı dil veya dillerin Türk dilleriyle bağlantılı olup olmadığı açık değildir. (Türk imparatorluğu, Hiung-nu imparatorluğundan devlet yapısına ilişkin bazı gelenekleri, Tengri (tanrı) inancını ve bazı tarihi gizemleri devralmıştır. Ancak bundan hareketle dilsel veya etnik süreklilik varsayılamaz.)

    Orta Asya'da bulunan arkeolojik kalıntılar, erken Neolitik çağa giden bir kültürün varlığını kanıtlamaktadır. Bu kültürler ile tarihi dönemlerdeki Türk, Moğol, Tohar ve Tibet kültürleri arasında bazı devamlılıklar görülür. Ancak bu olgu, prehistorik Orta Asya kültürlerini "Türk" veya "Moğol", "Tohar" vb. olarak tanımlamak için yeterli değildir.

    Chicago Üniversitesi bünyesinde 2003'te yapılan bir araştırmada, Moğolistan'da Egyin Gol'de bulunan Hiung-nu dönemine ait insan kalıntılarıyla Anadolu'da derlenen veriler arasında bazı genetik benzerlikler tespit edilmiştir.[6]
    Tümünü Göster
    ···
  5. 255.
    0
    4. Teori: Türkler ve Etrüskler

    ingiliz Guardian gazetesi, Avrupa insan Genetiği Konferansı'nda sunulan Etrüsk uygarlığının kökenine yönelik araştırmaya geniş yer ayırdı.

    Haberde, Roma imparatorluğu'nun ilk yıllarında italya'nın Toskana dahil birkaç değişik bölgesinde hüküm süren ve bugüne dek kökenleri pek çok tartışmaya konu olan Etrüsklerin atalarının ayak izlerine Anadolu topraklarında rastlandığı belirtiliyor.

    Habere konu olan araştırmada, Etrüsk uygarlığının hüküm sürdüğü Volterra, Murlo ve Casentino kasabalarında 263 kişiden alınan DNA örnekleri italya, Balkanlar, Limni Adası ve Anadolu'daki 1200'ü aşkın kişinin DNA'larıyla karşılaştırıldı.

    Sonuçta Etrüsklerin genetik yapısının bir italyan'dan çok bir Türk'e benzediği ortaya çıktı. Uzmanlar, özellikle Etrüsklerin Murlo kasabasındaki torunlarının genetik yapısının, birebir Türklerin genetik yapısıyla örtüştüğünü vurguluyor.

    Araştırma ünlü tarihçi Heredot'un, Etrüsklerin atalarının Anadolu'da hüküm süren Lidyalılarla akraba olduklarını, buradan önce Limni Adası'na ardından da italya topraklarına göç ettiği fikrini destekliyor.

    Milattan önce 1200-396 yılları arasında Toscana bölgesi ve civarında yaşayan Etrüskler, hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemeyen gizemli dilleri, Roma imparatorluğu'nu şekillendirdiğine inanılan adet ve yaşantılarıyla tarihte önemli tutan kavimler arasında yer alıyor. [7]

    James Bailey'nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika'da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey'e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya'nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında "şirketlerinin logolarını" bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları, Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya'da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları "Turan" olan ve Troya'dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya'ya (itlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?

    Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu'dan geldiklerini ve Lidya'dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı'da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.[8]
    Tümünü Göster
    ···
  6. 256.
    0
    Yazıyı Türklerin bulduğunu bilimsel olarak ispatlayan Kazım Mirşan, alfabelerin kökeninin Türkçe olduğu teziyle de dikkatleri üzerinde topladı. Etrüsk yazısını ilk kez Kazım Mirşan okudu

    Kazım Mirşan, 1919 yılında Doğu Türkistan'ın ili Nehri üzerindeki Kulca Kentinde doğdu. Ömrünü Türk dünyası ile ilgili bilimsel araştırmalara adadı. Yazıyı Türklerin bulduğu alfabelerin kökeninin Türkçe olduğu gibi ilginç tezler ortaya atarak tüm dünyada tartışmalar yarattı.

    Türkiye'nin 12 yıldızından biri

    Sosyal bilimler alanında dünyanın sayılı organizasyonları arasında yer alan ICANAS bilim kültür ve sanat alanında Türkiye'ye katkıda bulunanları unutmadı. Türk tarihi üzerine yaptığı bilimsel araştırmalar ile tanınan Kazım Mirşan'a 'onur ödülü' takdim etti.

    Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi'nin (ICANAS) Ankara'da yapılan 38'inci toplantısında 12 kişiye 'onurluk' ödülü (12 yıldız ödülü) verildi. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu öncülüğünde gerçekleştirilen ve sosyal bilimler alanında dünya çapında organizasyonlar arasında gösterilen ICANAS'ta bilim fikir ve düşünce dünyasının aydınlatılmasına çok değerli katkılarda bulunmuş bilim adamları da unutulmadı. 67 ülkeden 1800 bilim addıbını buluşturan kongrede 80 yaşını aşmış 12 bilim ve sanat dünyasının yıldızına ödül verildi.

    Bu isimler arasında arasında Araştırmacı-Yazar ve teorisyen Kazım Mirşan da vardı. Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Mirşan Doğu Türkistan'ın ili Nehri üzerindeki Kulca Kentinde 1919'da dünyaya geldi. 1932'de öğrenimine istanbul'da devam etti. Almanya'da Berlin Üniversitesi'nde ve istanbul Teknik Üniversitesi'nde inşaat yüksek mühendisliği okudu. Almanca Rusça ingilizce ve Türk lehçeleri; (Tatarca Özbekçe Başkurtça Tarançıca Kaşkarlıkça 'yani Uygurca' Kazakça Kırgızca Azerice Türkiye Türkçesi ile kendi ana lehçesi olan Tümenlikçe) dışında Yunanca Latince ve italyanca'yı meslek araştırmalarına yarayacak kadar bilen Mirşan hayatının büyük bir kısmını Türk tarihi ile ilgili yeni tezler ortaya atarak büyük tartışmalara yol açtı. 'Etrüsk Yazısı'nı dünyada ilk defa okuyan Mirşan 'Orhun-Selene Yazıtları' üzerinde de incelemelerde bulundu. Türk tarihiyle ilgili tartışma yaratacak yeni teoriler öne sürdü. Atlantis olarak bilinen mitolojik uygarlığa ilişkin yeni iddialar ortaya attı.

    Hayatını bilimsel araştırmalara adayan Kazım Mirşan Türk tarihi ile ilgili yeni tezler ortaya atarak tartışmalara yol açtı. 'Etrüsk Yazısı'nı dünyada ilk defa okuyan kişi olarak bilinen Mirşan 'Orhun-Selene Yazıtları' üzerinde de incelemelerde bulundu.
    Türkler devlet kurmada en önemli medeniyetlerden

    Araştırmacı-Yazar Kazım Mirşan Türk tarihinin seyrinin en önemli noktasının Türklerin devlet kurma ve idare etme özelliği olduğunu kaydetti. Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Kazım Mirşan Türklerin Anadolu'dan Avrupa'ya kadar geniş bir coğrafyada etkinliklerini sürdürdüklerini belirterek şunları söyledi: "Türkler her zaman devlet kurmada ve idare etmede en önemli medeniyetlerden biri olmuşlardır. Devlet kurma ve idare etmek bir sanattır. Türkler de bunu en iyi yapan medeniyettir. Türklerin tarihteki kaynaklarına baktığımızda çok geniş ve sağlam bir haberleşme ağının olduğunu görmekteyiz. Türk hakanları sınır boylarında olan her şeyden haberdar olmaktaydı. Bunun yanında sınır boylarında Türk hakanı adına karar verebilecek biri mutlaka olurdu. Devlet yönetmenin en temel unsurlarından bir tanesinin haberleşme ağının sağlam olmasıdır ki tarihte bunu Türkler ortaya koymuştur."

