/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
  1. 1.
    +235 -16
    ingiliz Taburu Nereye Gitti?

    12 Ağustos 1915'te Çanakkale Savaşı'nda ingilizlerin 54. tümenine ait 4. Norfolk taburu'nun Küçük Anafartalar ovasında bir tepeye tırmandığını, tepenin üzerindeki ekmek somunu şeklindeki beyaz bulutun içine girdiklerini, son asker de bulutun içinde kaybolduktan sonra bulutun yavaşça havalandığını ve rüzgârın aksi yönünde hareket ettiğini, 250 asker, 16 subay ve 1 albayın hiçbir iz bırakmadan kaybolup gittiğini ve bir daha haber alınamadığını, biliyor muydunuz?

    ( Savaş süresince ve sonrasında; ingilizler, taburlarının kaybolduğunu tüm dünyaya duyurmuş; fakat buna rağmen tabur hakkında hiçbir iz bulunamamıştır.)

    Kanuni, Viyana

    Kanuni, Viyana'yı Neden Alamadı?

    Kanuni Sultan Süleyman'ın 1529 yılının Mayıs Ayı'nda 75 bin kişilik büyük bir ordu ile Viyana'ya sefere çıktığını, O yılın son 10 yılın en yağışlı yazını yaşadığını, Kanuni'nin çamura saplanan toplarını geride bıraktığını, Viyana önlerine de bu koşullar nedeniyle beş ayda ancak vardığını, ordusunun yıprandığını, Bu arada Viyanalılara takviye geldiğini ve hazırlıklarını tamamladıklarını, asker sayılarını iki katına çıkardıklarını, Bu aksilikler olmasa Kanuni'nin büyük olasılıkla Viyana'yı almış olacağını ve tarihin değişeceğini, Biliyor muydunuz?

    Kızıldereliler

    Kızılderililer, New York'u Kaça Sattı?

    Bugün dünyanın en pahalı arazisi sayılan New York'un ünlü Manhattan Adası'nı 1624 yılında Peter Munite adlı bir tüccâr tarafından Kızılderililerden 24 dolar değerindeki incik boncuk karşılığında satın alındığını, toplam 58 km2 olan Manhattan'a ilk olarak Hollandalı göçmenlerin yerleştiğini ve bölgeye New Amsterdam adı verildiğini, bölgeye 1664 yılında yerleşen ingilizlerinse New York adını verdiğini, Kızılderililerin 24 dolarlarını 377 yıldır Amerikan hazine bonolarına yıllık %5 faiz ile yatırsalar, bugün 2 milyar 336 milyon 536 bin 394 dolarları olacağını, biliyor muydunuz?

    Leonardo Da Vinci

    Olmaz Olmaz Deme; Olmaz, Olmaz!

    Leonardo Da Vinci'nin 16. yy. başında modern helikoptere şaşırtıcı derecede benzeyen uçan makineler çizdiğini, Engizisyon korkusu ile bunları gizlediğini, bu tasarılar 1797 yılında yayınlandığında herkesin havadan ağır makinelerin asla yerden ayrılamayacağı konusunda fikir birliği ettiğini, 20. yüzyıl başlarında ünlü astronom Simon Newcomb'un uçan araçların uzun mesafelere gidebilmesini sağlayacak bir itici gücün bulunamayacağını savunduğunu, 1924 yılında Profesör. Hermann Oberth'in "Uzaya Roketler" adlı kitabını eleştiren ünlü Nature Dergisi'nin uzay roketi tasarılarının ancak insan soyunun tükenmesinden biraz önce gerçekleşebileceğini öne sürdüğünü, ilk roketlerin dünyadan ayrıldığı 1940'larda bile doktorların insan metabolizmasının yerçekimsiz ortama, uymayacağını ve insanlı uzay uçuşlarının imkansız olduğunu savunduklarını, biliyor muydunuz?

    Pyramids, pyramid, egyp, egypt, piramit, piramitler, mısır piramitleri

    Piramitlerin Sırları

    Kahire'de bulunan Keops piramitinin 12 ton ağırlığında iki buçuk milyon taş bloktan oluştuğunu, Günde on blok yerleştirilmesi hâlinde yapımının 664 yıl süreceğini, piramitin üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya böldüğünü ve piramitin dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasında bulunduğunu, yüksekliğinin 164 metre) bir milyarla çarpımının Güneş'le Dünya'mız arasındaki uzaklığı verdiğini, Taban alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin pi sayısını verdiğini, piramitlerin içerisinde ultrasound, radar, sonar gibi cihazların çalışmadığını, kirletilmiş suyun birkaç gün piramitin içinde bırakıldığında arıtılmış olarak bulunduğunu, piramitin içerisinde sütün bir kaç gün süreyle taze kaldığını ve sonunda bozulmadan yoğurt haline geldiğini, bitkilerin piramit içerisinde daha hızlı büyüdüklerini, çöp bidonu içindeki yemek artıklarının hiç koku yaymadan mumyalaştıklarını, kegib, yanık, sıyrık ve yaraların piramitin içinde daha çabuk iyileştiğini, piramitin içinin yazın soğuk, kışınsa sıcak olduğunu; piramit, kimin adına yapıldıysa onun bulunduğu odaya yılda 2 kez güneş girdiğini ve bu günlerin doğduğu ve tahta çıktığı günler olduğunu, biliyor muydunuz?

    Piri Reis, Haritalarını Uydudan mı Çizdi?!

    18. yy. başlarında Topkapı Sarayı'nda Kaptan Piri Reis'e ait bir çok eski haritanın bulunduğunu, 1957 yılında Amerikalı haritacılar tarafından incelenen haritalarda henüz 1952 yılında ses yansıtıcı araçlarla keşfedilen Antarktika Dağları'nın bütün ayrıntılarıyla çizildiğini, daha sonra uydu fotoğrafları ile karşılaştırılan haritalarla uydu fotoğrafları arasında müthiş benzerlikler çıktığını, bilim adamlarının bu haritaların ancak çok yükseklerden çekilmiş fotoğraflar aracılığı ile çizilebileceğini söylediklerini, biliyor muydunuz?

    Sigara Sağlığa iyi (mi) Gelir?!...

    Avrupalıların tütün içmeyi, onun tedavi edici özellikleri olduğuna inanan Amerikan Kızılderililerinden öğrendiklerini, 16. yüzyılda tütünün Avrupa'ya tıbbi faydaları olan bir madde olarak tanıtıldığını, tütünün zararlı etkilerinin ancak 1950'lerde kanıtlanıp kamuoyuna açıklandığını, dünyada sigaradan kaynaklanan toplam ölümlerin 1995 yılında 2.5 milyon kişi olduğunu, bu rakamın 2050 yılında 12 milyona ulaşmasının beklendiğini, 1990 yılında Amerika'da 20 bin kişi uyuşturucudan ölürken 400 bin kişinin sigaradan öldüğünü, her sigaranın bir tiryakinin hayatının 5.5 dakikasına
    mal olduğunu, ingiltere'de bütün sigara tiryakilerinin yarısının sigara kullanımından dolayı öleceklerini, biliyor muydunuz?

    Yaşlı Albayın inadı

    Amerika'da yaşlı bir emekli olan Albay Sanders'in otoyol kenarında küçük bir lokanta işlettiğini, otoyol, başka bir yere taşınacağı için lokantasını kapattığını, kendi bulduğu bir kızarmış tavuk tarifinden başka bir sermayesi kalmadığını, bu tarifi ülkedeki lokanta sahiplerine satarak piliç başına prim almaya karar verdiğini, tüm ülkeyi arabası ile dolaştığını ve tam 1009 lokantadan red cevabı aldığını; fakat sonunda birinin kabul ettiğini ve bunun sonucunda "Kentucy Fried Chicken" zincirinin doğduğunu, Albay Sanders'in şimdi ülkenin sayılı zenginlerinden olduğunu, biliyor muydunuz?

    devamı gelicektir.

    edit: en az 7 en fazla 10 kaynaktan araştırıp paylaşıyorum.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    +36 -2
    Dünyada ilk insanların huzur ve mutluluk dolu bir şekilde yaşadıkları ve Türklerin ataları oldukları, dünyadaki medeniyetlerin buradan geldiği, Tevrat'ta "Gen Adn" ve Kurân-ı Kerîm'de "Cennet-i Adn" (Adn Cenneti)olarak geçen, 18.000.000 kilometre² toprakları olan, 11500 yıl önce 64.000.000 nüfusu ile yirmi dört saatte battığına inanılan Atlantisvârî bir uygarlık: MU kıtası.

    ilk yüksek medeniyet, ilk dil, ilk tek tanrılı din ve günümüz ilim ve fen uygulamaları, 70000 bin yıl önce Mu kıtasından MAYA ismiyle çıktığı rivayet edilmektedir. Öyle ki Asya'da Uygur, Hindistan'da Naga-maya, Fırat deltasında Akkad, Mezopotomya'da Sümer, Kızıldeniz'in batısında Etiyopya'da Tamil adını almış kavimlerin Mu kıtasının çocukları olduğu söylenir.

