/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
  1. 226.
    0
    "Baba, bak evlâdına neyi revâ görürler!.." feryadı, Kanuni'nin yiğit evlâdı Şehzâde Mustafa'ya aittir ve bu feryad, o yiğit şehzâdenin katli esnasında duyulmuştur. Şehzâde Mustafa'nın katli, Kanuni'nin "Nahcuvân Seferi" diye anılan 12. Sefer-i Hümayûbu esnâsında Konya Ereğlisi civârındaki Aktepe/Ak-öyük'te cereyan etmiş ve bu müthiş cinayet, millî bir facia olarak nesilden nesile bütün dehşetiyle söylenegelip unutulmamıştır.

    Kanuni Sultan Süleyman'ın sekiz oğlundan Murad, Mahmud ve Abdullah, küçük yaşta ölmüş, sağ kalan beş oğlundan Şehzâde Mehmed ise 1543 yılında eceliyle vefât etmiştir. Diğer oğulları Mustafa, Selim, Bâyezid ve Cihangir'Le yegâne kızı Mihrimah Sultan arasında Şehzâde Mustafa, "veliahd"dır ve Şehzâde Mustafa, her hâliyle temayüz edip kendisini muhitine ve bilhassa askere pek sevdirmiştir. Ancak bu şehzâdelerin cümlesi Hürrem Sultan'dan doğduğu halde, Veliaht olan Şehzâde Mustafa, başka bir anadan, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmiş ve işte bu hâl, o kıymetli şehzâdenin başını yemiştir.

    Melanetleri başlı başına bir tetkik mevzuu olan Hürrem Sultan, Osmanlı sarayındaki "Kadınlar Saltanatı"nın kurucusudur. Batılı kaynakların "Roxelane" diye andığı bu kadın, Yavuz Sultan Selim Han'ın muhterem eşi Hafsa Hatun'un vefatından sonra kınalı parmaklarını devlet işlerine sokmaya başlamış, bu arada oğulları içinde en sevdiği Bâyezid'e taht yolu açabilmek için türlü karanlık işler peşine düşüp mel'anetinde muvaffak olarak Kanuni'nin en değerli evlâdı Şehzâde Mustafa'yı yok edebilmesini becermiştir. Şehzâde Mustafa'nın katlinde Hürrem Sultan'a, kızı Mihrimah Sultan'la Hırvat Rüstem Paşa âlet olmuş ve bunların çeşitli tertipleriyle Kanuni iğtal edilerek mâsum ve değerli bir şehzâdenin imhası temin olunmuştur.

    Hürrem Sultan'a alet olan bu Hırvat Rüstem Paşa'nın nice ihanetlerine muhtelif vesilelerle temas ettik. Bilindiği gibi Kanuni, Hürrem Sutan'ın arzusu ile Mihrimah Sultan'ı bu Rüstem Paşa'ya vererek onu kendisine dâmâd edinmiş ve sonra da, tıpkı şu "Makbûl" ünvanlı Pargalı serserinin Vezir-i Azam olması gibi, mevcut usul ve ananeyi bir tarafa fırlatıp atarak Rüstem Paşa'yı Vezâtet-i uzma makâmına getirmekten çekinmemiş, böylece Hürrem Sultan'la tek kızı olan Mihrimah Sultan'ın arzularına yerine getirivermiştir. 8 sene, 11 ay, 8 gün sadâret makamında kalan Hırvat Rüstem Paşa, bu uzun müddet içinde tamamen Hürrem Sultan'la karısının arzuları istikametinde hareket etmiş ve bu hâliyle de ihanet bataklığı içinde yuvarlanıp durmuştur.

    Sadâreti boyunca böyle ihanet bataklığı içinde yuvarlanıp duran Hırvat Rüstem Paşa, Veliah - Şehzâde Mustafa'nın yok edilerek taht yolunun Hürrem Sultan'ın oğullarından birine -bilhassa Bâyezid'e- açabilmesi için, kayınvalidesi ve karısı ile işbirliği etmiş ve böylece kurulan Hürrem Sultan - Mihrimah Sultan - Hırvat Rüstem Paşa üçlüsü, günün birinde Şehzâde Mustafa aleyhine tertiplenen oyunu sahneye koyarak Kanunî'ye arz etmiştir. Güya Şehzâde Mustafa'nın iran Şâhı Tahmasb'la gizli muhaberede bulunduğu, Şehzâde'nin Şâh'ın kızını akacağı ve Şah'a dâmâd olup Kanunî'yi devireceği, Veliah - Şehzâde Mustafa'ya bu hareketinde Tahmasb'ın yardım edeceği yolunda hazırlanan sahte muhabere evrâkı Kanunî'ye sunulduğunda, Pâdişah;


    «Hâşâ ki, Mustafa Hân'um, bu küstahlığa cüret ide ve benüm hayâtumda böyle bir vaz'ı nâ-mâkûl istikâb ide! Bâzı müfsidler, kendüler mâil olduğu şehzâdeye mülk münhasır olsun diyü bühtân (iftira) iderler. Zinhâr, bu sözü bir dahi lisâna getürmeyün ve bu makûle mesâviye vücud virmeyün!..»

    diyerek evvelâ bu oyuna gelmemiş; fakat sonraları Hürrem Sultan'la pek sevgili kızı Mihrimah Sultan'ın devamlı tahrikleri neticesinde yavaş yavaş fikrini değiştirmiş ve nihayet o günlerde cereyan eden iran'la alakalı bazı siyâsî olayların da tesiriyle oğlu Mustafa'nın ihanetine (!) inanıvermiştir.

    Rüstem Paşa denilen hain, Şehzâde Mustafa aleyhine tertiplenen bu oyunu o derece ustalıkla sahneye koymuş ve bu yolda öylesine gayret sarfetmiştir ki, Kanunî'nin dört seneye yakın bir zamandan beri sefere çıkmayışını dahi istismar etmesini bilmiş ve (tarihçi) Hammer'in iddiasına göre, Kanunî'ye müracaatla, Yeniçerilerin Şehzâde Mustafa'ya karşı duydukları aşırı muhabbetten ve asker arasında;

    «Pâdişah, ziyade ihtiyarlığı cihetiyle bizzat düşman üstüne gidemiyor, Şehzâdenin (Veliaht Mustafa'nın) pâdişahlığına Vezir-i Azam Rüstem Paşa'dan gayri ibir mâni yoktur. Rüstem'in başını kesmek ve ihtiyâr pâdişahı (Kanunî'yi) Dimetoka'ya göndermek ise kolaydır.»

    tarzında konuşmaların alıp yürüdüğünü (!) bildirip, Kanunî'yi öz evlâdı aleyhine bu yolda da tahrik etmesini başarmıştır.

    Kanuni Sultan Süleyman'ı "Nahcuvân Seferi" diye anılan 12. Sefer-i Hümâyûn'a çıkaran sebeplerden biri, iste bu Hırvat Rüstem Paşa ile Hürrem Sultan'ın ve kızı Mihrimah Sultan'ın işbirliği edip Veliahd-Şehzâde Mustafa aleyhine hazırladıkları bir oyundur.

    Kanunî, evvelâ ihânetine (!) inandığı oğlunu imhâ etmek, sonra da Şah Tahmasb'a haddini bildirmek üzere 28 AAğustos 1553 Pazartesi gecesi istanbul'dan hareketle 8 Eylül'de Bursa Yenişehiri'ne varmış ve burada Orduy-ı Hümâyûna katılan Karaman Sancakbeyi Şehzâde Bâyazid'i "Saltanat Muhafızı" olarak Edirne'ye göndermiştir. 21 Eylül günü Bolvadin'e ulaşan ve eyalet askeri ile buraya gelen Manisa Valisi Şehzâde Selim'i yanına alıp 5 Ekim Perşembe günü, Konya Ereğlisi civarındaki Aktepe/Ak-öyük'te konaklamıştır.

    O yıllarda Amasya Valisi olan Veliahd-Şehzâde Mustafa, Anadolu tımarlı sipahilerinden kurulu ordusu başında 6 Kasım 1553 günü Ak-öyük'e gelmiş ve büyük tezahüratla karşılanmıştır. işte, ne olduysa o gün olmuş ve güzergâh boyunca toplanan askerlerin; "Maaşallah", "Allah seni korusun" duları ve coşkun sevgi tezahürleri arasında ilerleyip babasına yakın bir mahalle otağını kurduran Şehzâde Mustafa, Vezrlerle Beylerbeylerinin ziyaretlerini kabülden sonra babasının elini öpmek üzere Kanunî'nin otağına gitmiş; fakat çadırı boş bulan talihsiz Şehzâde, şaşkın şaşkın etrafına bakınırken üzerine atılan yedi dilsiz tarafından şehîd edilmiştir.

    Derler ki; Şehzâde Mustafa'yı boğan bu yedi dilsiz, şu "Makbûl" ünvanlı Pargalı serseriyi Topkapı Sarayı'nda boğan dilsizlerdir. Ancak Şehzâde Mustafa'nın imhâsı, pek kolay olmamış, güçlü-kuvvetli olan Şehzâde, dilsizlerle uzun müddet mücâdele etmiş ve zavallı Şehzâde, bu arada;
    Tümünü Göster
    ···
  2. 227.
    0
    «Baba! Bak, evlâdına neyi revâ görürler!»

    diyerek babasını imdâda dahi çağırmıştır. Şehzâde ile dilsizler arasındaki müthiş mücâdelenin uzadığı anda ortaya çıkan "Zâl Mahmud" denilen bir alçak, mâsum Şehzâdenin kollarını tutmak sûretiyle boğulmasına yardım etmiş ve Veliahd-Şehzâde Mustafa, böylece babasının emriyle 38 yaşında şehîd edilmiştir.

    Başta da kaydettiğimiz gibi, herkes tarafından sevilen ve bilhassa asker arasında itibârı pek büyük olan Şehzâde Mustafa'nın şehâdeti duyulur duyulmaz ordu safları birden karışmış;

    «Zâlimler, cezâlarını görmelidirler!»

    «Böyle bir Şehzâdeye kıyan kâtiller nerde?»

    «Ah bu Hırvat, âh bu hâin vezir!»

    «Rüstem Paşa, zâlimlerin başıdır!»

    feryadları arasında Hırvat Rüstem Paşa'ya gâliz küfürler savrulmuş ve matem alameti olarak öğle yemeğini yemeyen asker, Rüstem Paşa'yı öldürmek üzere çadırına hücûm etmişse de, hâin vezir-i âzâmı bulamamış, çadırı yakılıp tahrip edilen o hâin, yine Kanunî'nin himayesiyle ölümden kurtulmuş ve hemen Mühr-i Hümâyûn, Hırvat Rüstem Paşa'dan alınarak Tımışvâr Fâtihi Kara Ahmed Paşa'ya verilmiştir.

    O devirde Hürrem Sultan'la Rüstem Paşa'nın ve karısı Mihrimah Sultan'ın hakimiyyet derecesine bakınız ki, Vezâret-i uzmâ makâmına getirilen Kara Ahmed Paşa, Rüstem Paşa'nın yerine Vezir-i Azam olmakla, onun dayandığı "Kadınlar Partisi"nin şerrine uğramaktan çekinmiş ve bu sebeple Tımışvâr Fâtihi Kara Ahmed Paşa gibi bir zât, sadâreti kabûl etmemiş, bilâhare Kanunî'nin kendisini azletmeyeceğine dair söz vermesi üzerine kabûle mecbûr olmuştur.

    Ordu tarafından pek sevilen Tımışvar Fatihi Kara Ahmed Paşa'nın bütün nüfûzunu kullanarak askeri yatıştırmasına rağmen, müthiş cinayet sona ermemiş; Şehzâde Mustafa'nın şehâdetinden sonra Amasya'da bulunan oğlu Mehmed de dedesinin emriyle anasının kucağından alınıp idâm olunmuş ve böylece Şehzâde Mustafa meselesi halledilip (!) ileride doğacak bir kan davası da önlenmiştir.

    Şehzade Mustafa'nın Kabri

    Böylesine müthiş bir oyunla şehîd edilen mâsûm Şehzâde Mustafa'nın cenaze namazı, Ordugâhta bulunan Kazaskerlerin de iştirâkiyle Ereğli'de kılınmış ve Kanunî'nin emriyle tabutu Bursa'ya naklolunup Muradiye'deki ikinci Murad Türbesi civarına defnedimiştir.