    Türklerde yönetim sanatının tecrübeye dayandığını vurgulayan Mirşan son kitabında özellikle bundan bahsettiğini belirtti. Türklerin Çinlilerden çok önce kağıt üzerine fırçayla yazı yazdıklarını ve bunun örneğine çok rastlanmadığını anlatan Mirşan; "Yazılanlardan şunları öğreniyoruz. Türkler Tanrıya çok değer veriyorlar. Örneğin bir gün yolda yürürken Tanrı'yla karşılaştığını yazmış ve bu ona saadet getirmiş. Diğer medeniyetlerde bunun örneği yoktur. Türkler Tanrı ile olan ilişkilerinde her zaman sevgi ve saygı çerçevesinde hareket ediyorlar ve bunu da dile getiriyorlar." dedi. Devlet kurmanın ve idare etmenin bir sanat olduğunu ifade eden Mirşan; "Tarihteki kaynaklara baktığımızda Türklerin çok geniş ve sağlam bir haberleşme ağının olduğunu görmekteyiz. Türk hakanları sınır boylarında her şeyden haberdardı." diyor.

    Bilinen ilk Türk devleti Hun imparatorluğu değil

    Kazım Mirşan ve Haluk Tarcan tarafından ortaya çıkarılan yeni bir tez Türk tarih dünyasını karıştıracak cinsten. Mirşan ile Tarcan bilinen ilk Türk devleti olan Hun imparatorluğu'nun ilk Türk devleti olmadığı ilk Türk devletinin Bir Oy Bil olduğu görüşünde. "Ardından At Oy Bil Türükbil (karşılığı: Göktürk) gelir. Türk tarihinin çok eskilere dayanması gerektiğini gösteren en büyük delil ise; Orhun kitabeleridir. Çünkü Orhun kitabelerinde kullanılan dil ve noktalama işaretleri bu dilin en gelişmiş hali olduğu sonucuna zütürmektedir. Böyle bir dilin oluşabilmesi için en az 3000 yıl geriye gidilmesi gerekir. Bugün Çin sınırları içerisinde 300 metre boyunda piramitler bulunduğu ve bu piramitlerin Mısır'dan çok önce inşa edildiği tespit edilmiştir. Mısır'ın dip kültüründe de Türkler olduğu iddia edilmektedir. Hazırladığı çalışmalarda ingiltere'nin Başkenti Londra'da bulunan kütüphanedeki belgelerden yararlandığını da belirten Mirşan "Macar Türkolog Aurel Stein yaptığı araştırmalar sonucunda Türk tarihine ait orijinal belgeler bu kütüphanede yer bulmuş. Şimdi biz de bu belgeleri derleyerek Türk tarihine ait bilinmeyen dönemlere ışık tutuyoruz" dedi.

    ilk Türk devletinin Bir Oy Bil olduğunu savunan Mirşan ardından At Oy Bil Türükbil 'in (karşılığı: Göktürk) geldiğini kaydediyor. Mirşan'a göre Türk tarihinin çok eskilere dayanması gerektiğini gösteren en büyük delil ise Orhun kitabeleri

    Alfabelerin kökeni Türkçe

    Kazım Mirşan yaptığı çalışmalar sonucunda tarihe dönük bilimsel iddialarda bulundu. Mirşan Türkler'in Çinlilerden çok daha önce kağıt üzerine fırçayla yazı yazdıklarını ve bunun örneğine çok rastlanmadığını ifade etti. işte Mirşan'ın tarihçileri şaşırtacak iddialarından bazıları:

    Türk Tarihi M.Ö 16.000'li yıllara dayanıyor.
    Yazı M.Ö 16.000 yılında Türkler tarafından icat edildi.
    Tüm dünya alfabelerinin kökeni Türk alfabesidir.
    Kürtçe'nin Ön-Türkçe'den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsça'ya da taşımıştır.
    Anadolu'da da Ön-Türkçe yazıtlar bulunmaktadır.
    Latin Yunan Fenike ve Kril alfabeleri Ön-Türkçe'den oluşmuştur.
    Roma'nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan Etrüskler Türk'tür. (Etrüskçe yazıtlar ilk defa 2004 senesinde Kazım Mirşan tarafından çözümlenmiştir.)
    Etrüskçe, Türkçe'dir
    Skandinavya ve Avrupa'da 5000'den fazla Türkçe yazıt bulunmaktadır.
    Türklerle Almanlar (Cermenler) akrabadır.
    Mısır'daki eşteşlerinden 2000 yıl daha eski ve iki kat daha büyük olan ve şu anda yasaklanmış bölgede bulunan piramitler Türkler tarafından yapılmıştır.
    Türkler'in Çinlilerden çok önce kağıt üzerine fırçayla yazı yazdıklarını anlatan Mirşan daha da ileriye giderek tüm dünya alfabelerinin kökeninin Türk alfabesi olduğunu savunuyor. Mirşan ayrıca "Etrüskçe Türkçe'dir Türklerle Almanlar akrabadır" diyor.

    Türklerin Anadolu'ya giriş tarihi 1071'den çok önce

    Araştırmacı yazar Mirşan'ın iddiaları bununla da sınırlı değil. Mirşan'a göre Japon ve Çin medeniyetinin dip kültüründe M.Ö. 4000 yıllarında Orta Asya'dan göçen Türklerin etkisi var. Ayrıca Türkler'in Anadolu'ya gelmeleri 1071'e değil M.Ö. 7000 yıllarına kadar gidiyor. Çevresi denizle çevrili Anadolu'yu sürekli besleyen Türk göçleri buraya sıkışmışlar ve Türk varlığını tesis etmişlerdir. Oğuzlar Anadolu'ya geldiklerinde karşılarında aynı dili konuşan pek çok Türk grubu ile karşılaşmış. Mirşan M.Ö. 10 bin yıllarında ılıman iklim ve büyük göllerin olduğu anlaşılan Orta Asya'nın kuruması ve çölleşmesiyle Türk gruplarının çevre ülkelere yayıldığını ve diğer kültürlere etki yaptıklarını ifade ediyor. Mirşan Bering Boğazı'ndan geçen bu grupların Kızılderili kültürlerinin diplerinde de etkili olduğunu belirtiyor.

    Ödülleri Erdoğan verdi

    Türk dünyasına katkıda bulunan Kazım Mirşan, Şükrü Elçin, Muazzez ilmiye Çığ, ihsan Doğramacı, Süleyman Kazmaz, Oktay Aslanapa, Halil inalcık, Zeynep Korkmaz, Hamza Eroğlu, Etem Ruhi Üngör, Bozkurt Güvenç ile Kemal Baytaş'a anı tabağı ve onurluk verildi. Törende Kazmaz ve Aslanapa'nın ödüllerini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan takdim etti.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 257.
    0
    Unutduq tarixi, ötən zamanı,
    Tarihi, geçen zamanı unuttuk.
    Unutduq torpağa tökülən qanı,
    Toprağa dökülen kanı unuttuk.
    Unutduq fərqini yaxşı - yamanın,
    iyiyle kötünün farkını unuttuk
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Görsək də köksünə batan qılıncı,
    Göğsüne saplanan kılıcı görsek de
    Başımız altına qoyduq balıncı,
    Başımızın altına yastığı koyup (uyuduk)
    Doğrandın, bölündün sən xıncım - xıncım,
    Parça parça bölündün, doğrandın
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    işimiz - peşəmiz oldu ahü - zar,
    işimiz gücümüz oldu feryad, figân oldu;
    Fəryad səsimizdən fələk də bezar,
    (Öyle ki), Felek bile (bu) haykırışlarımızdan (artık) usandı.
    Ölməmiş səninçün qazıdıq məzar,
    Ölmeden senin için mezar kazdık
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Aldatdı divləri çoxbilmiş cırtdan,
    Çok bilmiş zayıflar, devleri aldattı
    Ayıra bilmədik quzunu qurddan,
    Kuzuyla kurdu ayırt edemedik
    Hamı candan keçdi, biz isə yurddan,
    Hepsi canından oldu, bizse yurdumuzdan olduk
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Səni əsir ikən qoymuşuq darda,
    Sen esir iken, biz seni darda koymuşuz
    Cəngavər ruhumuz hardadır, harda?
    Mert, yiğit rûhumuz nerdedir, nerde?
    Qoynuna gəlmədik, of, bu bahar da,
    Of, bu bahar da koynuna gelemedik,
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Günəş içimizdə eyləyib qürub,
    içimizdeki güneş, battı.
    Sərhədsiz səbrimiz illəri yorub,
    Sonsuz sabrımız, yılları yordu.
    Yollar, yetim kimi boynunu burub,
    Yollar, yetim gibi boynunu büktü
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Həsrətdən yanıbdır o qara bağrın,
    O KARA BAĞ'rın hasretten yanmış,
    Ağlamaqdan kordu neçə bulağın,
    Nice pınarın, ağlamaktan kurumuş,
    Axır yarasından qan Qarabağın,
    Karabağ'ın, ağır yarasından (adeta bir) kan (gölüne dönmüş),
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Qəfəsə salıblar quş qəlbimizi,
    Kalbimizi (bir) gibi kafese hapsettiler
    Didir peşmançılıq, "kaş" qəlbimizi,
    Pişmanlık, kalbimizi didik didik ediyor
    Məzar daşı eylə daş qəlbimizi,
    Taş kalbimizi (bizlere) mezar taşı eyle;
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!