    Mu adını kullanan ilk araştırmacı, Albay James Churcward'dır. Albay, 1868 yılında Hindistan'da ortaya çıkan kıtlık döneminde gönüllü olarak ingiliz devleti tarafından Himalaya bölgesinde yardım faaliyetlerinde bulunmak için gönderilmiştir. Bölgedeki Ayhodya manastırının başrahibi Riçi, özellikle eski medeniyetler üzerinde bilgili bir kişiydi. Albay, Riçi'nin güvenini kazanarak kendisini akşam yemeğine davet ettirmeyi başarır. Bu esnada odada bulunan bir sürü evrak ve tabletler, albayın ilgisini çeker. Bunların ne olduğunu sorduğunda; Riçi, ona bunların Pasifik denizinde yüzyıllarca önce yaşamış MU adında bir kıtanın tarihini yazdığını söyler. Merakı iyice artan albay, konuyla ilgili Riçi'nin izahatlarını dinledikten sonra manastırda 12 yıl kalarak MU dilini Riçi'den öğrenir ve manastırda bulunan binlerce belge ve tableti okumaya başlar.

    Bu manastırdaki belgeler bitince; albay, Riçi'nin de isteğiyle Tibet bölgesindeki tüm manastırlarda MU ile ilgili belgeleri aramaya başlar. Ural, Orta Asya, Tibet, Lena Nehri ve çevresini gezdikten sonra Mayalar'a ait yaklaşık 2400 adet tableti Mekgiba'da inceler. Mısır'da araştırmalarda bulunur. Sonunda 50 yıllık bir araştırmadan sonra 4 ciltlik bir eser hazırlar. Bunlar;

    1- MU'nun Çocukları
    2- Kaybolmuş Mu Kıtası
    3- Mu'nun Mukaddes Eserleri
    4- Mu'nun Kozmik Kuvvetleri

    Bu eserleri 1931-1933 yıllarında yazmıştır. Albayın üzerinde çalıştığı tabletleri "Makal" adında bir Mu rahibinin getirdiği söylenir.

    Albay, Pasifik'te Mu'nun olduğu bölgede bulunan Tonga, Fici, Markiz, Marşal, East Izland gibi adaları da gezmiştir. Albay, eserinde Türklerin soyca büyük kardeşleri olan Uygurlarla Sümer ve Akadların ilk yurtlarının bilindiği üzere Orta Asya olmayıp, bunların Mu kıtasından gelerek önce Doğu Asya kıyılarına, oradan Orta Asya, Tonkin ve Birmanya yoluyla Hindistan'a ve oradan da Basra Körfezi'yle Akad, Mezopotomya ve Hindistan çevrelerine yayıldıklarını söyler. Hatta bir kısmının Mısır'a ve Uygurlar tarafından bir kısmının da Yunan medeniyetine gidip Mu'nun yüksek medeniyetini tüm Avrupa'ya yaydığını söyler. Aslında insanlığı ilk olarak Mu medeniyeti aydınlatmış ve "güneş dini"yle ahlâkî ve vicdânî olarak yükseltmiştir.

    Özellikle Pasifik Adaları, jeolojik incelemelere göre tarih öncesi devirlere ait birçok yazılı taş eseri barındırmaktadır. Bu da bize Mu kıtasının varlığı hakkında ipucu vermektedir. Ayrıca bulunan eser ve resimlerde görülmektedir ki; Mu inanışında insan, rûhunu Tanrı'dan almıştır. Bu da günümüz birçok inanışının temelinde bulunmaktadır. Ayrıca Mu armasında 8 köşeli bir yıldız içerisinde haç şekli görülmektedir. Bu da kainatta var olan 4 kuvvetin sembolüdür. MU kıtasında güneş, "KiN" olarak adlandırılıyordu. Bu da bize günümüz Türkçesindeki "gün" kelimesini çağrıştırmaktadır. Mu kıtasının sembolü olan güneşi; Japon, iran, Arjantin, Uruguay gibi birçok devlet de kullanmaktadır.

    Albay, ayrıca Japonların kendi kültürlerinde de aslında buraya başka bir medeniyetten geldiklerini belirttiklerini, bunun da Pasifik'teki Mu kıtası olduğunu belirtir. israil bayrağındaki yıldız ve Amerikan dolarındaki üçgen içindeki göz-güneş şeklinin de Mu'dan geldiği iddia edilen tabletlerde bulunmaktadır. Özellikle haç şekilleri, isa'dan binlerce yıl önce, özellikle Mekgiba'da Oahaka kabilelerin de ve Maya kültünde mezarlarda kullanılan bir simgedir. Mu tabletlerinde de "gamalı haç" gibi birçok örnekler mevcuttur.

    Pasifik Denizi'ndeki Arorai Adası'ndaki yerlilerin amblemi de Mu amblemidir. Bu şekil, aynı zamanda Markiz Adalar'ında da kullanılmaktadır. Özellikle Uygurların kullandığı semboller ve dini inanışlar (tek tanrılı din), bulunan Mu tabletlerindeki yazılara resimlere çok benzemektedir. Ayrıca kullanılan dilde birçok benzerlikler bulunmaktadır. Bu nedenle Mustafa Kemal ATATÜRK, Mu kıtasının araştırılmasını istemiş ve bu araştırmalardan esinlenerek "Güneş-Dil Teorisi"ni ortaya koymuştur.

    Her ne kadar yapılan araştırmalar, ortaya çıkarılan obje ve yazıtlar böyle bir adanın varlığına işaret etse de, kesin olarak ortaya bir delil koyamadığından bunun gerçek olup olmadığı konusu, muallakta kalmıştır. Genel kabul, tıpkı Atlantis'te olduğu gibi böyle bir kıtanın aslında var olmadığıdır.

    devamı gelicektir.
    Tümünü Göster
    ···
    1. 1.
      +1
      Kardeş anlatım bozukluğunu düzelt 70000 bin yıl yazmışsın ya 70 bin yıldır ya da 70000 yıldır 70000 bin yıl ne amk
      ···
    2. 2.
      0
      Yararlı bilgi (ç)aldım
      ···
    3. 3.
      0
      Bir yerde okumuştum M. Kemal Atatürk ile ilgili olan olay yalan olduğu hakkında bir daha araştır.
      ···
    4. diğerleri 1
  3. 3.
    +18
    Soru: Dünyadaki ilmi ve teknolojik gelişmelerin uzaylılar tarafından sağlandığına, eski Mısır ve Mezopotamya matematiğinin bizim matematiğimizden ileride olduğuna inanan kimseler var. Tarihte yaşamış bu iki toplumu eldeki verilerle incelemiş bir ilim adamı olarak sizin düşünceniz nedir?

    Sayılı: Mısır ve özellikle Mezopotamya'da matematik ve cebir, o devre göre gerçekten çok ileri. Mezopotamyalıların 60 tabanlı bir sayısal sistemleri var. Birçok problemi çözmüşler ve bu sistematiği kullanarak bir şeyler yapmışlar. Ancak bugün bizim kullandığımız 10'lu sistem, sadece alışkanlığın ürünü değil. Büyük kolaylığı var. Logaritma ve kesir sistemimiz, ondalık sayı esasına göre. Basit bir benzetme ile şimdi ölçümle ilgili hesaplarınızı arşın birimine göre yaptığınızı düşünün. O mu kolay, santim sistemi mi?

    Soru: Peki ya uzay meselesi?

    Sayılı: Saçmalık bunlar... ilmî gelişme, insan için olağandışı bir şey değil ki! Akıllı yaratıklarız. Beynimiz çalışıyor. insan var olduğundan beri günümüze kadar gelen bir birikim var. Bugünkü ilmî seviyeyi insan aklına değil de hayâle bağlamak, ne derecede akıllılık olu bilmem..

    Soru: Birtakım insanlar, uzayla ilgili iddialarını doğrulayacak deliller için çalışıyorlar. UFO araştırmaları Amerika'da da Rusya'da da resmî kuruluşlar tarafından yapılıyor. Bunların gerçekliğine hiç şans vermiyor musunuz?

    Sayılı: Elimde yetki olsa, TV'deki uzay filmlerini kaldırırdım. Dizileri kastediyorum tabii. Hepsi baştan sona saçmalıklarla dolu. Vücut yapıları, gözleri, kaşları, kulakları falan bizden farklı; ama bizim dilimizi konuşuyorlar, bizim değer yargılarımıza sahipler vs. Bunlar, saçmalık. Aslında ilim, insanoğlunun hayâl gücünün dahi sınırlarını aştı pek çok alanda. Uzay konusu da bunların başında geliyor. Ama ilmî veriler, hayâl dünyasında arananla çok farklı. Işık hızı mesela.

    Madde, ışık hızına ulaştığında madde olma özelliğini kaybeder. Işık, madde değil parçalanmış enerjidir. Dolayısıyla bir aracın, daha doğrusu bir maddenin ışık hızına ulaşması, hatta bunun üstünde hareket etmesi, ancak hayâl dünyasında mümkün. Bir sınır tanımak, doğru düşüncedir. Hız konusunda da maddenin özellikleri bozulmadan ulaşılabilecek teorik sınırın tespiti mümkün. Ama teorik olarak sınır tanımamak da mümkün. Tabii sadece o planda kalacağını bilerek.

    Soru: Yani gezegenler arası seyahat falan düşünülüyor. Hatta farklı güneş sistemlerine ulaşmak isteği var.