    Şehzâde Mustafa'nın şehâdeti, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da büyük akisler uyandırmış ve Kanunî'nin Nahcuvân Seferine katılan Taşlıcalı Yahya Bey merhum, yazdığı meşhûr mersiye ile o millî fâciâyı edebiyat tarihimize mal etmiştir. Okuyalım bu mersiyeden birkaç mısra;

    «Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yânı
    Ecel celâlileri aldı Mustafa Hân-ı
    Dolundu mihr-i cemâli bozuldu erkânı
    Vebâle koydular âl ile Al-i Osman'ı

    Yalancının o kuru bühtânı, buğz-ı pinhânı
    Akıtdı yaşımızı yakdı nâr-ı hicrânı

    N'olaydı görmeye idi bu mâcerâyı
    Yazıklar âne ki revâ gördü bu re'yi gözüm
    Nesim-i subh gibi yerde koyma âhımızı
    Hakaret eylediler nesl-i pâdişâhımızı

    Bunun gibi işi kim gördü kim işitdi aceb
    Ki oğluna kıya bir server-i Ömer-meşreb?
    ilâhî cennet-i firdevs âna durağ olsun
    Nizâm-ı âlem olan padişah sağ olsun»

    Şehzâde Mustafa'nın şahâdetini mteâkip Kanunî, Halep'e hareketle o yılın kış mevsimini bu şehirde geçirmiş, Pâdişahın en küçük oğlu Şehzâde Cihangir, ağabeyinin katline dayanamayıp 23 yaşında Halep'te vefât etmiş ve istanbul'a getirilerek Şehzâde Mehmed'in türbesine gömülmüştür. Hırvat Rüstem Paşa denilen bu melûn ise Şehzâde Mustafa'nın katlinin kendi eseri olduğunu Venedik Büyükelçisi Domenico Trevisano'ya itiraf etmesine rağmen, o müthiş cinayetten iki yıl sonra tekrar Vezir-i Azam olabilmiş ve bu kâtil, bu defaki ikinci sadâretinde yukarıdaki meşhûr mersiyenin sahibi Taşlıcalı Yahya Bey'i "nizam-ı â'lem için" idâm ettirmenin çarelerini aramasına rağmen, melânetinde muvaffak olamamıştır. Hırvat Rüstem Paşa'Nın ikinci sadâreti, 5 yıl, 9 ay, 11 gün devam etmiş ve Devlet-i Aliyye'nin işleri, bu misüllü bir alçağın elinde kalmıştır.

    Kanunî devri, yukarıda izahına çalıştığımız müdhiş cinayete benzer türlü karanlık işlerle doludur. imparatorluğumuzda ilk çöküntü alametinin başladığı bu devir, herhalde hakkıyla tetkik edilmeli, devrin ihtişamiyle büyük fütûhata aldanıp alelâcele hüküm verilmemeli, bilhassa Pîrî Mehmed Paşa gibi muhterem bir zâtın işbaşından uzaklaştırılmasından sonra devlet idâresine hâkim olan gürûhun mel'ânetleri unutulmamalıdır! [1]
    Tümünü Göster
    ···
  3. 228.
    0
    «Baba! Bak, evlâdına neyi revâ görürler!»

    diyerek babasını imdâda dahi çağırmıştır. Şehzâde ile dilsizler arasındaki müthiş mücâdelenin uzadığı anda ortaya çıkan "Zâl Mahmud" denilen bir alçak, mâsum Şehzâdenin kollarını tutmak sûretiyle boğulmasına yardım etmiş ve Veliahd-Şehzâde Mustafa, böylece babasının emriyle 38 yaşında şehîd edilmiştir.

    Başta da kaydettiğimiz gibi, herkes tarafından sevilen ve bilhassa asker arasında itibârı pek büyük olan Şehzâde Mustafa'nın şehâdeti duyulur duyulmaz ordu safları birden karışmış;

    «Zâlimler, cezâlarını görmelidirler!»

    «Böyle bir Şehzâdeye kıyan kâtiller nerde?»

    «Ah bu Hırvat, âh bu hâin vezir!»

    «Rüstem Paşa, zâlimlerin başıdır!»

    feryadları arasında Hırvat Rüstem Paşa'ya gâliz küfürler savrulmuş ve matem alameti olarak öğle yemeğini yemeyen asker, Rüstem Paşa'yı öldürmek üzere çadırına hücûm etmişse de, hâin vezir-i âzâmı bulamamış, çadırı yakılıp tahrip edilen o hâin, yine Kanunî'nin himayesiyle ölümden kurtulmuş ve hemen Mühr-i Hümâyûn, Hırvat Rüstem Paşa'dan alınarak Tımışvâr Fâtihi Kara Ahmed Paşa'ya verilmiştir.

    O devirde Hürrem Sultan'la Rüstem Paşa'nın ve karısı Mihrimah Sultan'ın hakimiyyet derecesine bakınız ki, Vezâret-i uzmâ makâmına getirilen Kara Ahmed Paşa, Rüstem Paşa'nın yerine Vezir-i Azam olmakla, onun dayandığı "Kadınlar Partisi"nin şerrine uğramaktan çekinmiş ve bu sebeple Tımışvâr Fâtihi Kara Ahmed Paşa gibi bir zât, sadâreti kabûl etmemiş, bilâhare Kanunî'nin kendisini azletmeyeceğine dair söz vermesi üzerine kabûle mecbûr olmuştur.

    Ordu tarafından pek sevilen Tımışvar Fatihi Kara Ahmed Paşa'nın bütün nüfûzunu kullanarak askeri yatıştırmasına rağmen, müthiş cinayet sona ermemiş; Şehzâde Mustafa'nın şehâdetinden sonra Amasya'da bulunan oğlu Mehmed de dedesinin emriyle anasının kucağından alınıp idâm olunmuş ve böylece Şehzâde Mustafa meselesi halledilip (!) ileride doğacak bir kan davası da önlenmiştir.

    Şehzade Mustafa'nın Kabri

    Böylesine müthiş bir oyunla şehîd edilen mâsûm Şehzâde Mustafa'nın cenaze namazı, Ordugâhta bulunan Kazaskerlerin de iştirâkiyle Ereğli'de kılınmış ve Kanunî'nin emriyle tabutu Bursa'ya naklolunup Muradiye'deki ikinci Murad Türbesi civarına defnedimiştir.

    Şehzâde Mustafa'nın şehâdeti, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da büyük akisler uyandırmış ve Kanunî'nin Nahcuvân Seferine katılan Taşlıcalı Yahya Bey merhum, yazdığı meşhûr mersiye ile o millî fâciâyı edebiyat tarihimize mal etmiştir. Okuyalım bu mersiyeden birkaç mısra;

    «Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yânı
    Ecel celâlileri aldı Mustafa Hân-ı
    Dolundu mihr-i cemâli bozuldu erkânı
    Vebâle koydular âl ile Al-i Osman'ı

    Yalancının o kuru bühtânı, buğz-ı pinhânı
    Akıtdı yaşımızı yakdı nâr-ı hicrânı

    N'olaydı görmeye idi bu mâcerâyı
    Yazıklar âne ki revâ gördü bu re'yi gözüm
    Nesim-i subh gibi yerde koyma âhımızı
    Hakaret eylediler nesl-i pâdişâhımızı

    Bunun gibi işi kim gördü kim işitdi aceb
    Ki oğluna kıya bir server-i Ömer-meşreb?
    ilâhî cennet-i firdevs âna durağ olsun
    Nizâm-ı âlem olan padişah sağ olsun»

    Şehzâde Mustafa'nın şahâdetini mteâkip Kanunî, Halep'e hareketle o yılın kış mevsimini bu şehirde geçirmiş, Pâdişahın en küçük oğlu Şehzâde Cihangir, ağabeyinin katline dayanamayıp 23 yaşında Halep'te vefât etmiş ve istanbul'a getirilerek Şehzâde Mehmed'in türbesine gömülmüştür. Hırvat Rüstem Paşa denilen bu melûn ise Şehzâde Mustafa'nın katlinin kendi eseri olduğunu Venedik Büyükelçisi Domenico Trevisano'ya itiraf etmesine rağmen, o müthiş cinayetten iki yıl sonra tekrar Vezir-i Azam olabilmiş ve bu kâtil, bu defaki ikinci sadâretinde yukarıdaki meşhûr mersiyenin sahibi Taşlıcalı Yahya Bey'i "nizam-ı â'lem için" idâm ettirmenin çarelerini aramasına rağmen, melânetinde muvaffak olamamıştır. Hırvat Rüstem Paşa'Nın ikinci sadâreti, 5 yıl, 9 ay, 11 gün devam etmiş ve Devlet-i Aliyye'nin işleri, bu misüllü bir alçağın elinde kalmıştır.

    Kanunî devri, yukarıda izahına çalıştığımız müdhiş cinayete benzer türlü karanlık işlerle doludur. imparatorluğumuzda ilk çöküntü alametinin başladığı bu devir, herhalde hakkıyla tetkik edilmeli, devrin ihtişamiyle büyük fütûhata aldanıp alelâcele hüküm verilmemeli, bilhassa Pîrî Mehmed Paşa gibi muhterem bir zâtın işbaşından uzaklaştırılmasından sonra devlet idâresine hâkim olan gürûhun mel'ânetleri unutulmamalıdır! [1]
    Tümünü Göster
    ···
  4. 229.
    0
    Yeniçeri Ocağının imhâ edildiği 15 Haziran 1826 târihine Osmanlılar ve târihçiler, “Vak'a-ı Hayriyye” dediler. Yeniçerilerin imhâ edilişi her tarafta sevinçle karşılandı. Yeniçeri Ocağı resmen 17 Haziran 1826 târihinde kaldırıldı. Sultan Mahmûd Han, bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti. Sadrâzam vâlilere özel tâlimat göndererek vilâyetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının söndürülmesini istedi. Yeniçeri Ocağı kurulurken duâ eden Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin yolundan ayrılan Hurûfîlerin tekkeleri kapatıldı; Hurûfî babaları sürüldü.

    Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla “Asâkir-i Mansûre-i muhafazidiyye” adıyla devrin usûlüne göre yeni bir ordu teşkilâtı kuruldu. Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Osmanlı şâirleri an'aneye uyarak Vak'a-i Hayriyye için târih düşürdüler. En meşhuru Keçecizâde izzet Molla'nın şu mısralarıdır:

    “Tecemmü eyledi meydan-ı lahme
    idüb küfrân-ı ni'met nice bâği
    Koyup kaldırmada ikide birde
    Kazan devrildi söndürdü ocağı.” [1]
    ···
  5. 230.
    0
    Türk Milleti'ne katliam iftirasını atanlara ithaf... ~

    «Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atıyordu. Bu kanlı kumarı yaklaşık 100 yıl önce Anadolu toprağında Kars'ta Ağrı'da Van'da Erzurum'da da ataları oynamıştı. Onlardan duymuşlardı. Karnı burnunda çaresiz bir Azeri kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. Çaresiz kadın bir hazan yaprağı gibi titriyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı... Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı: -Akçik, manç?.. (Kız mı, oğlan mı?) -Akçik... (Kız) Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnını bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı. Kan bürülü gözleri bebeğin kasıklarına kilitlendi. -Tun şahetsar, ınger... (Sen kazandın, yoldaş) -Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana... (Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?) -Mayrigı bedge gişdatsine. (Annesi besleyecek elbette) Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı: -Mayrig yerahayin zizdur. (Çocuğa meme ver) Aynı dakikalarda Hocalı'nın başka bir semtinde tek kale futbol maçı hazırlığı vardı. iki kegib Azeri kadın başını kale direği yapmışlar, top arayışına girmişlerdi. Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı: -Asixn ma/, çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek... (Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın... ) Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa, başı da orta yere düşmüştü... Ermeniler zafer naraları atarak, kanlı postalları ile kegib çocuk başına vurarak kanlı bir kaleye gol atmaya çalışıyordu.

    Bu iki olay Hocalı'da bundan çok değil yalnızca 14 yıl önce yaşandı. Her iki olay da ermeni çetecilerin katliamlarına bizzat şahit olan görgü tanıklarının anlatımlarıdır. Ne yazık ki 26 Şubat 1992 günü binlerce Azeri türlü yöntemlerle vahşice katledilmiştir.» [1]

    Hocalı Katliamı (Azerice: Xocalı Soyqırımı) - Karabağ Savaşı sırasında 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti'nın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan Azeri sivillerin toplu şekilde öldürülmesi olayıdır.

    "Memorial" insan Hakları Savunma Merkezi, insan Hakları izleme Örgütü, The New York Times gazetesi ve Time dergisine göre katliam, Ermenistan'ın ve 366. Motorize Piyade Alayı'nın desteğindeki Ermeni güçleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, Karabağ Savaşında Ermeni kuvvetlere komutanlık yapmış bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Markar Melkonyan'ın aktardığına göre kardeşi Monte Melkonyan, katliamın Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olayı olduğunu açıklamışlar.

    insan Hakları izleme Örgütü, Hocalı Katlidıbını Dağlık Karabağ'ın işgalinden bu yana gerçekleşen en kapsamlı sivil katliamı olarak nitelendirmiştir.

    Saldırıda ölenlerin sayısı, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin resmî açıklamasına göre, 106'sı kadın, 83'ü çocuk olmak üzere toplam 613 sakin ve Zaman Gazetesi'nin tahminine göre toplam 1.300 kişidir.[2]

    1991 yılında Azerbaycan Parlamentosu'nun halktan gelen baskılar karşısında Dağlık Karabağ'ın özerk bölge statüsünü ilga etmesine karşılık Dağlık Karabağ Parlamentosu bir referandum düzenleyerek cevap vermiştir. Çoğunluğu Ermenilerin oluşturduğu bölgede referandum sonucunda Dağlık Karabağ Parlamentosu bağımsızlığını ilan etmiştir. 1992'de Sovyet birlikleri de bölgeden çekilmiştir.