    Hələ ki, vicdanlar qoyulub dincə,
    Hâlâ vicdânlar, kendi rahatına bakarken
    Köksünü ötürür məğrur Əlincə,
    (O) Mağrur Alinja (dağı), iç çekiyor.
    Sənin ayağına biz gəlməyincə,
    Biz, senin ayağına gelmeyince
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!
    Bağışlama bizi, Vətən!
    (Ey) vatan, (sen) bizi bağışlama!
    Tümünü Göster
    ···
  8. 258.
    0
    isteğe göre devam ederim ARAŞTIRMACI TARiHÇi BRiCCi 1979 CCC
    ···
  9. 259.
    0
    http://www.incisozluk.com.tr/e/183403385/

    gibiNCE gibTi DiYORLAR. BiR ERMENi DAHA GÖT OLDU
    ···
  10. 260.
    0
    Komplo Teorileri

    Komplo teorisi, kamuoyu tarafından belli bir şekilde algılanmış herhangi bir olay hakkında geliştirilmiş, kamuoyundan saklandığı iddia edilen bilgilerle, gizli bilgilere veya olayın arkasındaki görünmeyen güçlerle ilişkilendirilen alternatif açıklamalara verilen addır. Bazı kişiler komplo teorileri üreten kişileri paranoyak, ilgi çekmeye uğraşan ya da yanlış yönlendirmelerle toplumu yanıltarak bundan politik, ekonomik (ya da medyatik) çıkar sağlamaya çalışan kişiler olarak görür ve iddiaları gülünç ve önemsiz kabul ederler. Öte yandan bu tip iddialar popüler kültür alanında her zaman kendisine yer bulabilmiş, ilgi çekmeyi başarabilmiştir.

    Bilim adamlarına göre komplo iddialarına yatkın toplumlar uzun süreli politik, ekonomik veya ahlaki çöküntü yaşayan veya kendilerine karşı önemli bir tehdit yöneldiğini düşünen insanlar. Öte yandan, ingiliz sosyolog Mark Fenster'e göre belgelendirilebilen pek çok komplo teorisinin fos çıkması, bunların hepten önemsiz olmaları anldıbına gelmiyor. Fenster, bu teorilerin ortaya koyduğu gerçeğin, toplumda varolan sisteme karşı genel güvensizlik ve özellikle her şeyin yüzeyde şeffaf ve özgür gözüktüğü demokratik sistemlerde aslında alttan alta süre giden başka mekanizmaların varolduğuna dair inançtır.


    En Taze Komplo Teorileri

    Bizim çok güzel bir atasözümüz vardır Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!. Komplolar denince akla gelen ilk 5 isim; Aytunç Altındal, Erol Mütercimler, Sinan Aygün, Nihat Genç ve Mahir Kaynak. Ve bu kişilerin ilginç ve favori komplo teorileri şunlar:

    Aytunç Altındal (Araştırmacı – yazar)

    ✓ Amerika'da AIDS hastalığı bizzat devlet tarafından Afrikalıları yok etmek için çıkarıldı.
    ✓ Los Angeles'te “***” olarak bilinen uyuşturucu hap bizzat devlet ajanları tarafından dağıtılıyor ve çoğu homociksüel kişilerin uyuşturulması sağlanıyor.
    ✓ Türkiye'de sistematik olarak her 3-4 ayda bir borsada büyük panik başlatacak bir komplo ortaya atılıyor ve bu arada birileri 7-8 milyar dolar parayı toz ediyor.
    Dr. Erol Mütercimler (Yazar – televizyon yapımcısı)

    ✓ General Mustafa kemal'i Samsun'a çıkaran gemi aslında yepyeni bir transatlantikti.
    ✓ Türkiye'de de faaliyet gösteren bir bankanın arması aslında St. Andrew Haçı'dır. Bu haç, iskoçların milli sembolü olmasının dışında 29. masonluk derecesine verilen makamdır.
    ✓ Dünyanın en zengin petrol yatakları, Türkiye'nin tam altında 6 bin metre derinlikte yatıyor.
    Sinan Aygün (Ankara Ticaret Odası Başkanı)

    ✓ Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir sonraki ayağı, Karadeniz olacak. ABD, daha önce de Karadeniz'i ele geçirmeyi denemiş; ama Türkiye, Rusya ile işbirliği yaparak bunu önlemişti. Bu süreç yeniden yaşanacak.
    ✓ Üst kademedeki devlet memurlarına suikast girişimleri olacak. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alınacak.
    ✓ Türk tarımı iflas ettirilecek. Topraklarımız kullandıktan sonra kendini imha eden ve kaynağı israil olan genetiği değiştirilmiş tohumlarla işleniyor. israil tohum satışını sıfırlayacak ve büyük bir açlık tehlikesi doğacak.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 261.
    0
    Prof. Dr. Mahir Kaynak (Araştırmacı – yazar)

    ✓ 1980 öncesinde var olduğuna inanılan sağcı ve solcular… Bunların hepsi aynı kaynaktan besleniyorlardı. Yıllar sonra doğruluğu da ortaya çıktı zaten.
    ✓ Yahudiler, dünyayı idare ediyorlar. Bu işin kolay tarafı… Ama El Kaide'yi bir türlü yok edemiyorlar. Çünkü bu çok zor.
    ✓ SSCB'nin dağılması, Komünist Parti'nin intihar etmesi ile gerçekleşen son derece bilinçli bir tercihti. Dışarıdan hiçbir müdahale söz konusu değildi.
    Nihat Genç (Yazar)

    ✓ Türkiye'yi Sabetaycılar yönetiyor (Bunun 20. yüzyıldaki versiyonu da dünyayı Siyonistlerin yönettiğiydi.)
    ✓ Adnan Menderes, idam edildi; çünkü Ardahan'ı Ruslar'a satmıştı.
    ✓ Türkiye'nin elinde kimsenin bilmediği öyle bir bomba var ki, onunla dünyayı dize getirebilir.
    ···
  12. 262.
    0
    ATATÜRK’ÜN GiZLENEN VASiYETiNDE NELER VAR?!

    28.KASIM.1938 AÇILAN VASiYETE PAPA BEDiKTUS 28.KASIM 2006’DA ANITKABiR'E GELEREK GÖNDERME Mi YAPTI?

    Atatürk’ün Jandarma istihbarat subaylarından TEŞKiLAT-I MAHSUSACI ve aynı zamanda “Türk Polis Teşkilatı”nın kurucularından Mehmet Rıfat Efendi’nin en büyük mirası ATATÜRK’ÜN GiZLENEN GERÇEK VASiYETi.