    Sayılı: insanoğlu, şüphesiz uzay konusunda da bir yerlere ulaşacak. Üstelik öğrenme arzusunun sınırı yok. Olsa, zaten ilme gerek yok. Ama şimdi düşünüyorum: Ay'da koloni kurma üzerine fikirler var. Ciddi ciddi çalışmalar yapılıyor. Bunu gerçekten başarır mı insanoğlu bilemem. Fakat sanırım gerçekçi yaklaşım, orada bir hakimiyet kurmak. Yoksa buradan insanlar gidecek, oraya yerleşecek ve hayatlarını orda sürdürecekler. Böyle bir şeyi gerçekçi bulmuyorum.

    Orada atmosfer şartları bulunmadığına göre dünyadan yanlarına ne kadar hava alıp zütürecekler, ne kadar su alıp zütürecekler... ? Bunlar, temel ihtiyaçlar...

    Soru: Ay'da bir yerleşimi imkân dışı gördüğünüze göre diğer gezegenler bakımından hiç şans tanımıyorsunuz anlaşılan...

    Sayılı: Mars'ta hayat olması şansı yüksek. Yani biyolojik anlamda tabii. Artık bitki örtüsü şeklinde mi olur, yoksa mikro biyolojik seviyede mi olur bilinmez. Ama orası için bir şans var. Benim inanmadığım, insanların teorik hızla, yani ışık hızıyla bir yerden bir yere gitmesi ihtimalidir. Ben, o hıza ulaşıldığında, insan insandan başka bir şey olur diyorum. Bırakın hayatiyetini korumasını, maddî varlığını bile koruyamaz diyorum.

    Soru: Erich von Daniken gibi yazarların uzaylıların ziyaretleriyle ilgili kuramlarına delil olarak gösterdikleri bazı işaretler var. Güney Amerika'da yüzlerce mil yükseklikten görünebilen insan figürleri, yollar vs. Onları nasıl yorumlamak mümkün?

    Sayılı: Zihin, bir kere uzaylılara takıldı mı, hep orada kalıyor. Bunları insan aklının dışında kaynaklara bağlamak, bir bakıma işin kolay tarafı. Halbuki yer küremize çok yüksekten bakıldığında başkaca şekiller de görülebilir. Elde olmadan hayâl gücünü harekete geçiren şekillerdir bunlar.

    Şimdi jeologlar da o kadar yükseğe çıkmaya gerek görmeden baktıkları bir coğrafi kesitin mahiyeti konusunda bir şeyler söyleyebiliyorlar. Dışa yansımış şekillere bakarak yapıyorlar bunu. Şimdi denilebilir mi ki uzaylılar geldi, madenlerin bulundukları yerleri işaretledi... Sonra sormak lâzım neden bu uzaylılar hep Amerika'ya geliyor diye... Bu işle uğraşanlar, herhalde para da kazanıyorlar. Bunu da düşünmek lâzım...

    Soru: Gerçi başka ülkelerden de örnekler var ama, çoğunlukla Amerika'dan gelen haberlerde, birçok insan uzay gemileri tarafından bir süre de olsa kaçırıldığını iddia ediyor.

    Sayılı: Evet, iddia ediyorlar... Ama sadece iddia bunlar. Ben, gözümle gördüğüme aklım da yatarsa inanırım. Gözün yanılma ihtimalinin sınırını ve şartlarını ilmî olarak öğrenmiş durumdayız. Dolayısıyla gözümle gördüğüm ve olağanüstü nitelikte bir hâdise karşısındaysam, muhakkak aklımın tasdikini ararım. Aklıma yatmıyorsa da gözümün yanıldığına inanırım.

    Böyle birkaç olayla karşılaştım. Hepsi olağanüstüydü. Birkaçının hilesini çözdüm. Ama diğerlerini çözemedim diye kabullenmek durumunda değilim. Mutlaka bir izahı var; ama ben bilemiyorum. Sonra insanoğlu için bazı problemler önemsizdir. Yani aslında problem diye ortaya konulan şey, hayâldir. Bunda çözüm aranır mı?

    Soru: Eski Mısır piramitleri için de benzer iddialar var. Boyutlarının bazı astronomik işaretlere uyması gibi...

    Sayılı: Mısırlılar mesela pi sayısını biliyorlardı. Bunu elimizdeki belgelerden anlıyoruz. Ama yine elimizdeki papirüsler okunduğunda ortalıkta esrar diye bir şeyin bulunmadığı görülüyor. Hâlâ çözülememiş yanları var eski Mısır medeniyetinin. Piramitlerin yapılış özellikleri de bunların arasında. Ama bu işi uzaylılara havale etmemizi gerektirmez. Dün çözülemeyen şeyin hiçbir vakit çözülemeyeceğini düşünmek yanlıştır. Kaldı ki mutlaka çözümlenmesi gerektiğini düşünmek yanlıştır. Çözmek için uğraşmak lâzımdır.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 4.
    +17
    süryanilerin kültürü,

    Şark Yıldızı gazetesinin sahibi Naum Faik, gazetenin amacını yeni gelişmeleri, Süryani toplumuna Süryanice ulaştırmak, altı yüz yıl boyunca Osmanlı'ya bağlı kalmanın gururunu dile getirmek, Osmanlı sayesinde katledilen mesafeleri gelecek nesillere ulaştırmak ve Süryanicenin unutulmaması, gelecek nesillere öğretilmesi olarak tanımlamaktadır. Şark Yıldızı 27 Nisan 1910'da yayın hayatına başlar ve iki yıl sonra 27 Nisan 1912'de 43. ve son sayısını yayımlar.

    Osmanlı devletinin dinî, siyasal, askerî ve hukuk alanındaki yapısal değişimi Tanzimat Fermanı ile başlamıştır. 1839'da başlayan ve bir süre ertelenen Tanzimat Fermanı ve özellikle dinin formel kurallar üzerinde etkinliğinin azaltıldığı kırılma noktası Islahat Fermanı'dır. işte bu dönem, Osmanlı'da yaşayan gayrimüslim tebaaya tanınan haklar ile Batı tipi laik yönetim anlayışının ilk uygulamalarının başlangıcını oluşturur. Esasen bütün bu haklar adı geçen toplulukların dini esas alan kültürel kimliklerinin geliştirilmesini sağlanmıştır. Gayrimüslim tebaa din belirleyicili kültürel kimlikle kendini ifade etme çabalarının bir sonucu olarak, eğitim kurumları ve basın yayın araçlarını kullanmışlardır.

    II. Meşrutiyet döneminde derneklerle ilgili yeni düzenlemeler getirilmiş ve derneklerin ve basın faaliyetlerinin sayısında da önemli artış olmuştur. Dernekler yasası 6 Ağustos 1909'da yeniden ele alınmıştır.[1] Avrupa ve özellikle Amerikan patentli iletişim araçlarının ithali ve kullanımına erken uyum gösteren gayrimüslim tebaa basın yayın hayatının gelişiminde etkili olmuştur. Bu araçların girişi daha çok üst düzey dinî temsilcilikler ve misyon şeflikleri aracılığı ile olabilmekteydi.[2] Osmanlı'nın hayata geçirdiği Tanzimat ve Islahat uygulamaları istanbul dışında, Diyarbakır'da da yankı bulmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri de Diyarbakır Süryanileridir. Bu itibarla, 1800'lü yılların son çeyreği ile 1900'lü yılların başında Süryaniler, kentin eğitim ve kültür yaşamında önemli atılımlar gerçekleştirmeye başlamışlardır.

    Tanzimat ve Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere sağlanan yeni imkânların yanında misyonerlerin faaliyetleri de Süryanilerin basın yayın hayatında daha etkili olmalarını sağlamıştır. Çünkü Batılı misyoner teşkilatlarının yerli Hıristiyanlar üzerinde yoğunlaşmaları, ilk zamanlarda dinî çatışmaları da beraberinde getirmişti. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, geleneksel kilise cemaatlerinin bölünmesi, kilise vakıf gelirlerinin ve gayri menkullerinin paylaşılmasına neden olmuştur. Böylece yerli Hıristiyan cemaatleri daha kötü duruma düşmüştür.[3]

    Yukarıda dile getirilen iki noktanın bir sonucu, millet (din) olarak tanımlanan bu toplulukların ulusal kimliklerini ön plana çıktığı yeni bir tanıma yönelmelerine de yol açmıştır. Ulusal tanımlamalı kiliseler (Süryani Ortodoks, Keldani-Nesturi, Ermeni Gregoryan) kendi içinde bölünmeye başlamıştır. Katolik ve Protestan olarak yeni oluşumlar başlar. Merkezî otoritenin zaafları, yerel kiliseleri, misyoner oluşumlar karşısında koruyamaz hale gelmiş buna karşın yerel kiliseler, kültürel kimlikli direnç noktaları geliştirmeye başlamışlardır. işte Diyarbakır'daki Süryaniler, 1876'da "Kadim" ifadesiyle geleneksel kilise hiyerarşisini tesis etmeye çalışırken, [4] Keldaniler de "Asur" kimlikli kilise oluşumunu başlatır. Modernleşme adına yeniden ihdas edilen Katolik ve Protestan (Ermeniler de olmasına rağmen sadece Süryaniler kastedilmektedir) kiliseleri kendi kültürel kimliklerinden vazgeçerlerken, Süryani kadim cemaati varlığının muhafazası ve geliştirilmesi için yoğun bir eğitim ve basın-yayın faaliyetlerine başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda dernekleşme faaliyetlerine girişilir ve şehrin ileri gelen Süryani elitlerinin katkılarıyla Diyarbakır merkezli "intibah Cemiyeti" 1908'de kurulur.[5]