    Hocalı'da gerçekleştirilen katliama giden süreçte, Ermenileri Rusların desteklediği yönünde ciddi bulgular bulunmaktadır. Ermeni gönüllülerden oluşan silahlı gruplar Karabağ'a yerleştirilmiştir. Ardından Gorbaçov, 25 Temmuz 1990'da yayımladığı bir kanun ile SSR (Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) kanunları dahilinde olmayan silahlı grupların kurulmasını yasaklamış ve kanunsuz olarak saklanan silahlara el konulmasını sağlamıştır. Bu kanunla birlikte Azerbaycan'ın bütün bölgelerinde av silahları da dahil olmak üzere silahlar toplanmış, Dağlık Karabağ'da ise bu görev Rus askerleri tarafından yerine getirilmiştir. 1990 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Ermeniler saldırılarını doğrudan Azerilere yöneltmeye başlamışlar, otobüs baskınları, yol kesme gibi terör eylemlerine kalkışmışlardır. 1990 yılı başlarında yaklaşık 186 bin Azeri, Ermenistan'dan Azerbaycan'a gitmeye zorlanmıştır. Ekim 1991'de ilk Azeri köyü Ermenilerce ele geçirilmiştir. Hocalı Katliamı, Rus askerlerinin desteğiyle 25–26 Şubat 1992'de Hocalı'ya ulaşan Ermeni kuvvetlerince gerçekleştirilmiştir. Rusya olaylarla ilgisinin olmadığını iddia etse de, Rus ordusuna ait 366. alayın 1991'in sonbaharından beri Ermenilerin safında savaştığı, alaydan kaçan dört askerce doğrulanmıştır.

    10 bin nüfuslu Hocalı'da olaylar sırasında yaklaşık 3.000 Azeri bulunmaktaydı. Saldırıda ölenler hakkında verilen resmi rakam 613 kişi olmakla birlikte, katledilen toplam Azeri sayısının 1.300 kişi olduğu söylenmektedir. Saldırılar sırasında Hocalı'da yaşayan Ahıska Türkleri de evlerinde yakılarak öldürülmüştür. Kadın, çocuk ve yaşlılar da dahil olmak üzere siviller katledilmiştir. Katliamın ilk gecesinde sekiz aile bütün fertleriyle öldürülmüş, 700'den fazla çocuk anne ya da babasını kaybetmiştir. Yaralılar ise 1.000'in üzerindedir. Katliama tanık olan bir gazeteci, yaşananları şu şekilde aktarmaktadır:

    “Dağlık Karabağ'ın Hocalı kentinin düşüşünü bir gün boyunca yaşadım. Görüntülerle belgeledim ve video çekimleriyle bir günde 1.300 Azerbaycan Türk'ünün Ermeni çetecilerce öldürülüşünü bütün dünyaya duyurdum. Hocalı katliamı anlatılamaz bir vahşetti. Azerbaycan yönetimi ve Cumhurbaşkanı Ayaz Mütellibov, olayı dört gün boyunca kamuoyundan gizlemeye çalıştılar. Bütün Azerbaycan şok olmuştu. Ermeni bıçaklarından, kurşunlarından kurtulmayı başaranlar; kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar karlı dağlarda tipi altında Agdam'a gelmeyi başardıklarında çoğunun ayakları donmuştu. Bazılarının ayakları ise kangrenden dolayı kesilmişti. Ermeniler vahşetin her türlüsünü sanki ibret olsun, örnek olsun diye yapmışlardı. ihtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletlerle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti.”
    Tümünü Göster
    ···
  6. 231.
    0
    Gelişmelere seyirci kalan BM ve Batılı devletler, Ermenilerin yaptıkları katliamlara ve işgal hareketlerine ciddi bir tepki göstermemişlerdir. Ermenilerin Mayıs 1992'de Nahçıvan'a saldırmalarından sonra Türkiye 1921 Kars Anlaşması çerçevesinde bölgeyi korumak için askerî müdahalede bulunabileceğini açıklamıştır. Uluslararası toplum, ancak Ermenilerin nüfusu 60 binden fazla olan Kelbecer'e saldırmasıyla harekete geçti. BMGK, 822 sayılı kararı ile Ermeni kuvvetlerinin işgal altındaki topraklardan çekilmesini istedi, ancak bu sonuç vermedi. Kararın ardından AGiT bünyesinde arabuluculuk çalışmaları başlatıldı.

    1994 yılında iki taraf arasında ateşkes ilan edilmiştir. Savaş sonrası çözüme kavuşturulamayan bir diğer sorun da, ülke içerisinde yerinden edilen ya da sığınmacı durumuna düşen bir milyon civarı Azeri'dir. Bunların büyük bir çoğunluğu Azerbaycan sınırları dahilinde yaşamaktadırlar. Azerbaycan nüfusunun 'undan fazlası ülke içinde yerinden edilmiş sığınmacılardan oluşmaktadır ki bu, kişi başına dünyada yerinden edilmiş en büyük nüfus hareketlerinden biri anldıbına gelmektedir. Bu insanlar hâlâ Ermenilerce işgal edilen topraklarda bulunan evlerine geri dönmeyi beklemektedirler. Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan veya başka ülkelerden Azerbaycan'a gelen Azerbaycan vatandaşları, Azerbaycan hükümeti tarafından “göçkün” olarak adlandırılmaktadır. Sorunlarına hâlâ kalıcı çözümler bulunamayan göçkünler; mesken, iş, yiyecek, sağlık, eğitim ve can güvenliği gibi birçok sorunla karşı karşıyadırlar. Bu kişiler Bakü ve çevresinde, zor koşullar altında çadırlarda, barakalarda, okul ve yurtlarda, pansiyonlarda, dükkanlarda, yük vagonlarında, hatta yol kenarlarında yaşam mücadelesi vermektedirler.[3]
    Vahşeti Yaşayan Fransız ve Ermeni Gazetecilerin Katliamı Anlatan Satırları

    Hocalı katlidıbını yerinde gören Fransız gazeteci (Jan iv Junet) gördüklerini gazetesine şu satırlarla geçiyordu:

    "Alman faşistlerin gaddarlığını çok duydum ve okudum. Ama 5-6 yaşındaki çocukları, sivil halkı öldüren Ermeniler, onlardan da beter"

    O vahşeti yaşayıp bunu aktaranlar arasında bir de Ermeni gazeteci vardı. Daud Kheyriyan "Haçın Hatırı için" isimli kitabında Hocalı katlidıbını şu sözlerle anlatıyordu:

    "... Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, 2 Mart günü Hocalı'nın 1 kilometre batısına 100 Azeri cesedini getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir Ermeni asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. O sırada sanki yanmakta olan ölü bedenler arasında bir çığlık işittim... Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa'ya döndüm, onlar Haç'ın hatırı için savaşa devam ettiler" [4]
    Tümünü Göster
    ···
  7. 232.
    0
    Bilge Kağan

    Bilge Kağan (Çince: pinyin: píqié kěhàn), Göktürkleri elli yıllık Çin esaretinden kurtararak ikinci defa Gök-Türk Hakanlığını kuran ilteriş (il'i, devleti toplayıp tanzim eden) ünvanı ile anılan Kutluk Kağan'ın büyük oğlu.[1] ikinci Göktürk'ün kağanıdır.[2] Asıl adının Mogilhan veya Mergen olması muhtemeldir.[3] 683 / 684 yıllarında doğdu.[1] Babası, Göktürk Devleti'ni yeniden kuran ilteriş Kutlug Kağan; annesi, ilbilge Hatun'dur.[2]

    Babası Kutluk Kağan öldüğü zaman, kardeşi Kül Tegin'le birlikte, küçük yaşta olmaları sebebiyle, amcaları Kapağan Kağanın ve millet emektarı, büyük müşavir Vezir Bilge Tonyukuk'un himayesinde büyüdü. O zaman Bilge Kağan 8, Kül Tegin Han 7 yaşındaydılar.[1]

    Amcası Kapağan Kağan tarafından 14 yaşında “şad” tayin edilerek devlet hizmetine girdi. Vezir Tonyukuk kumandasında Göktürk Hakanlığının inal ile birlikte sevk ettikleri batı orduları grubunda yer aldı. inal Kağanla birlikte Altayları aşarak Bolçu'da On-ok ordusunu mağlup etti ve Seyhun (Sir derya= inci Nehri) kıyılarına ulaştı. Tonyukuk'un başkumandanlığını yaptığı bu ordunun başında Maveraünnehir'e kadar dayanan Bilge Kağan, Kızıl Kum Çölüne girerek güney istikametini aldı. Göktürk Abidelerinde tezik şeklinde zikredildiği gibi, ilk defa olarak batıda Müslüman Araplarla karşılaşıldı (701). 709 yılında Kırgızlar'ın komşusu olan ve Yukarı Kem-irtiş arasında bulunan Çikler ile Isıg Gölünün batısında yaşayan Azları, Hakanlığa bağladı. 710 yılında kardeşi Kül Teginle birlikte zaman zaman başkaldıran Kırgızları mağlup etti. 714'te Çin'in yığınak merkezi olan Beşbalık'ın kuşatılmasına, inal Kağan, Tung-lu Tekin ve eniştesi ile birlikte katıldı.[2]

    Kapgan Kağan'ın aşırı sert tutumu Çin'in tahrikleri de eklenince ikinci Göktürk ülkesinde birbiri ardına boy isyanları baş gösterdi. Özellikle 711 yılından sonra Türgiş, Karluk, Dokuzoğuzlar ve Oğuz isyanları devleti yok olma noktasına getirmişti Bir isyan bastırılırken bir başkası baş gösteriyordu. Nihayet bu isyanların birinde Kapgan Kağan Bayır Kulan'ı ağır bir yenilgiye uğrattı. Fakat geri dönerken tedbirsiz davrandı. Yanına az asker almıştı. Yenilgiden arta kalan Bayırkulan'ların saldırısı sonucunda Söğüt ormanında hayatını kaybetti. Bayırkulan'ın yanında bulunan Çinli casus Ho Ling –chünan, Kapgan'ın kegib başını Çin'e zütürdü.[3]

    22 Temmuz 716 tarihinde Çinlilerle münasebet kuran Bayırkular'ın amcaları Kapağan Kağanı pusuya düşürerek öldürmeleri üzerine karışıklığa sürüklenmiş olan devletin yükünü, Kapağan Kağan'ın oğullarını ve taraftarlarını bertaraf ederek, kardeşi Kül Tegin'le birlikte yüklendi [1] ve 32 yaşında 716 yılında Göktürk Devleti'nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge Kağan'ın ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tigin'i, vezirliğe de Tonyukuk'u getirdi.[2]

    Kül Tegin'le birlikte seferler yaptı. Memlekette karışıklıklar çıkaran Dokuz Tatarlar ve Oğuzlar üzerine yürüyerek bozguna uğrattı. Kül Tegin'in aşırı derece ısrarı üzerine 716 yılında hükümdar oldu. Gök-Türk orduları başkumandanlığını yüklendi. O zamana kadar bu vazifede bulunan baba yadigarı Bilge Kağanın kayın babası vezir Tonyukuk da devlet müşaviri olarak kaldı. içte ve dışta yaptığı mücadelelerde büyük başarılar kazandı. Yurtsuz milleti yurtlu, fakir halkı zengin ettiği gibi, devleti ve milleti için canla başla çalıştı. 717 yılında Uygur il-teber'i Kargan Savaşında yendi. Bir yıl sonra da isyana teşebbüs eden Karluklarla savaştı ve galip geldi.[1]

    Türgişler, 717'de Su-Lo önderliğinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bilge'ye tabi Uruğ'lardan bazıları da onlara katıldılar ancak Tonyukuk'un müdahalesi sayesinde Bilge Kağan, duruma hâkim olabildi.On Türgiş başkenti Kuz-Uluş Balasagun'la taşıdı ve uzun bir süre Maveraünnehir'den doğuya ilerlemeye çalışan Arap kuvvetlerini engellediler.