    28 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümünden 18 gün sonra ikindi vakti saat 15’te Ankara 3. Sulh Hukuk TRK Mahkemesinde açılan bu vasiyetten çıkan iki tane zarf var. Biri herkes tarafından bilinen 6 maddelik vasiyet diğeri ise 50 yıl sonra açılsın diye Ankara/Ulus’taki Ziraat Bankası kasalarına anahtar uydurulur diye tedbiren kaynakla kapatılan vasiyet!..

    Bir aile düşünün 12 Temmuz 1963 yılından itibaren günü geliyor diyerek bu gizli vasiyetin açıklanması için tüm ömürlerini vakfetmişler. Bunlar Alaaddin TUMLUER ve oğlu Meriç TUMLUER... işin ilginç yanı tıpkı Atatürk’ün GENÇLiĞE HiTABESi VE NUTUK’ta şifrelediği ancak bu vasiyette üzerlerini açtığı sırlar kadar baba-oğul da bir sır küpü.

    BU SIRRIN en önemli kaynakları ise Atatürk’ün sıra dışı istihbarat subayı MEHMET RIFAT EFENDi’nin oğlu SELAHADDiN Bey, oğlu ALAADDiN Bey ve torunu MERiÇ Bey.

    1988 YILINDA AÇILACAK VASiYETE KiMLER HANGi HAKLA EL UZATTI

    Alaaddin Tumluer ve oğlu Meriç Tumluer’in ATATÜRK’ÜN GiZLENEN VASiYETi’nin AÇIKLANMASI için başlatılan çalışmaları 12 Nisan 2005 tarihindeki dilekçe ile ilk duruşma 04 Mayıs 2005 tarihiyle birlikte Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’ne taşınıyor ve bir dizi 7 celse duruşma gerçekleşiyor. Bu celselerde Baba-oğul Tumluerler’in başta GENEL KURMAY, MiT MÜSTEŞARLARI, TÜM iSTiHBARAT BiRiMLERi YETKiLiLERi, CUMHURBAŞKANLARI, TBMM BAŞKANLARI, BAŞBAKANLAR, BAKANLAR, SiYASi PARTi LiDERLERi, MiLLETVEKiLLERi,iŞ ADAMLARI, neredeyse topçu ve popçuların dahi bilgilendirildiği açıklanıyor ve bizzat evraklar açılıp, okunuyor.

    Özellikle Mahkemenin 12/Temmuz/2005 tarihinde görülen 3. celsesindeki; “22.01.1964 TARiHiNDE BÜTÜN tarihi belge, vegiba, evrak ve eşyaların Genel Kurmay Başkanlığı HARP TARiHi DAiRESi (ki günümüzde ATEŞE/Askeri Tarih ve Stratejik Araştırmalar Merkezi olarak adlandırılıyor/Hakan Yılmaz Çebi)) Temsilcilerin 1 numaralı kasadaki değerli eşyaların ise 29.04.1964 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığına, Maliye Bakanlığı yetkilileri tarafından usulüne uygun şekilde devir ve teslim edilerek kasaların içinin tamamen boşaltıldığı, kasa anahtarlarının yedekleriyle birlikte Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü Merkez Şube Yetkililerine teslim edildiği Ankara Cumhuriyet Baş Savcılığı’nın 27.05.2005 tarih ve 3/9341 sayılı yazısı ve eklerinin incelenmesinden anlaşılmıştır.” ifadesi 50 yıl sonra bizzat Atatürk tarafından açılması için telkin edilen vasiyete kimlerin, milletin kurumlarındaki nüfuzlarını kullanarak yetkileri dışında, üstelik her fırsatta ATATÜRK iLKE VE iNKILAPLARININ BEKÇiSi OLDUKLARINI söyleyerek suç işleme cüretinde bulunduklarını belgelendiriyor.

    Meriç Tumluer bu gelişmeler üzerine, “ Heyet Başkanı olan Kurmay Albay Remzi Tetik ve özel yeminli ekibinin iSTiKLAL SAVAŞI TARiHi ile ilgili hazırlanan yazıya kaynak olabilmesi bahanesiyle teslim, tesellüm tutanakları imzalanarak alınan bu evrakların TADADi dökümlerinin istetilmesi ve ortaya çıkarılması için dönemin istanbul milletvekili EMiN ŞiRiN’le birlikte bir dizi çalışmaya giriyor.

    DiĞER TARAFTAN MERiÇ TUMLUER, BiR TAKIM ÖZEL iSTiHBARATLARA (!) DAYANARAK BiZLERE, ATATÜRK’ÜN KUTSAL VASiYET DiYEBiLECEĞiMiZ GiZLENEN VASiYETi iLE iLGiLi iLK MÜTECAViZ OLAYLARIN BiZZAT iNÖNÜ TARAFINDAN 1942 YILINDA KASALAR AÇILARAK YAPILDIĞINI DA SÖYLEDi.

    “NETEKiM PAŞA” DARBEYi NiYE VASiYET AÇIKLANMADAN ÖNCE YAPIYOR?!

    Meriç Bey, Atatürk’ün gizlenen vasiyeti ile ilgili suçladığı bir diğer isim de 1980 DARBERETÖRÜ Ahmet Kenan Evren daha doğrusu tercih ettiği ismiyle sadece KENAN EVREN.

    Meriç Tumluer; EVREN’iN vasiyetle ilgisini ise şu ifadelerle açıklıyor:

    “17.10.2005 tarihinde 7. Cumhurbaşkanı Sn.Ahmet Kenan Evren’e bir mektup yazarak 10.Kasım. 1988 Yüce Atatürk’ün gizlenen vasiyetinin açıklanması ile ilgili görevli olan yönetici olması açısından gizli vasiyetnameyi okuyup ESKi TÜRKÇE’DEN YENi TÜRKÇE’YE TERCÜME ETTiRDiĞi HALDE hiç kimse okuyamaz ve rahatlıkla ulaşamaz mantığı ile Genel Kurmay Harp Tarihi Stratejik Ekipler Dairesi Başkanlığına bizzat saklatması üzerine, 16. Mayıs. 1990 tarihli Sabah gazetesinde yer alan haberi halen tekzip edememiş... ”

    Meriç Tumluer devam ediyor:
    Tümünü Göster
    ···
  13. 263.
    0
    Bu konuda ihmalinin olduğunu belirtmek için (Kenan Evren) kendisiyle bizzat karşılıklı görüşmek üzere randevu talebimi belirten 3 sayfalık bir mektup yazıp, Gizli Vasiyetin varlığı ile ilgili Aytunç ALTINDAL’ın yazısı, ATV ana haberde canlı yayında Murat BiRSEL’e bizim verdiğimiz bilgiler sonucu yaptığı röportajda YÜCE ATATÜRK’ÜN OKUYUP NOT DÜŞTÜĞÜ, DiN iLE iLGiLi BiR KiTAPTAN BAHSETTiĞi BiR KONUŞMAYI iÇEREN SABAH GAZETESiNDE ÇIKAN HABERiN FOTOKOPiLERi VE KENDiSiNE HiTABEN YAZMIŞ OLAN BU MEKTUBU, MARMARiS ARMUTALAN’A APS POSTA iLE RESMi YOLDAN MEKTUP VE FOTOKOPi EKLERiNi GÖNDERDiM... ”
    ÖZEL NOT

    MERiÇ BEY, ÖZEL GÖRÜŞMEMiZDE iSE 1980 DARBESiNiN 10.KASIM. 1988 YILINDA YANi RESMi TARiHiNDE AÇIKLANMAMASI iÇiN BiR DiZi OPERASYONUN ÇOK ÖNEMLi BiR PARÇASI OLARAK YAPILDIĞINI SÖYLEDi.

    PEKi GiZLENEN VASiYETTE NELER VAR!