    Süryaniler basın-yayın ve özel eğitim alanlarında "Süryani Kadim Kardeşler Şirketi" ismi altında toplanarak faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlamışlardır. Süryaniler arasında düşünceleri ve faaliyetleriyle göze çarpan Naum Faik, [6] "intibah" cemiyetinin hedef ve politikaları doğrultusunda çalışmalar yapar, derneğin yayın ve bültenlerini hazırlar. Cemiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra "Diyarbakır'da" adlı gazeteyi çıkarmıştır.[7] Gazete, Diyarbakır Süryani Kadim Metropolitlik makamı bünyesinde tesis edilen "Kevkeb Şark Matbaası"nda basılmıştır.[8] 1869'da şehirde yayınlanan ilk resmi gazete "Diyarbekir"den sonra, 1910'da yayınlanan Peyman ve Şark Yıldızı (Kevkeb Medinho) eş zamanlı olarak yayın hayâtına başlamıştır.[9]

    Naum Faik, yazılarını daha çok ülke dışında ABD'de Cebrail Boyacı Efendi'nin intibah dergisi ile Aşur Yusuf Efendi'nin Harput'ta yayınladığı Asurilerin Mürşidi adlı dergilerde yayınlamaktaydı. Naum Faik'in sahip olduğu birikim ve gelişmeleri izleme imkânı, yeni düzenleme ve girişimlerin başlatmasına ön ayak olma durumuna da itmiştir. Diyarbakır'da ilk Süryani gazetesi olan Kevkeb Şark gazetesi hazırlıkları başlatılır. Bu faaliyetin fikir babası gazeteye maddi destek de veren Edip Bişar Burucu Efendi'dir. Bu gazetenin, önceleri bir dergi hacminde olması öngörülmüştü. Ancak baskı zorlukları ve maddi problemler, Kevkeb Şark'ın gazete olarak çıkmasına karar verilir.

    ilk sayısı 27 Nisan 1910'da çıkar. 15 günde bir yayınlanmak üzere başlık atılır. 25x36 cm, çift sütun ve 8 sayfa olmak üzere Süryanice harfler ile Arapça, Türkçe ve Süryanice dillerinde yayınlanır. Kevkeb Şark gazetesi, 27 Nisan 1910 Çarşamba günü yayına başlar. Yine, 27 Nisan 1912 tarihinde yayınma son verir. Birinci yılda 26 sayı, ikinci yıl 17 sayı olarak, toplam 43 sayı yayınlanır.

    Gazetenin önemli bir yönü, üç ayrı dilde yazılmasıdır. Bunun nedeni, Diyarbakırlı Süryanilerin, Süryanice'yi bilmemeleridir. Arapça'yı Mardin'den gelen Süryaniler kullanırken, Diyarbakırlı Süryaniler günlük yaşamlarında Türkçe, Kürtçe az da olsa Ermenice'yi kullanıyordu.

    Naum Faik, Süryanice'yi yaygınlaştırmak için, Türkçe ve Arapça'yı Süryanice harflerle kullanmak durumunda kalmıştır. Öyle ki, gazetenin yayımını kutlamak üzere gönderilen 27 adet mesaj metninin 14 tanesi Osmanlı Türkçe'siyle yazılmıştı. [11]

    Gazetede işlenen konu başlıkları şunlardır:
    Gazete okuyunuz.
    Matbaaya olan ihtiyacımız.
    Toplumsal hastalıklarımız ve tedavisi.
    Fikri yükselme
    Toplumsal sorunlarımızla kimler ilgilenecek.
    Toplumsal bir hastalık olarak "haset".
    Süryanilerde başı boşluk.
    Gidiş nereye.
    Süryanilerde Şura Kuralı.
    Günlerimizi nasıl geçiriyoruz?
    Matbaa, konuşan halkın dilidir.
    Hakiki gayret, yalancı gayret.
    Uyanış asrında büyük tembellik.
    Bugün neyimizle övünüyoruz.
    Tarihimiz ve tarihçilerimiz.
    Birlik ve ayrılık.
    Semiramis.
    Okullarımız.
    Atalarımızla övünmenin bir faydası yok

    gibi başlıklar altında yazılar yayınlanmıştır. Gazete, yayınlandığı dönemde, Süryani toplumunun modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Hıristiyan topluluklar arasında işbirliğini geliştirmiştir. Özellikle Süryani Kadim, Süryani Katolik, Süryani Protestan ve Keldanı Nesturiler ile Katolik Keldaniler arasında Asur ulusçuluğu paydasında ortak hareket oluşturulmasına zemin hazırlamıştır.

    Naum Faik'in 22 Eylül 1912'de, Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmek üzere Diyarbakır'dan ayrılışından 4 ay önce Şark Yıldızı (Kevkeb Medinho) gazetesinin yayınına son verir. Bu gazetenin devamı olan Bethneharin gazetesi 1916'da Amerika'da yine Naum Faik tarafından hazırlanarak yayın hayatına devam eder. Şark Yıldızı gazetesi Diyarbakır'da yayınlandığı süre içerisinde Amerika Birleşik Devletleri'ne de gönderilerek, orada yaşayan Süryaniler tarafından da takip edilme imkânı verilmiştir.
    Tümünü Göster
    ···
  5. 5.
    +9
    Kızılderili inançları

    Kuzey Amerika yerlileri veya diğer bir deyişle Kızılderililer farklı dil, gelenek ve ritüellere sahip pek çok kabileden oluştuğundan Kızılderili inançlarını tek başlık altında ele almak zordur. Bununla birlikte Kızılderili inançlarında bazı ortak unsurlara rastlamak mümkündür:

    Doğayı ve doğadaki varlıkları kutsal semboller olarak görmek;
    Belirli bir kutsal kitap yerine mitolojik hikâyelerin kabilenin kutsal kişileri tarafından aktarılması;
    Şaman veya şifacı (medicine man) denilen ve ruhlar dünyası ile ilişki kuran seçilmiş kişilerin varlığı. Kuzey Amerika yerlileri veya diğer bir deyişle
    Kızılderililer farklı dil, gelenek ve ritüellere sahip pek çok kabileden oluştuğundan Kızılderili inançlarını tek başlık altında ele almak zordur. Bununla birlikte Kızılderili inançlarında bazı ortak unsurlara rastlamak mümkündür:

    Doğayı ve doğadaki varlıkları kutsal semboller olarak görmek;
    Belirli bir kutsal kitap yerine mitolojik hikâyelerin kabilenin kutsal kişileri tarafından aktarılması;
    Şaman veya şifacı (medicine man) denilen ve ruhlar dünyası ile ilişki kuran seçilmiş kişilerin varlığı.[2]
    Kızılderililer ve Felsefe

    “ Beyaz adamın ölüleri yıldızlar arasında yürümeye gittiklerinde, doğdukları ülkeyi unuturlar. Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o Kızılderili’nin ANASIDIR. Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz. Kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye ait.

    Dünya beyaz adamın kardeşi değil, ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmazlar. Annesi dünyayı ve kardeşi göğe, satın alınan, yağma edilen, koyunlar ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır. iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır.

    Beyaz adamın şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Ama belki de benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. insan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını ve su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?

    Ben vahşiyim ve başka bir yoldan anlamam, çayırlarda çürüyen binlerce buffalo gördüm. Beyaz adamın geçen trenden vurup, bıraktığı. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz buffalodan nasıl daha önemli olabildiğini anlamıyorum.

    Dünya annenizdir, dünyaya ne olursa, dünyanın oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler.

    Bunu biliyoruz biz, dünya insana ait değildir, insan dünyanındır. Bunu biliyoruz. Bütün her şey bir aileyi bağlayan kan gibi birbirine bağlı. “

    “ Nerede kesilip indirilmemiş orman varsa, nerede hayvanlar kuytu köşelerinde dinleniyorsa, nerede dünya dört ayaklılardan yoksun değilse, SOLUK BENiZLiLER oraya ehlileştirilmemiş, yabani arazi diyorlar. Halbuki bize göre yabani, vahşi yer yoktur. Doğa tehlikeli değildir, misafirperverdir; korkutucu değil, arkadaşçadır. Bizim felsefemiz korkudan ve ön yargıdan uzak, sağlıklı bir düşünce sistemidir. Bu noktada "Beyaz adam" ve Kızılderili inançları arasında önemli bir fark buluyorum.

    Kızılderili inancı, etrafını çevreleyen her şeyle insanın ahengini gözetir; beyazlar ise çevreye tahakkümü esas almıştır.