    Bilge Kağan tahta çıktığı zaman Göktürk ilindeki düzen epey bozuktu. Bilge, Kağan olunca devleti tekrar güçlü duruma getirmiş ve töreleri yeniden uygulamaya başlamıştır. Devlete hâkim olduğu andan itibaren mücadeleye devam eden Bilge Selenga Irmağı boyunca ilerlemiş. Karagan Geçidinde Uygurları ağır bir bozguna uğratmıştır. Uygur ilteber'i doğuya kaçtı. Uygurlara ait at sürüleri Göktürklerin eline geçti. Bilge bu şekilde halkı doyurdu.[3]

    Göktürk Devleti'nin birliğini sağlamlaştıran Bilge Kağan, Tonyukuk'un öğütlerini dinleyerek Çin ile iyi ilişkiler içine girdi. Çin sınırındaki alışveriş yerlerinin düzenli işlemesini sağladı. Göktürkler, bu yolla Çin'den sağladıkları ipeğin Asya'da ticaretini yaparak önemli gelir elde ediyorlardı. Göktürkler, zaman zaman Oğuzlar'la savaşmalarına karşın, Bilge Kağan döneminde oldukça rahat bir yaşam sürdüler. Ülkesinde yetişen ürünlerin halkının yaşamasına yetmediğini bilen Bilge Kağan ticarete önem veriyordu. Birçok savaş bu ticaretin engellenmesi yüzünden çıkmıştı.[4]

    Bilge Kağan, Çinlilerle iyi münasebet kurmak istiyordu. Bu Tonyukuk'un da arzu ettiği bir durumdu. Fakat Çinliler, Türk birliğini bozmak için Beşbalık'taki Basmillar ile anlaşmışlardı. Bütün bunlar, Çinlileri çok iyi tanıyan ve vaktiyle Kutluk (ilteriş) Kağanla birlikte istiklal mücadelesi veren Vezir Tonyukuk tarafından gayet iyi biliniyordu. Onun planı sayesinde Basmillar Beşbalık'ta kuşatılarak mağlup edildi. Entrikalarının boşa çıktığını gören Çin de baskı altına alındı. Çin ordusu Kan-su'da bozguna uğratıldı (Eylül 720). Daha sonra çeşitli seferler düzenlendi. Kitanlar ve Tatabılar saf dışı bırakıldı (722-723).[1]

    Beş-balık zapt edildikten sonra Liang-çu, Kan-çu, Yuan-çu bölgeleri 10 sefer yapılarak ele geçirildi. Hakanlık eski zindelik ve itibarını kazanmıştı. Bütün doğu ve Tarbagatay'a kadar batı, hakanlık idaresinde idi. Hatta Bilge 717 karışıklığında Ötüken ile alakasını kesip kendi başına bir devlet durumuna girmiş olan Turgiş hakanlığını bile kendisine tabi saymakta idi. Bu başarılar üç Gök-Türk büyüğünün: Tonyukuk, Bilge, Kül Tegin'in azim ve gayreti ile elde edilmişti. Çin de şüphesiz durumun farkında idi. imparator Hüang-sung'un başkanlığında yapılan bir toplantıda şöyle konuşuluyordu: "... Gök-Türklerin ne zaman, ne yapacakları bilinmez. Kağan Bilge iyidir, milletini sever, Türkler de ondan memnundurlar... Kül Tegin harp sanatının ustasıdır, ona karşı koyacak kuvvet güç bulunur... Tonyukuk ise otoriter ve bilgedir, niyetleri, kurnazlığı çoktur. işte bu üç "barbar" aynı anlayışta olarak bir aradadırlar... " [5]
    Tümünü Göster
    ···
  8. 233.
    0
    Bütün bu hadiselerden sonra Çin, iyi geçinme noktasına geldi.[1] imparator, Bilge Kağan'ın taleplerinden olan Çinli bir prenses ile evlenme işini görüşmek üzere Ötüken'e elçi gönderdi.[5] 725 yılında Çin imparatoru tarafından gönderilen elçiyi Bilge Kağan, Kül Tegin ile Tonyukuk'un hazır bulunduğu bir mecliste kabul etti.[1] Daha sonra kendisi elçisi, nazırlarından Mei-lu-ç'o (Buyrukçur)'u Çin başkentine gönderdi. Çin sarayında itina ile ağırlanan bu elçinin temasları neticesi So-fank (Ling-çu'da) şehrinin, Gök-Türklerin serbestçe ticaret yapabilecekleri ortak Pazar yeri olmasına karar verildi.[5]

    Bilge Kağan kesin tarihini bilmediğimiz bir sefer düzenlemiştir. Bu seferi doğuya doğru Kök Öng ırmağı boyuna yapmıştır. Kök Öng ırmağını yatağı zor şartlarla geçilmiş Keçen'e kadar ilerlemiş. Yazıtlardaki silinmeler dolayısıyla seferin tam mahiyeti anlaşılamamaktadır.[3]

    Bilge Kağan, 725 yılında kayınbabası Tonyukuk'u 731 yılında da 47 yaşında olan kardeşi prens Kül Tegin'i kaybetti. Bu iki Türk büyüğünün ölümü hakanlıkta büyük boşluklar meydana getirdiği gibi, millet de, başta Bilge Han olmak üzere büyük üzüntü içine düştü. Orhun Kitabeleri'nde bu husus: “Küçük kardeşim Kül Tegin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu, zamanın takdiri Tanrı'nındır. Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır, kendimi bıraktım, gözden yaş akıtarak, gönülden feryat ederek yanıp yakıldım.” şeklinde Bilge Kağan'ın ağzından, kendi inançlarına göre, bir nevi tevekkül içinde anlatılmaktadır.

    Bu iki büyük millet ve devlet emektarının hatırasına Bilge Kağan zamanında bengü taşlar (kalıcı eserler) dikilmiş, hizmetleri ve düşünceleri kendi ağızlarından verilmiştir.[1]

    2. Göktürk Devleti'nin kuruluşunu hazırlayan istiklal mücadelesi, Bilge Kağan'ın babası ilteriş (Kutluğ) tarafından başlatılmıştır. Fakat devletin tam olarak teşkilatlanması ve asıl rayına oturuşu, Bilge Kağan zamanındadır.[7]

    Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti'nin sınırları Çin'in Şan-Tung ovasından, iç Asya'da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani Irmağı havalisi ve Batı Demir Kapı'ya (Ceyhun Irmağı'nın yakınında Semerkand-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı.

    734 yılının yazında K'i-tan ve Tatabılara karşı Töngez Dağında kazanılan savaş, Bilge Kağanın en son zaferi oldu. Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağan'ın 19'u “şad” 19'u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır. Son zamanlarında Çinli bir prenses ile evlenme arzusu Çin imparatoru tarafından kabul edilmişse de, Çinlilerce aldatılan Buyruk-çor (Buyrak Cor, Buyrukçur) tarafından zehirlendi.[1] Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürttü.[2] 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak 50 yaşında hayata gözlerini yumdu.[1] Cenazesi, 22 Haziran 735 tarihinde ("domuz" yılının 5. ayının 272'si) büyük bir törenle defnedildi.[2] Adına oğlu tarafından Baykal Gölünün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir. Abideyi yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır.[1]
    Bilge Kağan'ın ölümü, Kül Tegin'in acısını henüz unutmayan Türk halkını yasa boğdu. Çin imparatoru da ülkesinde matem ilan ederek, taziyetlerini bildirdi. Bilge için bir anıt-kabir inşasına ve bir kitabe dikilmesi hazırlığına başlandı. Metni yine Yollıg Tegin kaleme almış ve bir ay 4 günde taşa kazımıştı (735). Çin imparatorunun arzusu üzerine buraya da Çince bir kitabe ilave edildi.

    Bilge'nin ölümü üzerine Gök Türk devletinde çöküş belirtileri kendini gösterdi. Babasının yerine tahta çıkan Türk Bilge Kağan (Çin kaynaklarında, i-jan)'dan sonra küçük kardeşi Tengri Han (Çincesi, Teng-li) geçti. 740 yılında Gök Türk tahtında yine “Tengri Han” diye anılan bir kağan vardı ve bu, Bilge'nin oğlu idi (Bilge'den sonraki kağanlar meselesi, biraz karışıktır). Hakan çocuk denecek yaşta olduğu için idare annesi (Tonyukuk'un kızı) P'o-fu'nun elinde idi.

    Hatun devlete hakim olamadı, hanedan üyeleri birbirine düştü ve huzursuzluk bütün yurda yayıldı. Durumdan faydalanan Basmıllar, Karluklar ve Uygurlar birleştiler ve vaziyete hakim olur olmaz, Aşına ailesinden gelen Basmıl başbuğunu “kağan” ilan ettiler (742) ve Gök Türk Hakanı Ozmış (Vu-su-mi-şi) sonra da onun küçük kardeşi, son Gök Türk hakanı Po-mei'yi öldürdüler. Bu arada müttefiklerin araları açıldı. Basmıl Başbuğu (Kağan) ortadan kaldırıldı ve Uygur başbuğu Kağan ilan edildi. Kutlu Kül Bilge Han (745). Ötüken'de Uygur Türk Devleti devri başlıyordu. Bununla beraber, Gök Türk çağının bazı aileleri, hatta Tonyukuk soyundan gelenler, Uygur devletinde ve sonraki Moğollar devrinde bile ehemmiyetlerini muhafaza etmiş görünmektedirler...

    “Ey Türk milleti, üstte gök yıkılmaz, altta yer delinmezse, devletini, töreni kim bozabilir” (Kitabeler) diyen Bilge, oğlu tarafından diktirilen kitabede şunları söylemektedir: “... Üstte Tanrı, aşağıda yer buyurduğu için milletimi, gözünün görmediği, kulağının duymadığı ileri gün doğusuna, geri gün batısına, beri gün ortasına, yukarı gece ortasına kadar zütürdüm. Altının sarısını, gümüşün beyazını, ipeğin halisini, atın ayrığını, kakım'ın siyahını, sincab'ın gökünü milletime, Türklerime kazandırdım” [6]
    Tümünü Göster
    ···
  9. 234.
    0
    Milletlerin tarihinde zaman zaman çeşitli etkenler altında milli şuurun körelmeğe yüz tutarak şuur altına geçtiği veya felce uğrama tehlikesiyle karşılaştığı durgunluk devreleri göze çarpar. Bir toplumun böyle bir duruma düşmüş veya düşürülmüş olması, o toplumun her türlü gerileme ve çöküşe doğru yol alabileceğinin belirgin işaretidir. işte böyle dönemlerde, bu şuuru canlı tutma gücü bakımından, millete önderlik etme vazifesini yüklenmiş olan şahsiyetlere büyük görevler düşer. Bu konuda ilteriş de Bilge Kağan da gereken başarıyı gösterebilmişlerdir. Bunun ilk belirtisi, Çin boyunduruğu altındaki, yazıtlarda kara kamag diye adlandırılan Türk halkının, isyan duyguları altında söylediğini yukarıya aktarmış olduğumuz sözlerdeki uyanışta ve bunun ilteriş Kağan tarafından çok iyi değerlendirilebilmiş olmasında
    görülüyor.[7]

    Bilge Kağan'ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi.[2] Çin'de olduğu gibi, Türk ülkesinde de şehirleri surlarla çevirtmek, hisarlar yaptırmak istiyordu.[6] Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak: "Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin'e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz" dedi.[2]

    Amcası Kapgan Kağan zamanında 19 yıl "şad" yani "Ordu komutanı" ve idareci olarak devlete büyük yararlılıklarda bulunan Bilge Kağan, büyük bir devlet adamıydı. Bilgelikle ün kazanmış olan bu Türk devlet adamı bütün çalışmalarını Türk milletinin birlik ve refahına vermiş, dış politikada saygı toplayan bir siyaset takip etmiştir.[8]

    Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm'i yaymak [2] ve Taoist tapınaklar inşa ettirmek [6] hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm'in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi; [2]

    “Her ikisi de insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğratır. Kuvvet ve savaşçılık yolu bu değildir. Bize uygun düşmez. Türk milletini yaşatmak istiyorsak, ne bu çeşit talimlere, ne de bu türlü tapınaklara ülkemizde yer vermemeliyiz”.[6]

    Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk'un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.[2]

    ilteriş ve Bilge Kağan, o zamanki din anlayışından kaynaklanan otorite ve hakimiyet anlayışı dolayısıyla, milleti yönlendirme gücünü Tanrı'dan aldıklarını ifade etmektedirler. Bu devlet anlayışına göre onlara ili yani ülkeyi veren Tanrıdır. Tanrı milletin koruyucusu ve güç kaynağıdır. Bu bakımdan yazıtlarda sık sık "küç birigme Tengri " (Güç veren Tanrı) "Tengri yarlığaduğın üçün", "Tengri küç birdükin üçün" gibi ifadelere rastlanır. Ancak, millet, yine devletin asıl sahibi ve kurucusudur. Çin boyunduruğundan kurtulma mücadelesindeki şuurlarıma devresinde "ne ğaganğa işig küçüg birürmen?" sözleri de bu anlayışla açıklanabilir.[7]

    Kitabelerde görüleceği üzere, Bilge Kağan milletine bağlı, dindar bir hükümdardır. Böyle olmasına rağmen yeni bir dinin arayışı içinde olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü onun yerleşik hayata geçmek isteği ve kuracağı şehirlerde Budist mabetlerine yer verme teklifi kayın babası Tonyukuk tarafından reddedilmiştir. Şayet sağlıklarında islamiyet ülkelerine ulaşabilseydi, Türklüğün eski yurdunda alperenlerin, gazilerin daha erken görüleceği büyük ihtimal dahilindeydi. Tonyukuk'un Bilge Kağanı bu iki düşüncesinden men edişi, Çin'e karşı kendilerini müdafaa şuuru iledir. Fakat bu fikir, netice olarak sonraları Türk dünyasının islamiyet'e geçmesine zemin hazırlamıştır.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  10. 235.
    0
    Bilge Kağan'ın Öğütleri

    Bilge Kağan, altıncı yüzyılın başlarında, yedinci yüz yılın ortalarında, Mancur'ya dan iran'a kadar uzanan geniş bölgede, Asya'nın hakimi olmuş, Orhun Abideleri denilen “Ebedi taşa” da ”Türk Milletinin, Türk devletinin adı, sanı yok olmasın” yazdırmıştır.