    Meriç Bey’in elinde Atatürk’e ait olan Osmanlıca(eski yazı) yazıların gizli vasiyetler olduğunu öğrendim. Bu vasiyetler kendisi Masonik şeytanlar tarafından zehirlenme trafiğini fark ettiğinde bizzat kendisi tarafından zaman zaman kaleme alınmış daha sonra kenarlarından KIRMIZI BiR BAL MUMUYLA MÜHÜRLETTiRiLiP KAPATILARAK, 10.Kasım.1988 tarihinde açılmak üzere Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’ndeki özel kasalara hapsetmiş.

    GAZi PAŞA GiZLENEN VASiYETiNDE AŞAĞIDA SIRALADIĞIMIZ gelecekle ilgili öngörülerde bulunurken; MiRAÇ GECELERi BAŞTA OLMAK ÜZERE KUTSi GECELERDE YERYÜZÜNE iNEN iLAHi MESAJLARA VE BU MESAJLARA AÇIK ALLAH DOSTLARINA DAYANIYOR. TIPKI FATiH SULTAN MEHMET’iN YANINDAKi AKŞEMSEDDiN HAZRETLERi GiBi...

    1- TÜRKiYE PETROL DENiZi

    Vasiyetin yeni Türkçe’ye çevrilmiş bir kısım metnini gördüğümde ATATÜRK TÜRKiYE’DE YOK DENiLEN PETROL SAHALARINI DAHA O DÖNEMDEN TEK TEK ADRESLERiYLE BiRLiKTE BELiRTMiŞ. GAZi PAŞA, DERiNDE ANCAK PEK ÖNEMLi PETROL REZERVi ÜLKE OLDUĞUMUZU AÇIKLAMIŞ... (Bu konuda özel bir ekiple hazırladığımız; “TÜRKiYE’DE PETROL VAR”, “PARA-PETROL SON PERDE”, “TÜRKiYE’NiN PETROL SAVAŞLARI” kitaplarımıza başvurulabilir... HAKAN YILMAZ ÇEBi, http://www.hakanyilmazcebi.com , http://www.netpano.com )

    ATATÜRK, MEHDi HAREKETiNi 1988 YILINDA MI BEKLiYORDU!..

    2- ATATÜRK VASiYETiNiN 50 YIL SONRA AÇILMASINI iSTERKEN, MEHDi/BÜYÜK TÜRKiYE HAREKETi’Ni 1988 YILINDA BEKLEDiĞi iÇiN Mi VASiYETiNiN BU YILDA AÇILMASINI iSTEDi? VASiYETTE ÜLKENiN MANEVi BATARYALARI BOŞALMIŞTIR DiYEREK DiN VE KURTARICI HAREKET HAKKINDA PEK ÖNEMLi BiLGiLER VERiYOR...

    ATATÜRK HZ. iSA’YI AYASOFYA’DA MI BEKLiYOR?

    3- GAZi MUSTAFA KEMAL; HZ. iSA’YI AYASOFYA’YA iNECEK OLARAK DÜŞÜNÜYOR. SON PAPANIN DA ATANIN VASiYETiNiN iLK AÇILDIĞI 28. KASIM.1938 YILINA NiSPETEN 28.KASIM.2006’DA GELMESi DE ATATÜRK’ÜN VATiKAN TARAFINDAN BiLiNEN VASiYETiYLE iLGiLi OLDUĞU BiLiNiYOR...
    Tümünü Göster
    ···
  14. 264.
    0
    TÜRKiYE DEMOKRATiK OSMANLI CUMHURiYETLER BiRLiĞi

    4- Gazi Paşa Türkiye Cumhuriyeti’nin ileride “TÜRKiYE DEMOKRATiK OSMANLI CUMHURiYETlLER’i” çatısı atında tüm islam ve Türk dünyasını toplayacağını EVELALLAH öngörüyor.

    VE ATATÜRK’ÜN Kürt-Türk-Pomak-Çerkez-Çeçen-Adige-Gürcü ayırımı yapmadan mirasına düşen başta Zonguldak Kömür, iş Bankası hisseleri gibi gelirleri olmak üzere tüm gelirleriyle ilgili çocukların eğitim masrafları için bıraktığı tasarrufları...

    VASiYET ŞU ANDA AiHM’DE, AiHM KARARIYLA AÇIKLANMADAN EVVEL NAMUS VE ŞEREF SÖZÜYLE DEVLETi iDARE ADINA YEMiNLiLERiN YEMiNLERiNiN SÖZDE OLMADIĞINI GÖSTERMESiNi BEKLiYOR!..
    ···
  15. 265.
    0
    33 dereceli Mason'un itirafı,

    Yıl 1948, Ağustosun 1'i. Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti (ELD)'nin "Laiki Foni"; yani "Halkın Sesi" isimli gazetesinin 685'inci nüshasında, Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli farmason Avram Beneraoysan şunları yazar: "Mefkûremizi imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!."

    33 dereceli komünist mason, hangi darbeden bahsetmektedir ve "akıbeti feci şartlar altında ölüm" olan kimdir? Bırakalım onu da kendi söylesin:

    "(..) Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara'da Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke"ye hitaben, "Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz." demişti..

    (…) O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır. Fakat asla! Türkiye"deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova"da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım: "- O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!"


    işte böyle.. 1948 yılı Ağustos ayının 1'inde Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti örgütünün yayın organı "Laiki Foni"nin 685 sayılı nüshasında Ege ve Balkanların kıdemli komünistlerinden 33 derece mason Bulgar Yahudi Avram Benaroyas"ın itirafları. Bu itiraflar General Cevat Rıfat Atilhan tarafından çevrilmiş, "Atatürk"ün Ölümündeki Sır Perdesi" alt başlığı ile gazeteci Ogün Deli tarafından kaleme alınan "Agoni" isimli derlemeye de alınmıştır.
    Biz oradan aktarıyoruz. Evet, Atatürk, Türkiye'deki mason derneklerini, "Kökü dışarıda Yahudi uşakları" diyerek kapatıyor ve dünya masonları bunun üzerine Moskova"da gerçekleştirdikleri bir toplantıda, "O sarı lider, suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!" kararı alıyorlar. Sonrasını zamanın kıdemli komünistlerinden 33 dereceli mason Avram Benaroyas'ın kaleminden okumaya devam edelim:

    "- Atatürk"ün âni bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. ilk anlarda Kemal Atatürk"ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye"de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi."

    Localarını kapattığı için Atatürk'ü "ortadan kaldırma" kararı alan mason-komünist ittifakı silahla öldürme riskini başarı şansı yüzde 10′larda olduğu için tercih etmez. O zaman şu kararı alırlar:

    "- Onun ölümü, esrarengiz olacaktır!"

    Balkanların kıdemli komünisti, 33 derece mason Avram Benaroysan'ın 1948'de kaleme aldığı itiraflarında Atatürk'ü esrarengiz ölüme zütüren yol haritası şöyle anlatılıyor:

    "- Mason cemiyeti Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra; mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk"le aralarında hiçbir ihtilaf yokmuş gibi vaziyet aldılar. imkân buldukça onun her hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı lider kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti…"

    Ve devam ediyor üstat mason Benaroysan:

    "- Doktorlarımız Atatürk"ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden;1937 ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk"e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi.."

    işin özü bu..Detayları Lazer Yayınları arasında çıkan "Agoni"den öğrenebilirsiniz. Yunanistan'da yayınlanan 1 Ağustos 1948 tarih ve 685 sayılı "Laiki Foni" gazetesine ve zamanın kıdemli komünisti 33 derece mason Benaroysan'ın hayatına ulaşmak Atatürkçü bir Genelkurmay için, TBMM için, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan emekli generaller, mesela Çevik Bir için hiç de zor olmasa gerek… Adamlar, mason derneklerini kapattığı için Atatürk'ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık diyor………. Anlatılanlar hakikatse, yedi düveli yenen Atatürk, üç buçuk masonun elinde can çekişe çekişe can vermiş ve onun canını alanlardan hesap sorulmamış…. Ya sonra?.. Mason dernekleri 1948 yılında "inönü"nün emri ve Celal Bayar'ın desteği ile tekrar faaliyete geçtiler. Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar…