    Kızılderililer aradıkları her şeyi, paylaşma ve sevgide buldu; ama beyazlar aradıklarını korkarak savaşmada buldular. Bizim için dünya güzellik doluydu. Diğeri için öteki dünyaya gidene kadar, tahammül edilmesi gereken, günah ve çirkinlik dolu bir yerdi.” [3]

    Manitu

    Manitu

    Manitu kimi Amerika Kızılderilileri tarafından kullanılan bir terim olup, Algonquin Kızılderilileri’ne göre, gözle görülmez, gizemli bir güçtür. insan kendisine sağladığı bireysel enerjiyi Manitu'dan edinir. Kabile Şamanları insanlara yardım amacıyla bu güçle irtibat kurabilirler. Bu güç Siu Kızılderilileri’nde "Wakan", iroquois Kızılderilileri’nde ise "Orenda" adını almıştır. Kızılderililerdeki bu kavramın çeşitli kültürlere ait birçok tradisyonda prana, mana, qi ya da ch’i vb. gibi çeşitli adlarda belirtilen evrensel yaşam gücü kavramıyla hemen hemen eş olduğu görülmektedir. Fakat Kızılderili tradisyonlarında, Manitu teriminin başına “Yüce” sözcüğü getirildiğinde terim çok farklı bir anlam kazanır: “Yüce Manitu” tüm yaratılışı canlandıran, ahengi sağlayan, her şeyin en güçlüsü olan “Ulu Ruh” anldıbına gelir.[4]

    Barış Çubuğu

    Barış Çubuğu

    Barış çubuğu Kuzey Amerika yerlileri arasında ritüel amaçlı kullanılan tütün çubuğu. Calumet veya şaman piposu şeklinde de adlandırılır.

    Barış çubuğu yapımında genellikle kızıl pipo taşı veya Güney Dakota'daki Big Stone Lake'in batısındaki Coteau des Prairies'den çıkarılan kızıl kil (catlinite) kullanılır

    Buhar Kulübesi Ritüeli

    Arınma ritüellerinde kullanılan buhar kulübesi

    Buhar kulübesi Kuzey Amerika yerlileri tarafından kullanılan törensel buhar banyosunun gerçekleştirildiği küçük yapıdır. Çeşitli stillerde buhar kulübeleri vardır. Kubbeli olanları kadar, Kızılderili çadırları (tipi ) gibi olanları hatta yerde açılmış basit bir çukur şeklinde olanları da bulunur. Kulübe dışında yakılan ateşte kızdırılan taşlar kulübenin ortasındaki bir deliğe yerleştirilerek kulübede yüksek sıcaklık sağlanır.

    Kızılderili ritüel ve gelenekleri bölgeden bölgeye, kabileden kabileye değişmekle birlikte ritüellerde genellikle dualar, davul çalma ve ruhlar dünyasına armağanlar sunma gibi unsurları içerir. Dua, şükür vb. amaçlarla kullanılan buhar kulübesi bir arınma ayinidir, ayin öncesinde ve sırasında kimi kabilelerde oruçla ve/veya sessizlikle ayin icra edilir.
    Tümünü Göster
    ···
  6. 6.
    +8
    Mayalar Neden Yok Oldu?

    Yüzyılın başından beri bilim adamları Mayalar'ın kim olduklarını, nasıl yaşadıklarını, ve uygarlıklarının bir anda neden yok olduğunu araştırıyorlar. Bu garip uygarlık MS 300'lerde dünyanın en gelişmiş uygarlığıydı ama dünyanın güneşin çevresinde 365 günde döndüğünü dahi bilen Mayalar tarihin en kanlı kasaplarıydılar ve yemeklerini dahi yarım bırakarak birden yok oldular. Bilim Mayalar'ın bilimi ve kültürü vardı, onlara bu bilgiyi kim öğretmişti?
    Guetamala ormanlarındaki, kan kırmızı rengindeki piramidin önünde, büyük bir kalabalıklar saatlerdir ayakta bekliyordu. Kimse kıpırdamıyordu; tüm gözler, piramidin doruğundaki ataların bilgileriyle dolu süslü kafatasındaydı. Kalabalık kralın hareketlerini göremiyor fakat dinsel bir ayin olduğunu anlayabiliyordu. Kral yanardağda oluşan keskin taşları alıp penisini delecek ve sonra yaranın üstünü bir iple bağlayıp; kanın ağaç kabuğundan yapılmış kaba akmasını sağlayacaktı. Daha sonra bunu alıp, bir ateş yakacak, bu ateşten yükselen duman aracılığıyla iblisle konuşacaktı. Ve kral, ortaya çıktı. Peştamalının altından kanlı elini göstererek, atalarının mesajını daha öncelerde de olduğu gibi yine haykırdı; "Savaş için hazırlanın." Kalabalık, neşe içinde tekrarladı. Artık kan dökme zamanı başlamıştı.

    Savaş, onların yaşamıydı...

    Mayalar kimdi? inanılmaz büyüklükteki piramitleri Amerika'nın ortasına inşa eden ve sonra birdenbire terk edip kaybolan bu insanlar kimdiler? Neden o garip dinsel kurallara inanıyorlardı? Bu sorular bugüne kadar sayısız bilim addıbının zihnini kurcaladı.150 yıl geçtikten sonra Maya'lar daha anlaşılır olmaya başladılar. Artık, Maya'ların MS. 250-900 arasında yaşadıklarını, dönemlerinin en gelişmiş yazı sistemini bulduklarını, matematikle ilgilendiklerini , astrolojik takvimler oluşturduklarını ve piramitler inşa ettiklerini biliyoruz. Bugüne örnek olacak mimari örnekler bulundu. inşaatlarını, yağmur ormanlarına zarar vermemek belli zamanlarda yapıyorlardı. Mayalar doğallığın bozulmaması için bize iyi bir ders vermişlerdir, Güney Belize'nin orman kaplı dağlarında; yeni bulunan dört Maya kenti gösteriyor ki; Maya'lar buralarda yaşamaktan kaçınmışlardı, işte buraları 900'lü yıllarda yokolan Maya'ların toplumsal yaşamları hakkında henüz çözülememiş bir çok soruya ışık tutacaklardı. "National Geographic" yazarlarından arkeolog George Stuart; "Her sabah uyandığımda Mayalar hakkında ne kadar az şey bildiğimizi düşünüyorum, bu tropik iklimde nasıl yaşadıklarının %1'ini ancak biliyoruz” diyordu. Kısıtlı imkanlara rağmen, arkeologlar, sanat tarihçileri, yazıt uzmanları, antropologlar, coğrafyacılar, ve dil uzmanları yıllardır Maya'ların peşinde. Ortada, Mayamanik bir durum var; Tennesse Üniversitesi arkeologlarından Arthur Demarest son 4 yıldır Kuzey Guetemala'da Maya kenti Dos Pilas'ı inceliyor. Demarest'e göre ormanın içinde kayıp kentler var; buralarda çözümlenemeyen yazıtlar bulunuyor ve bu yazıtlar Maya'ların ani yok oluşunu açıklayabilir. Ortaya çıkan bilgi patlaması, şiddetli tartışmalar yarattı. Herkes kimin kurdıbının doğru olduğunu tartışıyor. Yine de uzmanlar bir görüş üzerinde fikir birliğine vardılar; savaş, Maya halkının oluşmasında ve yaşamında kilit noktaydı.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 7.
    +8
    Kiklad Uygarlığı

    Kiklad Uygarlığı, (diğer adları ile Kiklad Kültürü, Kikladik Periyot) Ege Denizi içinde kalan, bugün Tavşan Adaları olarak adlandırılan, adalarda yaşayan Kikladlar'ın M.Ö.3000-M.Ö.2000 yılları arasında, Erken Tunç Çağı'nda kurdukları medeniyet.
    Köken

    Yapılan tüm kazı ve araştırmalarda bulunan eserler, belirli bir çağa geldikten sonra ortaya çıkmış eserlerdir. Bulunan öğelerin hiçbiri bize hemen hemen Kikladların ne zaman, nereden buralara yerleştiği hakkında bilgi vermez. Bir çok tarihçi, Kikladların, Yunanistan topraklarına ve adalara başlayan göç hareketi sırasında buralara Anadolu'dan geldiği konusunda birleşir. Bir kısım tarihçiyse, Kikladlar'ın Truva şehirleri ile bağlantılı olduğu görüşünü savunur.

    Bir başka görüşse adaların, Kikladlar'dan da önce, Karyalılar'ın bir kolu olan kavimlerce bilindiği ve Delos Adası'nda onların yaşadığı yönündedir. Fakat bu hipotez 1965 - 1965 yıllarında gerçekleştirilen kazılarda çürütülmüş, bahsedilen tarihlerde adada Kikladlar'ın çoktan yerleşmiş olduğu saptanmıştır.

    Tarih

    Geç Cilâlı Taş Devri'nde Kiklad Uygarlığı'nın en önemli özelliği, güneyde Girit'te doğacak olan Orta Tunç Çağı Minoan Uygarlığı'ndan çok önce yapılmış, yaşadıkları adanın saf beyaz mermerlerinden imâl edilmiş düz kadın tanrıça heykelleridir. Fakat bu eserler 20. yüzyıldan beri mezarlardan yağmalanarak pazarlanmaktadır.