    “Ey Türk Oğuz Beyleri! Bu sözümü iyi işitin! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe biliniz ki, Türk milleti, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk milleti! Kendine dön! Milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için, gece gündüz uyumadım, gündüzleri oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ile ölesiye çalıştım. Birleşen milleti dağıtmadım. Türk Kağan Ötükende oturursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben Ötükende oturarak tek başına yurdu idare ettim. Çinlilerin değerli hediyelerine kapılmadım. Buna kapılan ne kadar Türk'ün öldüğünü, Çin boyunduruğuna girdiğini unutmadım. Tanrı yardım etti, Türk kağanı oldum. Dağılmış milletimi topladım. Fakir milletimi zengin ettim. Azalmış milletimi çoğalttım. Atalarıma layık bir evlat olmağa çalıştım. Ecdadımız törelerine öyle bağlı idi ki, bununla milleti mutlu ettiler. Onlar bilge kağandılar. Sonradan bilgisiz, beceriksiz kağanlar, Çinlilerin hilesine kandılar. Türk milleti, zengin ülkelerini kaybettiler. Türk kağanların cihanı tutan haşmeti maziye karıştı. Bu yüzden Türk yöneticileri köle, Türk kızları da cariye oldu. Türk adı yerine Çince isim kullandılar. Bu utanç vericidir. Yüce Tanrı, Türk'ün bu haline acıdı, babam ilter Kağanı Türklere Kağan yaptı. Babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları koyun oldu. Kurt önünden kaçan koyunlar dağılıp gittiler.

    Babam, Doğudan Batıya at koşturdu. Türkleri birleştirdi, Türk devletini ihya etti. Ben zengin ve parlak bir millete Han olmadım. Kardeşim ve yeğenlerimle birlikte yemin ettik, Türk milletinin, Türk devletinin adı, sanı yok olmasın diye gündüz oturmadım, gece uyumadım, çalıştım.” [9]
    ···
  11. 236.
    0
    Kara kıs avulumga kelgende
    Kara kış, köyüme geldiğinde

    Kültüldegen kar yerge tüsgende
    Yere lapa lapa kar düştüğünde;

    Dombıramdı alarman
    Dombıramı alırım,

    Yürek sazım çalarman
    Yürek sazımı çalarım,


    Kaygırgandı eş aytbam
    Kaygılarımı hiç söylenmem.



    Dombıra sazım estgen ataylar
    Dombıra sazımı işiten babalar,

    Manesine es bergen anaylar
    Manasına kulak veren analar;

    Estgenine oy berip
    işittiğini akıl yorarak,

    Yüreklerge ses berip
    Yürekleri titreyerek,

    Köz yastı kızganmaslar
    Gözyaşlarını esirgemezler.


    Nogaydın kaygı sansız kününde
    Nogayların derdi sayısız, her gününde;

    Batirler yuklamagan kününde
    Yiğitlerin uyumadığı günlerde.

    Yüreklerin kötergen
    Yüreklerini cesaretlendiren,

    Sogıslarda küş bergen
    Savaşlarda güç veren,

    Köptü körgen Dombıra…
    Görüp geçirmiş dombıra...
    ···
  12. 237.
    0
    «Sonunu düşünen, kahraman olamaz.» Şeyh Şâmil

    «Ben bir tepeden "Allah" diye bağırırım, o ses diğer tepeden "Özgürlük" diye yankılanır.» Şeyh Şamil

    imam Şamil, (1797 - Şubat 1871), Kuzey Kafkasya halklarının, Avar kökenli politik ve dini önderi. Kafkas Savaşı'nda Anti-Rus direnişin lideri ve Dağıstan'la Çeçenya'nın 3. imamı (1834-1859). Şeyh Şamil olarak da anılır.[1] imam Şamil 1797 yılında Dağıstan'ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası Dengau muhafazid'dir. Şamil Kumuk kökenli bir Türk'tür.[2] Babası muhafazid, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşta ağır bir hastalığa yakalanan Ali'ye, âdetlerine uyarak, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.[3] 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu. Öğrenimine bilgin Said Harekânî'nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki'nin öğrencisi oldu.[2] Nakşibendi tarikatında aldığı bu eğitim onda Rus aleyhtarlığı ve islam birlikçi düşüncelerin gelişmesine yardımcı olmuştur.[1] Kendinden önce imamet makamında bulunan Gazi muhafazid ve Hamzat Beg'in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı.[2]

    Şeyh Şâmil, arkadaşları ile ilim öğrenmek üzere Bağdât'a gidip, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden ders aldı. Ondan; tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyât, târih ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim, ayrıca tasavvuf ilmini öğrenerek, hocasının eşsiz teveccühleri ile de büyük bir velî oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, bu kıymetli talebesine halîfelik de vererek, Allah-u Teala'ya kavuşmak arzusuyla yanan âşıkların kalplerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kafkasya'ya gönderdi. Bâzı kaynaklara göre de, zâhirî ilimleri Saîd Herekânî'den, kalp ilimlerini de Cemâleddîn Kumûkî hazretlerinden öğrendi.

    Şeyh Şâmil, Kafkasya'ya döndükten sonra on yedi sene önce Şeyh Mansûr ile başlatılan hürriyet mücâdelesindeki yerini aldı. Mansûr'dan sonra, Gâzi muhafazid, Kafkaslıların başına geçerek imâm oldu. O da gönül sâhibi bir velî idi. Şeyh Şâmil'in çocukluk arkadaşı olan Gâzi muhafazid, Ruslarla yaptığı Gimri muhârebesinde şehit olmadan önce; "Kardeşim Şâmil! Bu savaşta şehit olsam gerektir. Benden sonra Hamzat imâm olacak. Onun kısa süren imâmlığından sonra sen başa geçecek, senelerce Kafkasya'ya hükmedeceksin. Nâmın cihânı tutacak. Çar ordularını perişân edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri'den gitsen bile yine kurtarıp, mezârımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşallah." demişti. Çarpışmanın şiddetlendiği bir an, Gâzi muhafazid şehit düştü. Bu hâle çok üzülen Şeyh Şâmil, büyük bir hızla düşmana saldırdı. Birçok düşman öldürdü. Bu arada ağır yaralandı. Şeyh Şâmil'in yaralandığını gören Gimri Câmiinin müezzini Mehmed Ali, onu takip ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pek çok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinden bazıları ve köprücük kemiği de kırılmıştı. Asıl yara, göğsünde ve sırtında olup, her tarafını kan kaplamıştı.[3]

    Şeyh Şâmil, büyük bir soğukkanlılıkla bir ucu sırtından görünen süngüyü çıkarıp attı. Bir yanda canından çok sevdiği imam Gazi muhafazid'in şehâdeti, bir yanda da bağrına saplanan süngü, Şeyh Şâmil'i yaralı bir arslan hâline getirmişti. Sol elindeki kılıç her vuruşunda birkaç Rus kâfirini yere seriyordu. Korkudan gözleri yuvalarından fırlayan Ruslar, kaçacak delik arıyorlardı. Şâmil, akşamın karanlığına karışıp gitmişti. Şâmil'in yaralandığını gören Gimri Câmiî müezzini Şâmil'i takip edip, karanlık iyice bastırdığında onu bir mağaraya zütürdü.[4]

    Müezzin Mehmet Ali'den durumu öğrenen Şeyh Şamil'in kayınpederi Abdülaziz Efendi hemen yola çıktı. Dağıstan'ın en meşhur cerrahlarından birisi idi. Birkaç gün mağarada kalarak Şeyh Şâmil'i şifalı otlardan hazırladığı ilâçlarla tedâvi etti.

    Ancak bu tedâvinin daha uzun bir süre devam etmesi lâzımdı. Şeyh Şâmil'i, Unsokul Köyü'ne getirdiler. Tedâviler aralıksız sürüyordu.
    Tam 25 gün sonra Şeyh Şâmil komadan çıktı. Gözlerini ilk açtığı an başucundan hiç ayrılmayan annesini gördü. Annesine ilk sözleri şu oldu: "Anacığım! Namazımın vakti geçti mi?"

    imam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dinî ve siyâsî sebeplerle olmuştu. Şamil'in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, muhafazid Gazi, muhafazid Said, muhafazid Şefi, Cemaleddin ve muhafazid Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu.[2]

    1832 (H.1248) senesi şehit düşen Gâzi muhafazid'in yerine, Hamzat Bey imâmlığa seçildi. Üç sene kadar faâliyet gösteren Hamzat Bey, 1835 (H.1251) senesinde Hunzah Câmiinde bir Cumâ günü şehit edildi. Onun şehâdetinden sonra imâmlık, yâni liderlik vazifesi Şeyh Şâmil'e teklif edildi. Şeyh Şâmil, tevâzu göstererek daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hattâ namzetler de gösterdi. Gohlok'ta toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye hâiz olarak, Şeyh Şâmil'e imâmlığı kabûl ettirdiler.[3]

    Şamil, imam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 238.
    0
    imam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti. Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil muhafazid, Kabet muhafazid, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur muhafazid, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil'in büyük oğlu muhafazid Gazi, gazavât'ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular.

    Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya'nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihat ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir.[2]

    Çar Birinci Nikola, yıllardır Kafkasya'da yapılan savaşlarda başarılı olamadığını ve Şeyh Şâmil'in düzenli ordu kurarak hücumlarını sıklaştırdığını görünce, bu memleketi bir de sulh yoluyla elde etmeyi denemek istedi. Şâyet Şeyh Şâmil'i elde edebilirse, bu işin çabucak biteceğine inanıyordu. Kafkasya'daki Müslümanları bir bayrak altında toplama sevdâsından vazgeçerse, kendisine en büyük makamların, rütbelerin verileceğini, başına krallık tâcı giydirileceğini, Çarlık hazînelerinin ayakları altına serileceğini bildiren göz kamaştırıcı şeytânî bir teklif hazırlatıp, en güvendiği generallerinden Viyanalı Kluk Von Klugenav'a verdi ve Şâmil'i sarayına dâvet etti. General, Şeyh Şamil'in huzûruna çıkmak için aracılar koydu. Güçlükle Şeyh Şâmil ile görüşmeye muvaffak oldu. 1837 senesinde Çar'ın gönderdiği elçiyi, maiyetiyle berâber, Sulak Nehri civârında kabûl etti. imâm, Generale yere serdiği Kafkas yaygısında yer gösterdiği zaman, bir bacağı bir Müslüman güllesiyle sakat kalan topal General, Şeyh Şâmil'i büyük bir tâzimle selâmladı ve istemeyerek bu yamalı yaygıya oturdu. Çar'ın sonsuz vaat ve pek parlak teklifleriyle dolu mektubunu okuyan General susar susmaz, imâm hızla ayağa kalkarak; "Namazım geçiyor." diye heybetle geri çekildi. Namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen Generale kesin cevâbını şöyle bildirdi: "General! O Nikola'ya git ve de ki: Senin yerinde şu anda kendisi olsa ve bu alçakça teklifleri bana bizzat yapmak cesâretinde bulunsaydı, ona ilk ve son cevâbı şu kırbacım verirdi." iyice hiddetlenen Şeyh Şâmil şöyle devâm etti: "Ona söyle! Kahraman tebâmın kalplerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça, bu mübârek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar karış karış müdâfaa etmekten bizi men edemeyeceksiniz. Dînim ve vatanım uğrunda, bütün çocuklarımı ve âilemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son tebamı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar sizinle savaş edeceğim. Nikola'yı tanımıyorum. Son cevâbım budur." Daha sonra ayağa kalktı. Hiçbir şey söylemeye cesâret edemeyen General, huzurdan ayrılıp, Çar'ına durumu bildirdi. Çar, hazır bu yol açılmışken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas orduları başkumandanı General Feze'yi, imâm Şâmil'e tekrar gönderdi. Onun da aldığı târihî cevap şudur:

    "Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gâzilerin en aşağısı Şâmil! Allah-u Teala'nın himâyesini, Çar'ın efendiliğine fedâ etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım. Daha önce Çar Birinci Nikola'yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu General Klugenav'a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemiştim. Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar, hâlâ görüşmek için beni Tiflis'e dâvet ediyor. Bu dâvete icâbet etmeyeceğimi bu mektubumla son defâ size bildiriyorum. Bu yüzen fânî vücûdumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarında taş üstünde taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin karârımı hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Cevâbım bundan ibârettir. Nikola'ya ve onun kölelerine böylece mâlûm ola!" [3]

    1839'da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürit ile General Grabbe komutasındaki 10.000'i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret'i, oğlu Said'i ve kız kardeşi Mesedo'yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin'i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır. Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler. Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir;