    Peki, burada bitti mi?.. Hayır, bitmedi, bitecek gibi de görünmüyor…Atatürk"ün bedenini ortadan kaldıranlar oklarını onun ilkeleri ve felsefesine, onun çok sevdiği milletine ve milletinin değerlerine tevcih ettiler… Üzülerek ifade edelim ki bu bahiste de başarılı oldular… Lütfen, "Atatürk"ten, milli devletten, Lozan'dan vazgeçin" diyen ve "Şehitlik ve gazilik kavramları kaldırılsın." diyenlerle, "Türkiye mozaiktir, millet değil, halklardır" diyenlere dikkatle bakınız… Pek çoğunun yüksek dereceli masonlar olduğunu göreceksiniz… Ben daha ne diyeyim!…

    Kaynak: Yeniçağ Gazetesi
    Tümünü Göster
    ···
  16. 266.
    0
    Frenklerin “paranormal phenomenon” dedikleri bu özel alanda vaktiyle epeyce kafa patlattım; çalıştığım gazete, dergi ve televizyon programlarında, yayımlandığında büyük ilgi gören ve uzun süre tartışılan dosyalar üretme fırsatı buldum. Ki bunlardan bir kısmını zaman zaman gazetemizin sayfalarında da benzer konulara meraklı olan okurlarımızın görüşlerine sunmaktayız.

    "Ay'a inişin gerçek olup olmadığı"na ilişkin komplo teorileri, 1990'lı yılların ortalarında çok ciddi biçimde ilgilendiğim konu başlıklarından biriydi. Öyle ki bir ara bu işle iyice kafayı bozduğumdan, o günlerde editör olarak görev yaptığım ünlü bir televizyon progrdıbının bünyesinde, Londra'dan Houston'a, oradan da Gebze'deki TÜBiTAK Marmara Araştırma Merkezi'ne dek uzanan oldukça kapsamlı bir araştırmaya imza atmıştım.

    Geçtiğimiz hafta NASA'nın Temmuz 1969'da gerçekleşen ilk Ay yolculuğunun toplam 400 kutudan oluşan televizyon kayıtlarını -kurumun Arap saçına dönmüş arşivinde- “kaybettiğini” açıklaması, zaman zaman sakinleşip zaman zaman coşan komplo teorisyenlerini bugünlerde yeniden dalgalandırmaya başladı. O dönemde henüz "Betacam" ya da "U-Matic" türü pratik video kaset formatları dolaşımda olmadığından, televizyon yayınlarının görüntüleri otomobil tekerleğini andıran dev boyutlu makara bantlara kaydediliyordu. Bunlar hantal, ancak görüntü kalitesi son derece yüksek ve o oranda da dayanıklı veri saklama malzemeleriydi. işte, NASA arşivcileri de bir “inanılmaz”ı başararak, şimdi bunlardan 400 kadarının yerini aylardır bulamadıklarını söylüyorlar. Gerçi, elde bu tarihî yolculuğun başka görüntüleri de var. Hem de yalnızca ABD'de değil -benim kişisel arşivim de dahil olmak üzere- dünyanın her köşesinde! Ama, kabul etmek gerekir ki bunlar suyunun suyu kopyalar; dolayısıyla teknik kaliteleri asıllarına göre çok daha düşük...

    Olayı duyan komplocular durur mu; NASA sözcüsünün bantların yaklaşık bir yıldır sırra kadem bastığını açıklayan o utanç verici itirafı üzerine başladılar yaygaraya:

    "Biz dememiş miydik? Zaten baştan sona yalan olan bu yolculuğun son kanıtlarını da böylelikle ortadan kaldırdılar. insanoğlu Ay'a aslında hiç gitmemiştir! Mevcut bütün görüntüler gizli stüdyolarda hazırlanmış birer film hilesidir!"

    işin daha bir ilginç yanı ise bugünlerde söz konusu iddiaya yavaş yavaş Türkiye'den de destek verenlerin ortaya çıkması...

    Sapla samanı birbirine karıştırarak ideoloji üretmeye çalışanlar, her zaman yapa geldikleri gibi, hem kendi bilinçlerine hem de başkalarınınkine onulmaz zararlar veriyorlar.

    Bana göre, "küresel ölçekteki saldırgan eylemlerinden dolayı ABD'ye öfke beslemek ve anti-emperyalist olmak" başka bir şey; "mankafa olmak" ise bambaşka bir şey...

    Bu ülkenin sınırları içinde, "Ay'a iniş gerçek mi, değil mi" şeklinde özetlenebilecek komplo teorisi üzerine belki de en kapsamlı uluslararası araştırmayı yapmış ve elde ettiği bilimsel verileri 1998 yılında bir saatlik bir televizyon programı (Star), 2002 ve 2004 yıllarında da önce tam sayfalık bir gazete haberi, ardından da beş bölümlük bir söyleşi vesilesiyle (Yeni Şafak) Türkiye kamuoyuyla paylaşmış biri olarak kendimi, gençliğin bilime yönelik saygı ve inancını sarsmayı amaçlayan bu tür avâmî spekülasyonlara “Müslümanca bir tepki” vermek zorunda hissediyorum.

    Konuyla, ucuz palavralardan uzakta, doğru düzgün ilgilenenler için, "Ay'a iniş operasyonunun neden düzmece olamayacağının" mantıklı gerekçeleri o kadar çok ki ben burada yalnızca bir kaç tanesini bilginize sunmakla yetineceğim.

    Birincisi, 1969-72 yılları arasında gerçekleştirilen altı ayrı insanlı uçuşun ardından, astronotlarca mühürlenmiş özel çelik kutular içinde dünyamıza getirilen yüzlerce kiloluk Ay toprağı ve kayaları... Bunların bir tek grdıbının bile o tarihe kadar dünyamızda bir eşi yoktu.

    ikincisi ise (ki bence bu Ay taşlarının dünyaya getirilmesinden bile daha önemli) değişik ırklardan, dinlerden ve kültürlerden gelip ortak bir ideal uğruna NASA'da toplanmış, Ay'ın fethine bütün hayatını adamış olan 6500 dolayındaki bilim insanının onuru... Tabiî, bu arada -üç tanesi 1967'de, daha henüz ilk kapsülün fırlatma rampasında denemeler yaparken feci şekilde yanarak ölen- 100'e yakın Apollo astronotunun insanüstü gayret ve cesaretlerini de hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

    Bundan iki yıl önce Boston'da ulaşıp Yeni Şafak adına uzun bir söyleşi yaptığım ünlü Müslüman jeolog ve gökbilimci Prof. Dr. Faruk El-Baz, söz konusu iddiaları kendisine hatırlattığımda, "Ay'a gidilmediğini ileri sürmek, böylesine zorlu ve karmaşık bir projeye yıllarını veren insanlara yapılmış açık bir hakarettir" demişti. Bilenler bilir; El Baz Ay'ın fethi konusunda sıradan biri değil, anılan dönemde NASA'daki bütün kritik kararları alan 3-5 lider kişiden biriydi. Bütün Apollo astronotlarını da bizzat o yetiştirdi ve Ay'a gidiş serüvenine yaptığı eşsiz katkılardan dolayı o günden bugüne kadar sayısız bilimsel ödüller kazandı.

    Nitekim, “Ay'a ayak basan ikinci astronot” olarak ünlenen Edwin "Buzz" Aldrin de bundan bir kaç yıl önce kendisine yanaşıp alaycı bir ifadeyle, "itiraf et ihtiyar, aslında oraya hiç gitmedin değil mi?" diye gevelenen genç bir magazin muhabirine -70'li yaşlarında olduğuna aldırmaksızın- esaslı bir yumruk indirmişti. Kelleyi koltuğa alıp dünyanın en tehlikeli yolculuğuna çıktıktan sonra aynı söz bana da söylense ben de benzer bir tepki sergilerdim hiç kuşkusuz...