    Kiklad kültür ve uygarlığı zamanın değiştirici etkilerine ve toplumu şekillendiren olayların oluşuna göre üç ana bölüme ayrılarak incelenir. Erken, Orta ve Geç Kikladik Uygarlık olarak adlandırılan bu üç bölümden Erken Kiklad Dönemi M.Ö. 3000'lerde başlamış ve M.Ö. 2000'lere gelindiğinde Kiklad kültür ve Uygarlığı son demlerini yaşamış, Minoan Uygarlığı ile köklü bir kültürel etkileşime girmiştir. Ve bu nedenle M.Ö. 2000'li yılların Kiklad Uygarlığı'nın kültürel olarak mı yoksa kronolojik olarak mı bittiği konusunda görüş ayrılıkları vardır. Etkisi altında kalınan kültüre göre yapılan sınıflandırma aşağıdaki gibidir:

    Arkeolojik Bulgular

    Kiklad Uygarlığı alanında 1880'lerde gerçekleştirilen ilk kazıları, Atina'daki British School ve 1898 yılında Tavşan Adaları'nda birçok toprak altında kalmış şehirlerde bulunan mezarları bularak döneme Kiklad Uygarlığı adını veren Konstantin Tsountas tarafından yapılan sistematik kazı çalışmaları izlemiştir. Bu kazı çalışmaları eserlerin eski tarihlerde keşfedilip duyulmasının ardından yapılan en büyük kazı çalışmasıdır. Uzun zaman toprak altında gizli kalmış olan tüm heykel ve değerli eşyalar, ilk keşfedildikten sonra, gerek denetimsizlik gerek ise Osmanlı Devleti'nin bilinçsizliğinden dolayı yurtdışına kaçırılmış ve bir kısmı bulunmuş olan eserlerin bazı parçaları bu kaçırılmış eserler nedeni ile ekgib kalmaktadır.

    Kiklad Şehirleri

    Kikladlar'ın hayatı yerleşik yaşam üzerine kuruluydu ve taş evlerde yaşarlardı. Yapılan kazılardan elde edilen verilere göre evlerin geneli birbirine bağlantılı iki odadan oluşurdu ve evler dikdörtgen biçimliydi. Daha sonraki kazılardan elde edilen bilgiler ise Kiklad evleri hakkında daha detaylı bilgi verir. Buna göre evlerin duvarlarındaki köşeli kesme taşlar oldukça pürüzsüz hepsi aynı boyutlardaydı. Kiklad şehirleri geleneksel Yunan şehircilik kültüründe olduğu gibi koruma amacı ile inşâ edilmiş güçlü surlar ile çevriliydi. iki bölümden oluşan tek bir duvar olan bu surların ikinci kısmı alçak, şehrin dışına bakan, ön kısmı ise yüksek olurdu, askerler alçak olan ikinci kısımda gözcülük yapardır. Bunun haricinde surların belirli noktalarında konuşlandırılmış kulelerde vardır.

    Din ve inanış

    Arkeolojik bulguların azlığı nedeni ile Kikladların kültürünün genelinde olduğu gibi, dinleri hakkında da kesinliği kanıtlanmış fazla bilgi yoktur. Girit uygarlığında pek çok dinî mabet ve idol bulunmasına rağmen, Kikladların yaşam alanlarında, adalarda, sadece birkaç bulgu vardır. Yapılan kazılarda devâsâ bir kaya kütlesinin altındaki bir mağarada seramik parçalar ve bardaklar bulunmuştur, içinin yapısına ve içinde bulunan parçalara bakıldığında buranın genelde bulunan ev türünden çok farklı olduğu görülmüş ve dinî bir mabet olduğu saptanmıştır. Bu bölgeye yakın bir başka yerde daha seramik objeler bulunmuş ve ara vermeden yapılan kazılarda dinî yapı olduğu sanılan yerin çevresinde içleri değerli eşyalar ile dolu mezarlarda keşfedilmiştir. Kikladların gün yüzüne çıkarılmış olan çoğunluğu kadın figürüne sahip mermer heykelleri de Kikladların muhtemelen genel Yunan kültüründe olduğu gibi çoktanrılı bir dinleri olduğunu gösterir.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 8.
    +7
    israil'in Kayıp 10 Kabilesi 1.

    Zaman: M.Ö. 8. yüzyıl ve sonrası, Mekân: israil.

    "Bundan dolayı" Rab diyor, "işte artık: israiloğullarını Mısır diyarından çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için değil, ancak, israiloğullarını şimal diyarından, kendilerini sürmüş olduğu bütün memleketlerden çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için, diyecekleri günler geliyor. Ve atalarına vermiş olduğum topraklarına onları tekrar getireceğim." YEREMYA 16: 14-15

    iÖ 721'de Asur kralı Büyük Şarrukin, ordusuyla güneye yürüyüp Suriye'den geçti ve israil Krallığı'na saldırdı. Başkent Samiriye'yi yerle bir etti, milletin liderlerini aileleriyle birlikte çiftçiler, zanaatkarlar ve tüccarlar olarak yeni bir hayata başlamaları için Suriye'nin kuzeyine sürgüne gönderdi.

    israil milleti o zaman Reuben, Gad, Aşer, Efraim, Manasseh, Dan, Naftali, issahar, Simeon ve Zebulon kabilelerinden oluşuyordu ve sürgünler bu nüfusun yalnızca bir azınlığını oluşturmakla birlikte popüler folklora israil'in Kayıp On Kabilesi olarak geçtiler.

    Bu "Kayıp On Kabile "ye ne olmuştur? Tarihi gerçekler az, dünyanın pek çok yerinde spekülasyon, gelenek ve folklor ise pek fazladır. Tevrat'ta verilen bilgi pek kısıtlıdır. II. Krallar 17:2-6'da bunlardan bir kısmının Kuzey Suriye'de Gozan (Tel Halaf) yakınlarında Habur Vadisi'nde Halah adında bilinmeyen bir başka kente yerleştirildikleri yazar. Sürgünlerden geri kalanı Asur'un doğusundaki Med Ülkesi'ne gönderilmişti. Büyük bir olasılıkla hepsi birkaç kuşak içinde yerli halk arasında erimişlerdir.

    Ancak bir istisna vardır. Sürgün zamanında kullanılan dile yakın bir tür neo-Aramice konuşan Irak Kürdistanı Yahudileri 20. yüzyılın ilk yarısında modern israil devletine göçmüşlerdir. Diğer Kürt Yahudiler de iran ve Türkiye'den gelmişler ve şu anda israil'de yüz bin kişilik bir grup oluşturmaktadırlar. Bunların dilleri, geldikleri bölge -kuzey Irak, Suriye ve Türkiye'nin doğusu- ve gelenekleri bunlardan bazılarının Asur sürgünlerinin halefleri olduklarını inandırıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

    Ancak On Kayıp Kabile'nin çevresinde oluşturulan romantik hikâyelerin çokluğu karşısında bu gerçek, büyük ölçüde dikkatlerden uzak kalmıştır. Sofu Yahudiler, kabilelerin efsanevi Sambatyon Irmağı'nın ötesinde hâlâ var olduklarına ve Tanrı'nın bunları kutsal kitaptaki kehanete uygun olarak (örneğin, Ya Rab, kendi kavmim, israil'in bakiyesini kurtar, îşte ben onları şimal diyarından getireceğim Ve onları dünyanın uçlarından ve onlarla beraber körü ve topalı, gebe kadını ve doğuran kadını birlikte toplayacağım, büyük cemaat olarak buraya dönecekler. Ağlayışla gelecekler, yalvardıkça onlara yol göstereceğim, onları, sulu vadiler yanında sürçmeyecekleri doğru yolda yürüteceğim", Yeremya 31: 7-8)

    Mesih Çağı'nda anayurtlarına geri döndüreceğine inanmaktadırlar. Ortaçağ'dan en azından 19. yüzyıla kadar kâh Doğu'da kâh Afrika'da olduğu söylenen ve kayıp kabilelerin binyılın krallığını sabırla bekledikleri bu efsanevi Yahudi ülkesi Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından aranmıştır.

    Bu konuda çok geniş bir literatür vardır. Daha pek çok topluluk arasında Mormonlar, Japonlar, Pakistan'ın Pathanları, Nepalliler, Amerika kızılderilileri ve hatta ingilizler ve Amerikalılar tarafından ya da onların adlarına iddialarda bulunulmuştur.

    iddiaların Ardındaki Gerçek mi? Mazı durumlarda bu iddialar içinde bir gerçek payı da bulunmaktadır. israil'in Asurlular tarafından yok edilmesinden sonraki yüzyılda pek çok göçmen hâlâ özerk Yahuda krallığına ve özellikle de başkenti Kudüs'e gitmişlerdi.

    Ancak Asur'un, Babil'in ve Mınır'ın -zamanın büyük devletleri- bağımsız varlıklarına yönelttiği ciddi tehdidi gören insanlar hem Urail'den hem de Yahuda'dan göç etmeye başlamışlardı. Yahuda'nın Hezekiya iktidarında (ÎÖ 727-698) yaşamış olan işaya'nın bir kehanetinde Tanrı diasporayı Asur, Patros, Nubye, Elam, Şinar ve Hamat topraklarından kurtaracaktır. ("Ve o gün vaki olacak ki, Asur'dan ve Mısır'dan ve Patros'tan ve Kuş'tan ve Elam'dan ve Şivar'dan ve Hamat'tan ve denizin adlarından artakalacak kavminin bakiyesini kurtarmak için Rab yine ikinci kere elini uzatacak", işaya 11: 11-12)

    Belgesel kanıt bulunan ilk denizaşırı Yahudi kolonisi Mısır'da, şimdi Elephantine denilen Yeb'dedir. Assuan'da Nil Nehri'nin Birinci Şelale'si yakınlarındaki bu adada M.Ö. 5. yüzyıl sonlarında kısa bir süre için bir Yahudi tapınağı vardı. Oradaki Yahudiler'in çoğunun Mısır kralının paralı askerleri oldukları tahmin edilmektedir.