    "Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu."
    Tümünü Göster
    ···
  14. 239.
    0
    Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen imam Şamil'in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859'un 6 Eylül'ünde Gunip'te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur. imam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg'a Çar'ın sarayına zütürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola'ya ve ihtişamlı ordularına tam 35 yıl Kafkasya'yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz.[2]

    Rus Çarı ile yaşamış oluğu şu diyalog meşhurdur: Birgün Rus Çarı esaret altındayken Şeyh Şamil'i yemek yemek için karşısına alır Şeyh Şamil'in iştahlı bir şekilde yemek yediğini görünce yanındakilere: "Korkarım bu adam bizi de birazdan yer" diye söylenir. Şeyh Şamil, bunu duyunca: "Korkmayın dinimizde domuz eti yemek haramdır" cevabını verir.[1]

    imam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga'ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. iki yıl içinde Şamil'in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini muhafazid Gazi'nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac'ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu muhafazid Şefi'yi alıkoyar ve Hacc'ı ifa ettikten sonra derhal Rusya'ya dönmesini şart koşar.[2]

    Şeyh Şamil davasına son derece sadık bir insandır bu uğurda çok sevdiği annesi ile arasında geçen olay tarihe geçmiştir bu olay şudur :
    Savaş dönemlerinde halktan bazıları "artık teslim olalım anlaşma yapalım" diye hayıflanmaya başlamıştır, bunun üzerine Şeyh Şamil teslim olmaktan bahsedene kırbaç cezası vermeyi uygun görmüştür tabii bu durumda çekinen halk çareyi Şeyh Şamil'in annesine gitmekte bulmuştur ve annesini ikna edip çok sevdiği annesini kıramayacağını da düşünerekten konuyu bu vesile ile annesinin açmasını sağlamışlardır annesi Şeyh Şamile teslim olma teklifini sununca Şeyh Şamil koymuş olduğu kanundan ödün vermemiş aynı cezayı annesine uygulamış sonra annesi cezasını çektikten sonra onu çok üzgün bir şekilde sırtında taşımıştır ve böylece davasının ciddiyetini görenler bir daha teslim olmak barış gibi kelimeleri kullanmamışlardır.[1]

    Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya'dan ayrılarak önce istanbul'a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil'in istanbul'a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan'ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke'de Şürefa dairesinde misafir edilir. Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık 100.000 Müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları imam Şamil'i Kabe'nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine'ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran imam Şamil 4 Şubat 1871'de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.[2]

    Kendisini Kafkasya'nın özgürlüğüne adamış olan Avar liderin doğduğu Dağıstan'da, Kafkasya'da ve tüm islam ülkelerinde hala büyük bir şöhreti vardır. Yirmi beş yıl sürdürdüğü savaş ile onu izleyenlerin benimsediği ideoloji Müridizm bugün de Kafkas halklarını derinden etkilemektedir.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  15. 240.
    0
    Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), [1] Hz. Nuh'un üçüncü oğlu ve Türklerin atasıdır.[2] O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde "Capaş" şeklinde de kullanılmaktadır.[3][4] Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim, Yazıcızâde'nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır.[5] Yafes, Arapça eserlerde ismi, "Yafes bin Nuh" (Nuh'un oğlu) diye geçmektedir.[1]

    Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh'un oğullarından türemiştir. Hz. Nuh'un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan gelmektedir.[6][7]

    insanlığın başlangıcında insanların ömürleri uzun bulunmuştur. Bu da insanların çoğalmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Adem'den sonra insanlar çoğalmış, fakat Allah'ın dinini terk ederek müşrikçe bir halde yaşamaya başlamışlardı. Nuh Aleyhisselâm'a inananlar pek azdı. Nihayet o inatçı kavme cezaları yaklaşmıştı. Hz. Nuh bir gemi yapmakla Allah tarafından emrolundu. Gemiyi yapar yapmaz şiddetli yağmurlar yağmaya başlamış, yeryüzü bir deniz kesilmişti. Hz. Nuh kendisine imân edenleri gemisine aldı. Bunların sayısı kırk erkek ile kırk kadından ibaret bulunuyormuş. Bunların içinde Hz. Nuh'un Sam, Ham, Yâfes adındaki oğulları da bulunuyordu.

    Yâm veya Ken'an adındaki oğlu ise Hz. Nuh'a isyan ederek gemisine binmemişti. Nihayet gemi dışında bulunanlar tamamen suların dalgaları arasında kalarak helak olup gitmişlerdi. Daha sonra yağmur kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, gemi de Musul civarında Cudi denilen dağın üzerine Muharrem ayının onuna rastlayan aşure gününde oturmuştur. Hz. Nuh bu gemiye uygun gördüğü hayvanlardan da birer çift almış bulunuyordu.

    Bu tufan hadisesi cumhura göre umumidir, bütün yeryüzünü kapsamaktadır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri = eski zamandan beri taş kesilmiş hayvanların cesetleri görülmektedir. Böyle bir tufan hadisesinin yeryüzünde bir azap örneği olmak üzere vücuda getirilmiş olması, Allah'ın kudreti karşısında imkânsız görülemez. Maamafih bazı zatlara göre de bu hâdise, yalnız Hz. Nuh'un bulunduğu Babil havâlisinde meydana gelmiştir.[8]

    Deguignes'e göre Yafes'in sekiz oğlundan en büyüğü Türk ismine sahipti.[9][10] Hammer tarihinde "şecerenin ilki olan Türk... Her halde Heredot'un eserindeki Targitaos ve Mukaddes Kitap'taki Taghrama'dır" [11] deniliyor.[12]

    Yaşar Kalafat'a göre Türklük, ismini işte bu Türk Ata'dan almıştır. Türk Ata, Hz. Adem'in torunlarından olan Hazer'in oğlu Yafes'ten türemiştir. Türk Ata, ilahi tebligat yapılan tebligatçılar hiyerarşisinde yer almaktadır.[13] Bu tebligatın (Bildiri) akaidi Türk Töresi ve bu töreyi besleyenler tümüyle Türk'tür. Bu tebligatın dili Türkçe idi. Bu itibarla Türk dili ilahi bir muhteva içermektedir. Bu bildirilerin ulaştığı coğrafyalar ise Türk dünyası coğrafyasını oluşturmuştur.[14]

    Yaşar Kalafat, Hz. Adem'den Hz. muhafazid'e kadar devam eden ilahi nizam tebligatının Hz. Nuh'tan sonra Hz. Yafes'e; ondan da Hz. Türk'e geçtiğini düşünmektedir.[15] Türk inanç tarihinde Türkler Tanrı'nın “Türk Kağanları” Türk töresini uygulayıp devam ettirmeleri için gönderildiğine inanırlardı. Bu yönü ve özelliği ile, Türk kağanın ilahi bir kutsanmışlığı ve görev (Töre) mesuliyeti vardı. Bu özellik ve ilahi tebliğ mesuliyetini Bilge Kağan'ın kitabe yazısında görmek mümkündür.[14]

    Yâfes, evlâtları çoğalınca, onlara reis olmuştu. Bunların hepsi, dedeleri Nûh aleyhisselâmın gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evlâdı çoğalarak bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar da, zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldı.[16] Türk, Veliaht olduğuna babasından kalmış halkları korumuştur.[9]
    Tümünü Göster
    ···
  16. 241.
    0
    Rehber Angiblopedisi'nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya'da yaşayan Yâkutlar bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.[17]

    Bunlardan Türklerin yurdu, Âsurîler tarafından işgâl edildi. Âsurîler güneşe, yıldızlara tapıyordu. Türklerin o zaman başlarına geçen bâzı hükümdarlar, semâvî dîni bozarak, onları puta taptırmaya alıştırdılar. Orta ve Doğu Asya'da yaşayan kavimler, yıldızlara, aya, güneşe, heykellere, cinlere tapınmaya koyuldular. Bu sûretle Asya'da, birçok bozuk inançlar, sapık yollar ortaya çıktı. Böyle uydurulan, meydana çıkan sapık yollardan biri de Şâmânîliktir. Avrupalıların Şamanizm dediği bu bozuk yol, vaktiyle doğu Asya'da putperestlerin uydurduğu bir inanç olup, bugün Sibirya'daki ve Okyanus adalarındaki vahşîler arasında yayılmış haldedir. [16]

    Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarih tezini savunurken şunları söyler: "Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes'in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır." [18]

    Vâni Mehmed Efendi, "Araisü'l-Kurân" adlı eserinin birinci bölümünde şöyle der: "Türklerin Benî ishâk‘tan kabul edilmesine gelince; buradaki ishâk'ın, ishâk Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde, Oğuz Han'ın Yafes'in neslinden olduğunu gördüm. Türkler'in tamamı O'nun neslindendir. Oğuz Han, Hz. ibrahim‘le çağdaş idi. Hatta Türkler, O'nun ibrahim'e iman ettiğini ve ishak'ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kurân-ı Kerîm'de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han'dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. ishak'ın evladı olmuş olurlar. Nitekim Hz. isa'nın Benî isrâîl'den olduğu gibi, Türkler de, Beni ishâk'tan sayılırlar. Bunda asla bir müşkillik yoktur." [19][20]

    Mehmet Faruk Gübtunca'nın "Peygamberler Tarihinden Seçilmiş Kıssalar" adlı kitabına göre Hz. Nuh'un dört oğlu olmuştu. Bunların isimleri şöyleydi: Harun, Sam, Yâfes ve Kenan. Bunlar da annelerine uymuşlar, kâfir olmuşlardı. Ama Sam ve Yâfes, daha sonra Hakk Dîn'e dönmüş, diğer ikisi ise bâtıl dinde kalmıştı.[21]

    Eski Türk boylarında çok eski devirlerden beri yaygın bir inanca göre, Hz. Nuh, tufandan sonra oğlu Yafes'i Türk yurduna göndermeden önce ona "yada" adı verilen büyülü bir taşı oğluna vermiştir. Türklerin babası olarak kabul edilen Yafes, bu taşı Türklere vermiş, daha sonra bu taş Oğuz Hana geçmiştir.[22]

    Şamlı Fahreddin Osman b. Ebi Bekir b. eş-Şeyh muhafazid Züreyg'in "Kitabü'l-Bustan fi Ba'zı Ahbâri Âl-i Osman" adlı eserinde Osmanlılar için "Onlar Hz. Nuh'un oğlu Yafes neslinden Karahan oğlu Oğuz'un evlatlarındandır." tâbiri kullanılır.[23]

    Türk adından, ‘Tugar' olarak bahseden en eski belge, Musevilerin Ahdiatik (Tevrat)'idir. Ahdiatik en eski ibranice eserdir. Dünya varlığından, milletlerden, devletlerden ve dünyanın kuruluşundan bahseden en eski eser olarak Ahdiatik'in fasıllarında, insanlığın doğuşu (tekvin-i mahlukat) bölümünde anılan Tugar, Nuh'un oğlu Yafes'in oğludur. isa'dan 458 sene önce yaşamış olan Musevi tarihçisi Hazkiyal, Tugar'la ilişkilendirilen Torok'ların yaşadığı bölge olarak Orta Asya'nın tam bir tarifini yapıyor. Ünlü tarihçi Josephe Flavius şöyle diyor: Toroklar, Dara'nın ülkesinin bitiminden başlayan ve sonu bilinmeyen yerlere kadar geniş sahalarda yaşayan, başlıca dokuz kola ayrılı büyük bir millettir. Çin kıtası da Torokların egemenliği altındadır. Ahdiatik'in en tanınmış müfessiri Mendelson, ‘tekvin-i mahlukat' bahsini açıklarken Torok tabirinin Türk olduğunu ve bu deyimin Turan şeklinde kullanıldığı zaman ‘Türklerin asıl vatanı' olarak anlaşılması gerektiğini karşılaştırmalarla anlatır.[24][25]

    Abul-Fevz muhafazid Emin Bağdadi, Türklerin Yafes oğlu Kumer oğlu Türke intisap ettiklerini yazar. Partold ise Hazar denizinden Çin hududuna yayılan Türk boylarının Türkmen Oğuz Karluk ve Dokuz-Oğuz olduğunu söyler.[26]

    Arap tarihçisi el-Mesudi'ye (X. yy.) göre, Türkler, Nuh Peygamber'in üç oğlundan biri olan Yafes (diğerleri Ham ve Sam)'in soyundan iniyordu. "Tac-üt Tevârih" yazarı Hoca Sadettin Efendi dahil bütün Osmanlı vak'anüvis (resmî devlet tarihçi)leri bu görüşü aynen benimsemiştir.[27]
    Tümünü Göster
    ···
  17. 242.
    0
    Osmanlılarda tarih anlayışı, silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal bir tarihti. Bu anlayış içinde şecerelerini Hazreti Nuh'un oğlu Yasef'e kadar zütürüyorlardı. Modern çağların ırk ve ulus tartışmaları içinde Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları haline geldiler. Ham (ve hamiler) siyahları; Sam (ve samîler) semitleri; Yafes ise beyazları temsil eder oldular. Böylece Osmanlılar, âdeta farkına varmadan, kendilerini Batılılarla birleştirmişlerdir.[28]