    Ay yolculuğuna ait fotoğraf ve filmlerin aslında ABD'nin çöllük bölgelerinden birinde, yer altındaki gizli bir stüdyoda üretilmiş hileli görüntüler olduğuna ilişkin tez, ilk olarak 1980'lerde ingiliz fotoğrafçı ve belgesel film yapımcısı David Percy tarafından ortaya atıldı. Mesleği gereği optik ve ışık konularından iyi anlayan Percy, artık bu tarihî yolculuğun simgesine dönüşmüş olan bazı ünlü fotoğraflardaki ışık-gölge sapmalarından hareketle, Apollo Ay Programı sırasında bütün insanlığın kandırıldığı hileler yapıldığını öne sürdü.

    Percy'nin görüntülerdeki anormalliklerle ilgili kuşkusu aslında bütünüyle boş da değildi. Çünkü yalnızca tek bir ışık kaynağının -Güneş- bulunduğu Ay'da, Apollo astronotları tarafından flaş ya da spot gibi ekstra bir ışık kaynağı kullanılmaksızın çekilen bazı fotoğraflarda, cisimlerin gölgelerinin güneş ışığının tam tersi yönlere düştüğü, bazen de birbirleriyle orantısız hâle geldiği görülmekteydi. Bir de Ay yüzeyindeki astronotlar, uzay araçları ya da yüzeye indirilen araç-gereçler gibi bazı canlı-cansız cisimlerin yakın plan görüntülerinde, aslında karanlıkta kalması gereken bölümlerin normalden çok daha fazla aydınlık, aydınlık görünmesi gereken bölümlerin de aşırı karanlık olduğu gibi, konuyla ilgili kuşkuları iyice artırıcı bulgular elde etti Percy. ingiliz araştırmacının iddiası açıktı. Bu fotoğraflar Ay yüzeyinde fazladan yapay ışık kaynakları olmadan asla çekilemezdi. Astronotlar da yolculukları sırasında böyle yapay ışık kaynakları kullanmadıklarına göre, bütün bu görüntüler güçlü spotlarla çevrili bir stüdyo dekoru içinde kaydedilmişti.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 267.
    0
    NASA ise ilerleyen yıllarda ingiltere ve ABD'de Percy'nin taraftarları iyice çoğalıp dedikodular çığırından çıkınca, bu iddiaların tümüne tek tek bilimsel cevaplar verdi. Her şeyden önce, astronotlar birer profesyonel film kameramanı ya da fotoğrafçı değillerdi. Her ne kadar belli bir süre bu gibi yan görevlerin yüzeysel eğitimini almış olsalar da insana tamamen yabancı bir ortamda, üstelik de o hantal giysiler (özellikle de parmakları kıpırdatmayı imkânsız hâle getiren kalın eldivenler) içinde dört dörtlük netliğe, ışık ayarına ya da çerçevelemeye sahip film ve fotoğraflar çekebilmek mümkün olmuyordu. NASA grafikerleri de Apollo misyonlarından sonra dünyaya ulaştırılan on bine yakın fotoğraf karesi ve yüzlerce saatlik 16 mm film şeridi üzerinde -bunların özellikle medyaya promosyon amaçlı olarak dağıtılanlarında- göze hoş gelecek bazı “rötüşlar” yapmaktaydılar. Sözgelimi, uzay aracının gölgelik bölümünde kalan Amerikan bayrağının yapay yöntemlerle daha parlak ve görünür kılınması ya da astronotların toz toprak içinde kalmış giysilerinin -katalog ve poster baskılarında yapılan titiz süslemelerle- gerçekte olduğundan daha gösterişli sunulması gibi…

    Bu gibi görsel hileleri bugün dünyadaki bütün reklâm ajansları fazlasıyla yapıyor. Sonuç itibarıyla, uzay misyonlarına milyarlarca dolar harcayan NASA'nın da biraz karanlık çıkmış bir fotoğrafı ya da sinema filmini propaganda amaçlı olarak allayıp pullamaya hakkı var. Kaldı ki Percy gibiler topu topu 20-30 kare fotoğraf ve bir kaç dakikalık şaibeli film görüntüsü üzerinden atıp tutmaktalar. Oysa, günümüzde insanoğlunun Ay'a gidiş serüveninden geriye, aylarca hiç ara verilmeden ardı ardına incelense bile kolay kolay tüketilemeyecek kadar zengin bir görsel arşiv kaldı.

    Sözün özü, bugünkü ABD yönetiminden alerji kapmakla, Amerikan sisteminin -aslında göçmen bilim adamları yoluyla insanlığın ortak zekâsını kullanarak- ortaya koyduğu bilimsel başarıları reddetme noktasına gelme safdilliğini mutlak surette birbirinden ayırmak gerekiyor.

    Ay'a elbette ki gidildi. Bu -eğer bilim diliyle konuşacaksak- tartışılmaz bir gerçek. Hem de bir kez değil, Apollo 11, 12, 14, 15, 16 ve 17 uçuşlarıyla tamı tdıbına altı kez gidildi. Bu büyük başarının ardında da dünyanın her köşesinden gelip birbirine kenetlenmiş binlerce bilim insanının emeği, sabrı ve cesareti vardı. O 6500 kişi NASA'nın dev monitörlerinde günler, haftalar ve aylar boyunca ortak bir halisünasyon görmediler. Kendi alanlarında dünyanın en değerli bilginleri olarak kabul edilen Werner Von Braun, Gene Krantz, islâm dünyasının gururu Faruk El-Baz, ayrıca onlara bu çalışmalar süresince var güçleriyle destek olan daha nice araştırmacı, bu kadar sefil bir yalanın oyuncağı olacak kadar basit, sıradan ve şahsiyetsiz tipler miydi?

    Dikkat ediniz; burada 6500 kişilik bir “bilim insanları ordusu”nun -ki bunlar Ay yolculukları sırasında tek bir mekânda değil, hem ABD'nin hem de dünyanın dört bir köşesindeki laboratuar ve üslerde olayı takip etmekteydiler- 37 yıldır ağızlarından tek bir kelime kaçırmadan, bunu eşlerine, çocuklarına, kardeşlerine, arkadaşlarına bir an bile anlatmadan özenle sakladıkları “kollektif bir yalan”dan söz ediyoruz. Tabiî, bu arada, o dönemin komünist Sovyetler Birliği ve Çin hükümetleri, Apollo uçuşlarını başlangıcından bitimine kadar ellerindeki bütün o gelişmiş iletişim araçlarıyla saniye bile sektirmeksizin takip ederken böyle bir yalanı yaşatmak nasıl mümkün olabiliyorsa!

    Bence, ABD'ye ille de sahip olduğu “yüksek teknoloji” üzerinden bir eleştiri getirilecekse, “Ay yolculuğu aslında plastik maketlerle çekilen bir bilim-kurgu filmiydi” türünden gülünç komplo teorilerine hiç gerek yok.

    1969 yılının görece sınırlı bilimsel imkânları içinde Ay'a insan gönderen, oradan dünyaya çağının çok ötesinde “teknik donanımlar”la canlı yayın yapmayı başarabilen ABD yönetimi, bugün Lübnan'dan yeryüzüne yayılan çocuk çığlıklarını algılayabilecek "insanî donanım"a ise sahip değil.

    Bence asıl sorgulanması ve yargılanması gereken nokta da bu.