    Son Babil kralı Nabonidus'un iktidarında (iÖ 555-539) Yahudi gruplarının bu kralla birlikte uzun bir Arabistan yolculuğuna çıkmış olmaları mümkündür. Herhalde Babil imparatorluğu'nun Medler'in ve Persler'in elinde M.Ö. 539 yılında sona ereceğini tahmin ederek bunlar orada kalmaya karar vermişlerdir.
    Yine Kitabı Mukaddes'ten muzaffer Pers kralı Büyük Kuros'un M.Ö. 538'de yayımladığı bir dizi fermanla sürgündeki toplumların anayurtlarına dönmelerine izin verdiği bilinmektedir. Ancak sürgündeki bütün Yahudiler Yahuda'ya dönmek istememiştir (Ezra 1:4, 6). Büyük bir çoğunluk yerleşmişler hatta Pers ve Med gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardı.

    Böylece M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda anayurtları dışında Yahudi yerleşimci grupları vardı. Yeni Ahit kitabında Aziz Pavlus'un seyahatlerine üstünkörü bir bakış bile Helenistik ve Roma çağlarında bu diasporanın artarak Akdeniz çevresine yayıldığı görülecektir.
    DOĞU VE BATI

    Şu halde bu Yahudiler'in batıya olduğu kadar doğuya gitmeleri de şaşırtıcı olmazdı. Nispeten yakın zamanlara kadar Arabistan'da ve Çin'de Yahudi toplulukları olduğu bilinmektedir. Hindistan'da hâlâ bazı gruplar vardır. Yahudi kökenli olduklarını iddia edenlerden Pathanlar Pakistan, Hindistan, Afganistan ve iran'da yaşayan dindar Müslümanlar'dır. Ancak Müslüman olmalarına rağmen kendilerini Ben-i israil (israiloğulları) diye adlandırırlar ve Şabat gibi Yahudi âdetlerini korumuşlardır.

    Birmanya'da Mizo kabilesi ve Ben-i Menaşe (Menaşeoğulları) Y'wa adında bir tanrıya taparlar ki, bu ad da israil tanrısının (Yahve) adını andırmaktadır. Kuzeybatı Çin'de kendilerinin ibrahim'in soyundan olduklarına inanan Chiangmin'ler vardır. Bunların özel rahip sınıfı, kurban keser ve ritüel saflığa çok önem verir.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 9.
    +8
    2. Burada tek tek anılmayacak kadar çok grup vardır ve bu iddialarda herhangi bir imkânsızlık yoktur. Yahudiler gerçekten çok geniş bir alana yayılmışlar ve pek çok ıssız yere yerleşmişlerdir. Bunların soylarından gelenler yüzyıllar boyunca daha geniş toplum içine karışıp Yahudilik'in esas grubuyla ilişkilerini kaybetmişlerse de, yine de kökenleri konusunda pek bulanık da olsa bir bilince sahip kalmışlardır.

    israil'den (iÖ 721) ve Yahuda'dan (iÖ 701 ve 587) sürülenlerin yolları ve diğer göçler. Bu torunlu ya da gönüllü göçler israil'in Kayıp Kabileleri konusundaki pek çok söylemin fonunu oluşturur.

    AFRiKA'DAKi KAYIP KABiLELER

    Afrika'da da Yahudi kökenli olduklarını iddia eden gruplar vardır. Bunlardan en çok tanınanları bugün çoğunlukla israil'de bulunan Habeş Yahudileri'dir. Ancak şu anda Güney Afrika'da dağılmış olan ve "Afrika'nın Kara Yahudileri" iddialarında haklı olabilecek bir grup daha vardır. Bunlar, sözlü tarihleri yakın zamanlarda Londra Üniversitesi'nden Tudor Pâffitt tarafından belgelenmiş olan Lemba halkıdır.

    Bunlar atalarının yerini bile bilmedikleri kuzeyde San'a diye bir yerden geldiklerini her zaman iddia etmişlerdir. Kanıtlanmamışsa da, Habeşistan Yahudileri ile bağları olduğuna da inanırlar. Lembalar Yahudi kaşrut yasalarına (neyin yenilip neyin yenilemeyeceği) riayet ederler ve Güney Afrika'ya sünnet âdetini onlar getirmiş olabilir.

    Lembalar'dan kendi tarihleri konusunda pek az şey elde edebildiğini gören Dr. Parfitt bunların kökenlerini bulmak için Güney Afrika'dan yola çıkmış, Zimbabwe'yi geçmiş ve sonunda Arabistan'ın güneybatı köşesindeki Yemen'e varmıştır. Burada bulduğu eski San'a kentinin Lemba geleneklerinin işaret ettiği yer olduğuna inanmaktadır. Diğer pek çok ayrıntı da Lembalar'ın kökenleri konusundaki inançlarını doğrulamaktadır. Arabistan'ın bu bölgesiyle Lemba klanlarında ortak olan aile adları da vardır.

    (Solda) Güney Afrika'da Vendaland'da bir Lemba töreni. Lembalar, Mwali adını verdikleri Tek tanrıya inancı Güney Afrika'ya getirdiklerine inanırlar. Bölgeye sünnet uygulamasını da onlar getirmiştir. Büyük Zimbabwe ile ilişkileri konusunda gayet güçlü anıları da vardır. (Sağda) Sinahheriba sarayındaki bir röliyeften. M.Ö. yaklaşık 700 yılında bir aile, M.Ö. 701 yılında Asurlular tarafından ele geçirilen Yahuda'da Laiş'ten sürgüne zütürülüyor. 20 yıl önce israil krallığından sürgüne giden bir aile de herhalde bundan farklı olmayacaktı.

    GENLERDEKi KANITLAR

    Lembalar'ın, kökenleri konusundaki inançlarını büyük ölçüde destekleyen bir kanıt daha vardır: Bu kanıt, genetik araştırmalardaki en son gelişmelere dayanmaktadır. ABD, ingiltere ve israil'de yetişkin Yahudi erkekleri üzerinde yakın zamanlarda genetik bir araştırma yapılmıştır. Buna göre cohanim'lerin (Musa'nın Yüksek Rahiplik görevini üstlenen kardeşi Harun'un soyundan geldiğini iddia eden dinadamları klanı) yüzde yetmişinin Y kromozomlarında ortak bir DNA işareti bulunmuştur.

    Bu, cohanim olmayan yetişkin Yahudi erkeklerinde bulunandan önemli derecede yüksek bir yüzdedir. Yahudi olmayan erkek gruplarında buna rastlama oranı daha da düşüktür. Bu da cohanim'in yaklaşık 3000 yıl önce ortak bir ataları olduğu iddialarını desteklemektedir.

    Lemba kabilesi erkeklerinde yapılan testlerde bu DNA işaretinin genelde Yahudi erkeklerinde rastlanan oranda olduğu görülmüştür. Dahası, Lemba klanının üst sınıfı olan Bhubalar'da bu kromozom işareti çok daha yüksektir ve bu oran yüzde 53,8'e kadar çıkmaktadır ki, bu da Yahudi cohanim'lerde rastlanan orana çok yakındır. Bu genetik işaret oranına Yahudi olmayan başka bir grupta rastlanılmamıştır.

    Bu Lembalar'ın Yahudiliğini kesin olarak kanıtlamazsa da, Yahudi soyundan gelmiş olma iddialarını büyük ölçüde desteklemektedir. Bu projeyi Yahudi soyundan geldiklerini iddia eden diğer birleşik gruplar arasından sürdürmek yararlı olacaktır.

    Bu grupların israil'in sözde "On Kayıp Kabilesi"nden gelmeleri imkânsız olmamakla birlikte pek muhtemel değilse de, genetik testler hiç olmazsa içlerindeki erkekler arasında kromozomları bir Yahudi, belki de bir din adamı soyuna işaret edecek insanlar olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Kayıp Kabileler sorununu çözemeyebiliriz ama iki bin yıldır kayıp Yahudiler'in bazılarının ailelerini belki de bulabiliriz.

    Dünyanın pek çok yerinde israilliler'in soyundan geldiklerini iddia eden gruplar vardır. "israilliler'in Japonya'ya yürüyüşleri, kısmen eski resimlerden derlenmiş", 1877.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 10.
    +6
    Vatikan'ın Haçlı Seferi

    Dışişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak, Papa'nın Türkiye'de dilediği kişilerle görüşme yapmasına izin verdi. Genelgede hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin herhangi bir temsilcisinin burada bulunması gerekmez denildi.

    Papa 16. Benedikt'in Almanya'da sarfettiği “islam dini kılıç dinidir” sözlerini Türliye'nin tek Oksidantalisti- Hıristiyan bilimcisi olan araştırmacı yazar Aytunç Altındal Yeniçağ'a değerlendirdi. Bu sözlerin bilinçli söylendiğini ifade eden Altındal, “bu Papa son derece eğitimli ve 30'a yakın yayınlanmış kitabı var. Gerçekten de son 200 yüzyıl içinde gelmiş geçmiş Papalar'ın en eğitimli ve bilgilisidir. Ancak bu Papa'nın yanlışlıkla bir kelimeyi sarf etmesi mümkün değil” dedi.

    Papa 16. Benedikt'in sözlerinin arkasındaki gerçek nedir?