    Mekkeli Şair ibn el-Uleyf'e göre Nuh'un Sam, Ham ve Yafes adlı üç oğlu mevcuttur: Sam, Arap, Fars ve Rumlar'ın; Yafes, Türkler ile Ye'cuc ve Me'cuc'un; Ham ise Sudanlılar'ın atasıdır.[29] "Defter-i Çıngıznâne"ye göre ise Hz. Nuh'un Ham, Sam, Ken'an ve Yafes adlarında dört oğlu ve Reheb, Zeheb, Zühüt ve Zehüt adlarında dört kızı vardır. Ham'ın nesli Arap halkını, Sam'ın nesli Acem halkını ve Yafer'in nesli Rum diyarı halkını (Türkleri) oluşturmaktadır. Ken'an ise Tufan'da helak olmuş ve nesli kesilmiştir.[30]

    ibn Abbas (r.a) der ki: "Hz. Nuhun kavminden ciksen kişi iman etmişti bunların Üç tanesi oğlu idi sânı hânı ve yâfes bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti bunlar gemiden çıktıklarında bugün musul taraflarında quot karyetus-Semaîn" (ciksen kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre gemide ciksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, ibn Cüreyc ve muhafazid b. Kabın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da yüce Allaha nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu atâ dedi kir nûh as hâma: Çocuklarının saçları, kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes`in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti." [31]

    ibn ishâk dedi ki: "(Nuh Tufanında, gemide) hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğullan Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona iman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları.” [32][31]

    ibnu Hacer, Türkler hakkında ilgili babta şu açıklamalara yer verir: “Türklerin aslı hususunda ihtilaf edilmiştir. Hattâbî: “Onlar Benû Kantûra (Kantûra evladları)dır. Kantûra, Hz. ibrahim'in cariyesi idi. Lügatçi Kürau'n-Neml: “Bunlar Deylemdir” demiştir. Ancak, “Onlar Türklerden bir cinstir, Oğuz da öyle” denilerek bu görüş tenkid edilmiştir. Ebu Amr: “Türkler, Yafes'in zürriyetindendir. Bunlar birçok boylara ayrılır” demiştir. Vehb b. Münebbih der ki: “Onlar Ye'cüc ve Me'cüc'ün amca çocuklarıdır. Zülkarneyn, seddini inşa ettiği zaman, Ye cüc ve Me'cüc'den bir kısmı orada bulunmuyorlardı, onlar terk edildiler. Böylece kavimleriyle birlikte (seddin dahiline) giremediler. Bu sebeple (terk kökünden olmak üzere) onlara Türk denildi.”

    Türklerin Tübba neslinden oldukları da söylenmiştir. Keza Efrîdun b. Sam b. Nuh zürriyetinden oldukları veya Yafes'in kendi sulbünden oldukları veyahut ibnu Kûmi b. Ya'fes zürriyetinden oldukları da söylenmiştir.[33][34]

    islam kaynaklarında Çinliler de, Türkler gibi Yafes'in soyundan gösterilirler.[35][36]

    Joseph Deguignes de "Büyük Türk Tarihi" adlı kitabında, Türklerin atası olarak Nuh Peygamberin oğlu Yafes'i zikretmekte, [37] hatta Yafes'in oğullarından birinin adının Türk olduğunu, Hazar, Türkistan ve Volga ırmağı çevresinde yaşadığını ifade etmektedir.[38][39]

    "Tarih-i Enbiya" ve "Hükem"de Hz.Nuh'un evlatlarından Yafes'ten söz edilirken Sultan'ın hal tercümesi sebebiyle Yafes ve soyu hakkında başka bir tarihte bilgi verileceği için burada fazla bilgi verilmeyeceği kaydedilir. Bu kayıt şöyledir: "Bu tarih yazılırken akılda Sultanın hallerinin ve neseblerinin kaydedileceği bir tarih yazılması da vardır, Yüce Tanrı izin verirse bu konu Yafes tarihine ayrılmıştır, bu sebeple sonra olacaktır (burada), bu kadar ile yetinildi, özetlendi." [40]

    Oğuzlar, genel olarak Türkmen adıyla kaynaklarda geçmiş ve tarihî alanda bu adla tanınmışlardır. Köprülü'nün Oğuzlann Müslüman olan gruplarına "Türkmen" adının verildiği görüşü genel kabul görmüş, Kâşgarlı Mahmut'un eserinde de Türkmen ve Oğuz adı çok yerde bir arada kaydedilmiştir.[41] Ebü Hayyân'ın Oğuz boy adı için sözlükte verdiği "Yafes'ten sonra Türklerin büyük babasıdır" (Ar. Ebu'l-Türku'l-kebir bade'1-yäfes) tanımı dikkat çekicidir. Burada Türk soyu ile ilgili efsanelere atıf yapılmıştır. Tevrat'ta mevcut rivayetlerle Türk soyunun Nuh Peygamber'in oğlu olan Yafes'ten geldiği söylenir.[42] Bununla ilgili olarak Kâşgarlı Mahmut'un Dîvânında da bilgiler vardır: "Türkler, aslında 20 boydur, Bunların hepsi -tanrı kutsal kılası- Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk'e dek ulaşır." Türklerin Müslüman olmaları dolayısıyla soy kütüklerini islâmî köklere bağlamaları gayet doğaldı. Oğuznamelere dayanan Ebu'l-gazi Bahadır Han, Türklerin şeceresini Nuh Peygamber ile Yafes'in neslinden başlatır.[43][44]

    "Oğuz Kağan Destanı"na göre Oğuz'un ilk atası, Nuh'un oğlu Yafes'tir. Nuh, yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman oğlu Yafes'e Doğu illeri ve Türkistan taraflarını verir. Yafes, Türklerin deyişine göre "Olcay Han" diye anılır. O, göçebe olarak yaşardı. Yaylak ve kışlakları Türkistan'da bulunurdu. Dhib Yavgu, Olcay Han'ın oğludur. Bunun da dört muteber ve şöhretli oğlu vardı: Kara-Han, Or-Han, Kür-Han, Küz-Han. Kara-Han babasının yerine tahta geçer. Bir oğlu dünyaya gelir. Çocuk, üç gün, üç gece anasının sütünü emmez. Herkes, onun öleceğini düşünürken; annesinin rüyasına girer. Çocuk, annesine; “Eğer sütünü emmemi istiyorsan biricik Yaratıcı'yı ikrar ve itiraf et.” der. Kadın, üç gece aynı rüyayı görür. Bu kavim, kâfir olduğundan; kadın, meseleyi kimseye anlatmaz. Kocasından gizli olarak Allah'a iman eder. O anda çocuk, anasının sütünü emmeye başlar. Oğuz'un temizlik ve güzelliğine herkes hayran kalır. Bir yıl sonra konuşmaya başlar. Oğuz daima Allah'ı anıp ona şükreder. Her türlü bilim ve hünerde, ok atmada, kargı kullanmada, kılıç çalmada, bilgi hususunda âleme ün salacak şekilde gelişme gösterir. Babası, evlenme çağı gelince onu iki amca kızıyla sırayla nişanlar. Oğuz, önce onları Allah'a inanmaya davet eder. Onlar, bunu kabul etmeyince; Oğuz, onlardan uzaklaşır. Or-Han'ın kızı Allah'ı kabul ettiği için Oğuz, onu alır. Onu herkesten çok sever. Oğuz'un avda olduğu bir zamanda eski eşleri, Oğuz'un Allah'a inandığını ve bunun için kendilerinden uzaklaştığını babasına anlatırlar. Oğuz'un babası ve akrabaları, Oğuz'u öldürmeye karar verirler. Oğuz, avdan dönünce durumu anlar. Babası ve amcaları Kür-Han ve Küz-Han'ı öldürür. 75 yıl amcalarının uruğlarıyla savaşır. Onları yendikten sonra Oğuz yönünü dışa çevirir. Oğuz, cihangirlik için sefere çıkarak muhtelif yerleri ülkesine katar. 1000 yıllık bir hayattan sonra yerini oğlu Kün Han'a bırakır.[45]

    Reşideddin'in "Cami'üt-Tevarih"indeki bir destanda Türklerin ilk hükümdarının Nuh peygamber oğlu Yafes olduğu ifadesi ile başlanmakta ve Yafes'in Türkçe "Olcay Han" adını taşıdığı söylenmektedir. Olcay sözünün Moğolca olduğu malumdur.[46] B. Ögel, kaynaklarda "Ebülce" ve "Abulca" olarak da geçen bu ismin en doğru şeklinin “Bulca” olması sonucuna varmıştır. Sonradan düzülen bir çok soy kütükleri, Peygamberler tarihine göre, Nuh Peygamber'e bağlanmışlardır. Çingiz-Han çağında yazılan Oğuz Destanları, Peygamberler tarihine pek itibar etmemişler ve kendilerinin menşelerini, ilk-ata Bulca Han ile başlatmışlardı. Bununla beraber, ne de olsa islamiyet'in tesiri altında olan yazarlar, Bulca Han'ın Nuh'un oğlu Yafes olduğunu da söylemeyi ihmal etmemişlerdi. Fakat sonraki destanlar (mesela Ebu'l-gazi), Türklerin soy kütüğüne Yafes ile başlamış ve Bulca Han'ı da onun soylarına bağlamıştı.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 243.
    0
    Ebülgazi Bahadır Han'ın “Şecere-i Terakime”sinde Oğuz, anasını doğrudan Müslüman olmaya davet etmiştir. Ebülgazi, Türk halkının ta Yafes'ten Alınca-Han'a kadar Tanrı'nın birliğine iman ettiklerini, fakat Kara-Han döneminde büsbütün kâfir olduklarını söylemiştir.[49]

    Ebülgazi, Reşideddin ve ekibinin yeğledikleri “biricik Tanrı'yı ikrar ve itiraf” ifadesini açıklama ve zenginlik ve paraya dayalı bir “Cahiliye Dönemi” manzarası çizme gereği duymuştur: “-Müslüman ol ve hak dinine gel! Yok gelmezsen, ben de senin sütünü emmem”, diyordu. Bunun üzerine annesi oğlunun bu isteğine dayanamadı ve Tanrının birliğine iman getirdi. Bunun üzerine Oğuz-Han annesinin memesini emmeğe başladı. Fakat annesi ne gördüğü rüyaları ve ne de oğlunun isteği üzerine Müslüman olduğunu hiç kimseye açmadı. Çünkü Türk halkı, Yafes'ten ta Alınca-Han'a kadar Tanrının birliğine iman etmişti. Ama Alınca-Han'dan sonra Türkler çok zengin olmuşlar ve servetle paraya esir olmuşlardı. Bütün memleket Tanrı'yı unutarak kâfir olmuş ve kötü yola sapmışlardı. Kara-Han zamanında ise büsbütün kâfir olmuşlar ve küfre sapmışlardı. Meselâ bir baba, oğullarından birinin veyahut da bir oğul, babasının Hak dinini kabul ettiğini duysa idi, hemen onu düşünmeden öldürürdü.[50][49]

    Türkmenistan devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı'nın "Ruhnâme" adlı eserinde Hz. Nuh'a ve onun öğütlerine ayrıcalıklı bir yer verilmiştir. Bunun nedeni, Türkmen halkının Nuh (a.s)'a kadar uzanan tarihî geçmişi olduğuna inanılması ve Nuh Peygamberin, oğullarından Yafes'in soyuna yurt olarak Türkistan bölgesini verdiğinin kabul edilmesidir.[51] Ruhname'de yer alan bu düşünce, tarih kaynaklarınca da teyit edilmektedir. Örneğin Abu'l Farac Tarihi'nde yer alan bilgilere göre, Hz Nuh tufan olayından sonra dünyayı Sam, Ham ve Yafes adındaki üç oğlu arasında taksim etmiş; [39]

    Sam oğullarına meskun dünyanın ortasından doğudaki ucuna kadar uzanan bölge düşmüştü. Bu bölge Filistin, Arabistan, Fenike ve Suriye ile iki nehir arasındaki bütün bölgeleri (Mezopotamya'yı), Asur, Babil, iran ve Hindistan'ı ihtiva ediyordu.
    Ham oğullarına doğudan batıya kadar bütün güney ülkeleri; Orta ve Güney Hindistan, Mısır, Libya, Afrika ile kuzeye doğru Kilikya, Lidya ve Akdeniz adalarından Kıbrıs, Sakız, Sicilya ve daha yirmi ada düştü.
    Yafes oğullarına ise doğudan batıya kadar büyün kuzey; Almanlar, Türkler, Kapadokya, Asya, Tarki (Trakya), Yunanlılar (iyonya), Roma (Bizans), Slavlar, Bulgarlar ve ispanyollar düştü.[52][39]
    "Ruhname"ye göre, yüce Allah, kutsal emriyle Hz. Nuh'a bazı sayfalar göndermiş, [53] Hz. Nuh da bunları kendi soyundan gelen insanlar arasında, oğlu Yafes aracılığıyla da Türkistan halkına yaymıştır. Bu kutsal sayfaların özü tamamen “ahlâk güzelliği”ne aittir.[54][39]

    Osmonaalı Sıdıkov'a göre insanoğlu Adem ata ile Havva anadan türemiş, daha sonra Nuh ve Nuh'un üç oğlu Ham, Sâm, Yafes olarak nesil devam etmiştir. Yafes'in oğulları ikiye: Arîler ve Turaniler olarak ikiye ayrılır. Yazar Turanilere Asya kıtasında yaşayan kavimlerden Çinlileri, Hint-Çinlilerini, Japonları, Finleri, Osmanlıları, Tatarları, Kırgızları, Kazakları, Kalmukları, Tunganları dahil etmiştir.[9]

    Kırgızistanlı öğretim üyesi Prof. Dr. Ömürkul Yasayev'e göre Kırgızların kendi beylerinin hakimiyeti önünde birleşmesinin (bir araya gelmesinin ) sebebi aşağıdaki gibidir: O beyin aslı Slav'dır ve Slavların beylerinden biridir; onun Slavyan ülkesinde yaşadığı dönemde, oraya Rum elinden1 elçi gelir; (derebeyi) gelen elçiyi öldürür. (Onu) öldürmesinin sebebi Rumların Noydu'nun oğlu Simden, Slavyanlarında Yafes'den çoğalıp yayılmasıdır.