    Yani, ABD'nin dünyadan uzaklaştıkça “insanlık”tan da uzaklaşıyor oluşu…[1]
    Tümünü Göster
    ···
  18. 268.
    0
    iSTEYENE DEVAM EDERiZ gibINTI DEĞiL
    ···
  19. 269.
    0
    9.) Mksearch Projesi

    CIA ve Savunma Bakanlığı, ortaklaşa, zihin kontrol tekniklerinin araştırıldığı MKSEARCH Projesi’ni başlattı. Aynı yıl resmen sona erdirilmiş gözüken MKULTRA Projesi aslında MKSEARCH Projesi’yle birleştirilmiş ti. MKSEARCH Projesi, davranış ve algı bozukluklarına yol açan kimyasallar (uyuşturucular) yoluyla insan davranışlarını yönlendirme çalışmalarına verilen ad.[7]

    10.) Mongoose Operasyonu

    Mongoose (Firavunfaresi) Operasyonu, ABD Başkanı John Kennedy döneminde CIA tarafından örtülü olarak başlatılan operasyon. Başarısız Domuzlar Körfezi Çıkarmasından sonra 30 Kasım 1961 tarihinde Küba’daki Fidel Castro yönetimine karşı örtülü saldırılara Kennedy tarafından onay verilmiştir. Operasyona Hava Kuvvetleri Generali Edward Lasdale komuta ediyordu.

    Operasyonun hayata geçirilmesi, Küba hükümetinde başarısız Domuzlar Körfezi girişiminden sonra adanın bu sefer daha kapsamlı bir şekilde ABD Ordusu tarafından işgal tehdidi altında olduğu şeklinde yorumlanacak ve Sovyetler Birliği ile savunma alanında yakınlaşma başlayacaktır. ABD’nin Türkiye topraklarında bulundurduğu Jüpiter füzelerine karşılık olarak Küba topraklarına Sovyet füzesi yerleştirme fikri, Küba’nın ciddi olarak yaşadığı işgal tehdidiyle birleşince Küba Füze Krizi patlak verecektir. [13]

    Mongoose Operasyonu, Küba’daki Castro rejimini alaşağı etmek için propaganda, pgibolojik savaş ve sabotaj eylemlerinin kullanılmasını içermekteydi. ABD Dışişleri Bakanlığına ait belgelerde de “Küba’daki komünist rejimi devirmek için” bir eylem planının yürürlülükte olduğu belirtilirken, Fidel Castro’ya karşı “bir isyanın Ekim 1962’de çıkabileceği” beklenmekteydi. ABD yönetimi yeni başa gelecek hükümetle “barış içinde yaşamak” istemekteydi.[14]

    2. Dünya Savaşından sonra Nazi Almanyası’nın işgal etmiş olduğu ülkeleri özgürleştiren Sovyetler Birliği Kızılordusu bu ülkelerde yeniden sosyalizme düşman rejimlerin iktidara gelmemesi için sol ve sosyalist eğilimli hükümetlerin başa gelmesini sağlamıştı. Böylece ABD ve Avrupalı müttefiklerine karşı Sovyetler Birliği ve sosyalist blok ortaya çıkmıştı. Bu sosyalist blok ülkelerinden farklı olarak ve tamamen kendi iç dinamikleriyle iktidara gelen sosyalist eğilimli Küba Devrimi ve Fidel Castro yönetimi ABD’yi oldukça endişelendirmekteydi. Latin Amerika bölgesine hakim olmak isteyen ABD, Küba Devriminin diğer bölge ülkelerine yayılmadan alaşağı edilmesini istemekteydi.[15] ABD yönetimi başarısız Domuzlar Körfezi Çıkarmasından sonra Küba yönetimini daha ciddiye almaya başlasa da Castro’yu iktidardan devirme planları bırakılmamıştır. Küba’daki iktidarı devirmek için özel bir komite oluşturulmuştu. Komünizme cephe alan ABD yönetiminde bu yeni oluşan grup John Kennedy iktidarının ayrılmaz bir parçası olacaktır.

    ABD’nin Küba’nın iç yapısına dair kimi önyargıları vardı. Buna göre Küba’daki Castro hükümetinin arası Küba halkıyla açılmıştı, Castro’nun sosyal ve ekonomik politikaları halk tarafından beğenilmiyordu. Bunun sonucu olarak da olası bir fırsat verildiğinde Castro yönetimine karşı halkın ayaklanacağı savı benimsenmişti. Buradan hareketle halkta ayaklanmaya yol açmak için propaganda faaliyetleri başlatılmış ve rejimin çözmesi için Fidel Castro’ya suikast planları hayata konulmuştu.[16]

    11.) Pelagra Olayı

    Milyonlarca insan 20 yıl içinde Pelagra’dan [17] öldükten sonra ABD Kamu Sağlığı Hizmetleri Ajansı nihayet hastalığın kökenine inmek için harekete geçti. Ajansın müdürü en az 20 yıldır Pelagra’nın niasin ekgibliğinden kaynaklandığını bildiklerini, ancak ölümlerin büyük kısmı yoksul siyah halk arasında gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti.[7]
    Tümünü Göster
    ···
  20. 270.
    0
    12.) Philadelphia Deneyi (Rainbow Projesi)

    Philadelphia Deneyi, 28 Ekim 1943 tarihinde Amerikan donanmasının Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri limanında yaptığı iddia edilen deneydir. iddiaya göre donanmaya ait bir koruma destroyeri olan DE 173 sınıfı 1240 tonluk USS Eldridge birkaç dakika içerisinde 600 kilometreden fazla bir uzaklığa gidip tekrar gelmiştir. Deneyin varlığı konusunda hiçbir delil bulunmamaktadır. Amerikan donanması da böyle bir deneyin kayıtlarda var olmadığını belirtmiştir.[18] Al Bielek hariç deneye katıldığı iddia edilen tüm askerler bunu yalanlamış, hikâyenin bir aldatmaca olduğunu söylemişlerdir. Bielek’in hikâyesi de daha sonra yalanlanmıştır.[19]

    Gökkuşağı Projesi (Rainbow Project) adıyla da bilinen bu deney, 1984 yılında beyaz perdeye aktarılana kadar ciddiye alınmamıştı. Ancak o tarihten bugüne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.

    iddia sahibi ataldır, Deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup’dur. Jessup amatör bir gökbilimciydi ve UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Deney ile olan ilgisi ise 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar. Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. iddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.

    Deneyin temelinde Einstein’in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitçe, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920’lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya’da, bir fizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştır.

    iddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesinde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesinde devam ettirilmişti. Hatta Albert Einstein Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla’nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.

    Birleşik Alan Teorisi’nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü. Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti). 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı.

    Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanmasını gerçekleşti.

    Allende, deneyin 22 temmuz 1943’te sabah 09:00’da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu. Devdıbını şöyle anlatıyordu Allende :

    "Bir an sadece geminin çapasını görebildim, sonra o da kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı; bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim insanları korku, dehşet ve heyecan içinde nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı. Gemi ve mürettebatı hem radarda hem de gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu, 15 dakika. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiçbir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu? Sis azalırken, bir şeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı, sanki hiçbirinin bilinci yerinde değildi. Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerini hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi. Gemi istenen radar görünmezliğine ulaşmıştı, donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943’te deney yine aynı gemide tekrarlandı. Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı, sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgi de yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu. Birkaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk’ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia’da tekrar ortaya çıktı. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı. Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmedi. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı. Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı, yani dokunmanın giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donduktan sonra kurtarılabilindi. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup, çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"

    Bu hikâyeye göre USS Eldridge, 28 Ekim sabahı Philadelphia limanından 640 kilometre ötedeki (375 mil) Norfolk askeri deniz üssüne gidip tekrar gelmiş ve bu olay birkaç dakika içerisinde olmuştu. Jessup bu inanması güç hikâyeye temkinli yaklaştı. Allende’ye gönderdiği cevapta daha fazla ayrıntı ve varsa olayın gerçekliğiyle ilgili kanıtlar istedi. Allende’nin cevabı ise aylar sonra geldi, fakat bu sefer gelen mektupta Carl M. Allen imzası vardı. Allen kanıtı olmadığını yazıyordu ancak hipnoz seansına katılabileceğini ya da pentotal (bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç) alarak gördüklerini anlatabileceğini savunuyordu. Jessup bu mektuptan sonra yazışmamaya karar verdi.[15]
    Tümünü Göster
    ···