    Rumların adı, "Sag köpek" sözüyle ilgilidir. Çünkü onlar, köpeğin sütü ile beslenmişlerdir. Bu işin esası şöyledir: Yafes için karıncanın yumurtasını alıp geldiğinde, karınca, Yafes'in çocuğunun rahat görmemesi için Allah'a yalvarır. Yafes'in çocuğu doğduğunda ona Emka [55] adı verilir. Onun iki gözü kördür. O zamanlarda köpekler, dört gözlüdür. Yafes'in bir köpeği olur. O, bir yavru doğurur. Yafes, bu köpeği öldürüp atar. Yafes'in çocuğu kör olduğu için dört yıl boyunca köpeğin kulağından tutup onun sütünü emer. Köpek, ikinci yavrusunu doğurduğunda Yafes'in çocuğunu atıp ondan kurtulmak için Allah'a yalvarıp O'na şükrünü bildirir. Ertesi gün, bu köpeğin iki gözü, kör olan çocuğa geçer ve iki gözü de kendinde kalır. Onlar, yine köpeğin burnunda kalır. Bu sebepten onlar, "Saklablar" (Slavyanlar) diye adlandırılır.[56]
    Tümünü Göster
    ···
  19. 244.
    0
    Yafes ve Sam Kompleksi

    Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'a göre; doğru ve kusursuz bir insan olan Nuh'un, Yafes, Sam ve Ham adında üç oğlu bulunmaktadır. Tevrat'ta ve incil'de konu edildiği üzere, çiftçilik yapan ve diktiği bağdan elde ettiği şarabı içerek sarhoş olan Nuh, çadırının içine çırılçıplak uzanmış ve babasını bu durumda gören Ham dışarı çıkıp gördüklerini iki kardeşine anlatmıştır. Yafes ve Sam, bir giysiyle babalarının üzerini örtmeye çalışmış ve bunu yaparken ona bakmamışlardır. Ayıldığında küçük oğlu Ham'ın kendisine yaptıklarını hatırlayan Nuh, onu lanetlerken Yafes ve Sam için güzel dualar etmiştir.[57][58]

    Yafes ve Sam Kompleksi; gazetecilerin gerçekliği tüm çıplaklığıyla yazıp yazmamaları gerektiğine ilişkin tartışmalarda oto-sansürü, diğer bir ifadeyle göz kapatma tavırlarını tanımlamaktadır. Bu bağlamda Yafes ve Sam Kompleksi, olaylara dışarıdan bakma ve onlardan söz etme güçlüğü ya da bu kapasiteden yoksun olmak anldıbına gelmektedir. 1968 yılında Vietnam'da gelişen My Lai katlidıbının ardından Amerika'da açılan davalarda olayın tanıklarının aylarca suskun kalmaları, Yafes ve Sam Kompleksi'nin en önemli ve çağdaş örneklerindendir.[59][58
    ···
  20. 245.
    0
    Türk dili, Ural-Altay dil grubuna dahil olup, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon dillerinin de yer aldığı Altay dilleri ailesi veya Altay dilleri topluluğuna mensuptur. Yapı bakımından Altay dilleri ailesine giren bütün dillerde olduğu gibi, Türkçe de eklemeli (mülâsık = yapışkan) dillerdendir.

    ilk devreleri karanlık olmakla birlikte elde bulunan vegibalar ve Çin kaynaklarının verdiği bilgiler, Türk dilinin geçmişinin, tarih öncesine gittiğini göstermektedir. Ancak, Türkçe derli toplu metinler, Yenisey-Orhun mezar taşları ile ele geçmiştir. Bilhassa Orhun Âbideleri'nde işlenmiş bir Türkçe ile karşılaşılması, Türklüğün kendine has alfabe sistemi, dil ve tarih şuurunun bulunmasına bakılırsa, Türk dilinin tarih itibariyle daha eski zamanlara zütürülebileceği fikrini vermektedir. Zaten bu sahanın âlimleri, Orhun Âbidelerindeki işlenmiş ve gelişmiş Türkçe'ye bakarak, dilin tarihî devrelerini, milattan önceki devirlere çıkarmaktadırlar. Şimdiye kadar Rusya ve Çin sınırları içinde bulunması, yapılacak kazıları imkânsız kıldığından, Türk dilinin eskiliği meselesi şimdilik bu kadar aydınlatılmıştır. Egib, Kurgan vs. gibi kazılar da zaten Ruslar tarafından yapılmaktadır. Aydınlatıcı bilgiler, bu itibarla sınırlı olmaktadır. Ancak, bundan sonraki çalışmalar, Türk dili için ümit verebilir.

    Geçmişiyle birlikte Türkçe; Altay, En Eski Türkçe, ilk Türkçe, Eski Türkçe, Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve Modern Türkçe devri olmak üzere yedi ana devrede ele alınmaktadır.

    Altay devri; Türk-Moğol dil birliğini meydana getirmekte olup, Türkçe'nin Moğolca ile ayrılmaya başladığı veya bir olduğu devirdir. Kısaca bu devir, Türk ve Moğol dillerinin ana kaynağını teşkil etmektedir.

    Proto-Türkçe de denilen En Eski Türkçe devriyle ilk Türkçe devirleri hakkındaysa kesin bilgi bulunmamakta ve Türk dilinin bu devreleri karanlık kalmaktadır. Ancak Türkçe'nin milattan önceki ve milattan sonraki 1000 yıla yakın bir zamanı, bu devrenin içindedir. Bu devrin temsilcisi Hunlar olup, haklarındaki bilgiler, derme çatma ve incin da olsa, Çin kaynaklarından elde edilmektedir.

    Eski Türkçe devri; Göktürkler'in tarih sahnesine çıkmasıyla başlamıştır (536). Kağanlığı, Türk dilli milletlerin teşkil ettiği Doğu Göktürk Devleti, 630 yılında; Batı Göktürk Devleti ise 659 yılında, Çin idaresine geçmiştir. Bu esaretten ve durgunluktan sonra, ikinci Göktürkler, Kutlug Kağan ve Vezir Tonyukuk'un önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 682 yılından sonra olan bu ikinci silkiniş ve kuruluş devrinde, Eski Türkçe eserler yazılmıştır. Geçmişin musibetlerinden ve tecrübesizliklerinden, gelecek nesillerin ders almasını ve Türk milletinin yok olmamasını, düşmanın tatlı sözüne ve yumuşak hediyelerine aldanılmamasını isteyen vezir ve kağanlar kendi ağızlarından, Orhun Âbideleri diye adlandırılan tarihî eserleri miras bırakmışlardır.

    Kendilerine has bir alfabeyle yazılan Orhun metinleri, taşlar üzerine kazılmıştır. Âbideler, Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin adına dikilmiş olup, kullanılan dil, bir hayli işlek ve açıktır. Bilhassa Bilge Kağan Âbidesinde Türkçe, sanat kabiliyetini de sergilemiş ve alabildiğine gür bir hitabet dili kullanılmıştır.

    Eski Türkçe devrinin belgeleri yalnız Göktürklerden kalan tarihî miras değildir. Bu devre, Uygur Türkleri'nin de katkısı vardır. Yalnız Uygur metinleri daha çok dinî olup, Türk dilinin Uygurlara ait kısmı, Budizm, Mani, Nesturî vs. gibi dinlere aittir. Uygurlar, önceleri Göktürk yazısını kullanmakla birlikte daha sonra bu millî alfabeyi terk etmişler ve Soğdlar tarafından kullanılan Uygur alfabesini almışlardır. Bu alfabe, Türkçe'nin seslerini karşılamak yönünden Göktürk alfabesine nispetle fakirdir. Ancak her iki alfabenin müşterek tarafı, islâmî Türk yazısında olduğu gibi, sağdan sola okunup yazılmasıdır. Bir de Uygur alfabesinde harfler birleşebilmektedir. Uygur harfleri ayrıca Moğollar tarafından da kullanılmıştır. Ancak Uygurların Manihey yazısını da kullandıklarını belirtmek gerekir. Göktürk yazısını ise, tarihte yalnız Göktürkler kullanmışlardır.

    Eski Türkçe'yi gerek Göktürk, gerekse Uygur Türklerinin bıraktığı eserlerden takip etmekteyiz.

    Orta Türkçe devrinde Türklük dünyası, yeni bir medeniyete açılmış ve Türkçe, islâm dünyası içinde yer almıştır. Türklük, bu devre kadar çeşitli dinlere girmiş çıkmış olmakla beraber, hâlâ bir arayışın içindedir. O, tabiatına en uygun dinin nihayet islâmiyet olduğunu anlamış; onuncu asrın başlarında Karahanlılar'ın kurduğu devlet sayesinde yeniden toparlanmış, Satuk Buğra Han'ın (ölm. 992) da 950 yılında bu dini kabulüyle, islâmî inanç içindeki yerini resmen almış ve tarih boyunca üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmıştır.

    Bu bakımdan, Orta Türkçe devresine giren eserler, pek azı müstesna, ana kaynak olarak verilen Türk âdet ve örfleri yanında islâmîdirler. Türk dili de bu medeniyete geçişle, artık yeni kelimelere açılmıştır. Bu devrin dil yadigârlarının ilki Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti't-Türk'tür. Yûsuf Has Hacib, Kutadgu Bilig'i ile Türkçe'nin bu devirdeki kabiliyetini ortaya koyarken, Kaşgarlı Mahmud da Dîvânü Lügâti't-Türk adlı eseriyle baştan başa Türkçe'yi, şive ve ağızlarına kadar incelemeye çalışmış ve bu sahada ilk defa eser yazma şerefini kazanmıştır.

    Kaşgarlı'nın, Dîvânü Lügati't-Türk'ü bir tarafa, bu devre içine Kutadgu Bilig de dahil Müşterek Orta-Asya Türkçesi'yle yazılan bütün eserler girmektedir. Yalnız Türklük âleminin incin olması ve çeşitli yerlerde yeni kültür merkezleri kurmaları, Türkçe'nin yeni şîve ve ağızlarını meydana getirmiştir. Sâmânoğulları ve Gazneliler'in idaresi altında bulunan yerlerde de çeşitli eserler verilmiştir. Başta Kutadgu Bilig olmak üzere, Atabetü'l-Hakâyık, Ahmed Yesevî'nin Hikmetler'i ve daha pek çok eser Müşterek Orta-Asya Türkçesi'nin Kaşgar şîvesi veya ağzıyla yazılmıştır.

    Müşterek Orta-Asya Türkçesi'nin Batı Türkistan şîvelerinin merkezini, Harezm ili teşkil etmektedir. Bu şîvenin belli başlı kültür merkezleriyse Yedisu, Merv ve Buhara şehirleri olmuştur. Bölge, çeşitli Türk ağızlarının varlığını koruduğu ve gösterdiği bir yer olmakla, Kaşgar'a nispetle daha çok karışıklık göstermektedir. Bu bölgenin en karakteristik eseri, Ali oğlu Mahmud'un Nehcü'l-Ferâdis'idir.

    Orta Türkçe devrinin içinde yine 13. yüzyıldan sonra, batıda Osmanlı; kuzey ve güneyde Kıpçak; doğuda ise Çağatay Türkçesi yer almaktadır. Bu Türk şîvelerinde, Orta Türkçe devrinde pek çok eser yazılmış, bilhassa Kıpçak ve Çağatay Türkçesi sahalarında, dille ilgili olan, gramer ve lügat kitaplarına geniş yer verilmişti. Çağatay Türkçesi, eserlerini bilhassa 15. yüzyıla doğru Semerkand ve Herat gibi kültür merkezlerinde vermiştir.
    Tümünü Göster
    ···