    Öncelikle dikkat çekmek istediğim iki husus var. Hem Başbakan Erdoğan hem Dışişleri Bakanı Gül'ün Papa'nın sözlerinin ardından yaptıkları açıklamaları değerlendirmek gerekir. Şöyle ki; Başbakan ‘Papa özür dilemelidir' dedi. Her şeyden önce papaların özür dileme yetkileri yok. Papalar özür dileyemezler. Çünkü 1870'li yıllarda yanılmaz ilan edilmişlerdir. Şöyle ki şu masanın üstündeki çay bardağına benim elim çarpsa ben suçluyum. Papa'nın eli çarpsa ‘Tanrı böyle istedi' denilir. Papa'nın özür dilemesini beklemek bilgisizliktir.

    Ama Papa çok üzgün olduğu açıklamasını yaptı

    Bu tamamen Papa'ın yalak işbirlikçilerinin uydurmuş olduğu bir palavra. Papa hiçbir şekilde üzgün olduğunu da söylemedi. Papa 16. Benedikt şunları söyledi: “Müslümanların benim sözlerimi anlayamamasına üzüldüm”. Ters bir iş yaptığından dolayı özür dilemedi. “ ben Müslümanlara yardım edecek şekilde konuştum. Ama onlar beni anlamadılar” diyerek “Regret” kelimesi kullandı. Regret- pişmanlık diye tercüme edildi. Ancak bunun gerçek anlamı “teessüf” etmektir.

    Papa'nın yardımcıları ziyaret için gelip gerekli görüşmeleri bile yaptılar. Bundan sonra neler yaşanacak?

    Papa'nın geliş programında, benim de öğrendiğime göre herhangi bir değişiklik olmayacak. Burada üzerinde durulması gereken bir konu var. Papa doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Cumhurbaşkanı'nın davetlisi olarak Türkiye'ye gelecek. Papa bir devlet başkanı olarak davetli. Bir dini lider olarak değil. Bunun nedeni ise Türkiye Cumhuriyeti'nin Laik bir devlet oluşudur. Burada bir problem çıkıyor ortaya. Türkiye laik bir devlet ise ve Papa buraya bir devlet başkanı olarak geliyorsa Türkiye'ye geldiği zaman hiçbir şekilde dini içerikli bir konuşma yapamaz. Bu bütün dünyada geçerli olan bir kural.

    Hükümetin Papa ziyaretine bakışını nasıl gözlemliyorsunuz?

    Dışişleri Bakanlığı'nın hazırladığı bir genelge var. Bizzat Dışişleri Bakanı Gül'ün imzasını taşıyan bu genelgede aynen şöyle deniliyor: “Papa Türkiye'ye geldiğinde dilediği kişilerle dilediği yerde baş başa görüşmeler yapabilir ve Türkiye'den herhangi bir temsilcinin burada bulunması gerekmez.” ikincisi Papa Türkiye'ye geldiği zaman dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, Benedikt açıklamalarında daima “Konstantinopol'e gidiyorum diyor. Bu Papa son derece eğitimli ve 30'a yakın yayınlanmış kitabı var. Gerçekten de son 200 yüzyıl içinde gelmiş geçmiş Papaların en eğitimli ve bilgilisidir. Ancak bu Papa'nın yanlışlıkla bir kelimeyi sarf etmesi mümkün değil. Bu Papanın Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş belgelerini kabul etmediğini gösteriyor.

    Ve bütün bunlara rağmen davet ediliyor!..

    Burada nasıl ki AKP devletin bası kurumlarını istanbul'a taşıyıp istanbul'u yeni bir başkent yapma arzusundaysa Papa da Ankara'yı başkent olarak görmüyor. Ve buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin davetlisi olarak geliyor. Buna başta Başbakan ve Dışişleri Bakanı “siz hangi Konstantinopol'dan söz ediyorsunuz” diye tepki göstermeleri gerekir. Buna her ikisi de Büyük Ortadoğu Projesinde Aktör olmak istediklerinden Papa'ya bu denilmedi ve denilmeyecektir de. AKP Hükümeti de Papa da BOP projesinin adamlarıdır.
    KATLiAMLARI MEŞRULAŞTIRDI

    16. Benedikt, Bush yönetiminin yürüttüğü politikaları destekliyor. 2. Jean Paul komünizmle mücadele için göreve getirildi. Şimdiki Papa da islam ve Asya ile mücadele için görevde

    Türkiye'nin tek Oksidantalisti- Hıristiyan bilimcisi olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal , Papa 16. Benedikt'in Amerika'nın Orta Doğu'daki politikalarını onayladığını söyledi. Altındal, “Vatikan 1996 yılından itibaren teröristbaşı Öcalan'ın Vatikan'a yolladığı mektuplar çerçevesinde Irak'ın kuzeyindeki Kürtlerin hamiliğine soyundu” ifadesini kullandı.

    Papa 16. Benedikt'in BOP projesindeki tan rolü nedir?

    Papa'nın yaptığı açıklamada hep atlana bir husus var. Ortadoğu'da yapılan Hıristiyan katliamı ki; bununla ilgili 11 gün önce Amerikan hükümeti resmi bir açıklama yaptı: “Irak'ta öldürülen sivillerin resmi sayısı 51 bin civarında. “Bu rakam en az 150 bindir. Şimdi bu katliama meşruiyet kazandırıldı. Papa'nın Almanya'da yaptığı konuşmada “Müslümanlar teröristtir öldürülebilirler”” diyerek Hıristiyan alemine şu mesajı verildi: “ Evet Irak'ta siviller ölüyor ama bunlar zaten teröristtir. Onun için bu konuda bir girişimde bulunmayın.”

    Bush'u destekliyor

    ABD'nin katliam açıklaması ile Papa'nın sözleri arka arkaya geliyor. Zamanlama için oldukça bilinçli diyebilir miyiz?

    Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. ABD Hükümeti'nin Irak'ta ve Afganistan'da öldürdüğü sivillerin tan sayısını, hapishanelerini anlatmak zorunda kaldığının ertesinde Papa böyle bir açıklama yapmak zorunda kalıyor. Yaptığı açıklamasında da diyor ki “Evet ölmüş olabilirler. Ama islam dini zaten terör dinidir. Onun için öldürülmüş olan bu binlerce kişiye bakarak insan hakları ve demokrasi gibi konuları gündeme getirmeyin.” Burada Irak ve Afganistan'daki katliamı dinen meşrulaştırdı. Neden yapıyor bunu: çünkü bu papa Bush'u destekliyor. BOP'u destekliyor.

    Papa Bush'a bu desteği ilk kez vermiyor zannederim

    Bunu ABD seçimlerinde de açıkça gördük. Bush ilk seçimlere girdiğinde karşısında John Keryy diye bir rakibi vardı. Papa “John Keryy Katolik olsa da aslen Yahudidir. Dolayısıyla biz Keryy'i desteklemiyoruz. Vatikan olarak Bush'u destekliyoruz” diye bir açıklama yaptı. Ve bu açıklamanın ardından ABD'deki Katolikler oylarını Bush'a verdiler. Burada Katolik olan Keryy'nin önünü kesen bizzat Ratzinger oldu. Ancak Bush Evangelist olmasında rağmen Papa, “biz Ekümenizm hareketini destekliyoruz diyerek kiliseler birliğini desteklediğimiz için burada herhangi bir sakınca görmedik” açıklamasında bulundu.

    16. Benedikt BOP'a hizmet ediyor. Peki Jean Paul hangi amaç için Papa yapılmıştı?

    Bundan önceki Papa 2. Jean Paul komünizmle mücadele için getirilmişti. Şimdiki papa da islamla ve Asya ile mücadele için getirildi. Bunu da iş başına getiren kişi son derece önemlidir. Bu kişi de ABD'li Kardinal Walter Caspel'dir. Şimdi bu Caspel Papa ile tak eskiden beri birlikte olan ve birlikte yayınları yöneten kişidir.

    Walter Caspel'in ismi daha önceleri de sık sık duyulmuştu…

    Walter Caspel 1996 yılından itibaren teröristbaşı Öcalan'ın Vatikan'a yolladığı mektuplar çerçevesinde Irak'ın kuzeyindeki ve Türkiye'nin Güneydoğu'sundaki Kürtlerin hamiliğine soyundu. Bu mektuplarda Öcalan dedi ki: “ben kendimi Hıristiyanlığa çok yakın buluyorum ve Anadolu'da yüce Hıristiyanlık dininin kurmuş olduğu yüce Hıristiyan medeniyetini yıkmış olan Barbar Türklere karşı savaşıyorum. Hatta sizi vuran Mehmet Ali Ağca da bu barbar Türklerden birisidir. Onu sizi vurdurmak için özellikle seçtiler.”

    Bu mektuplardan sonra Vatikan'ın tavrı ne oldu?

    Vatikan'ın bütün yayınlarında TSK'ya karşı bir karalama kampanyası başlatıldı. Bugünkü Papa o dönemde “kardinal” olan Ratzinger'in hazırladığı, Papa 2. Jean Paul'un Ermeni Katalikos'u 2. Karekin'le birlikte ortak bir bildiri yayınlamasını tavsiye etti. Ve bu bildiri 2001 yılında yayınlandı. Yayınlanan bu bildiride 1915-1924 yılları arasında Avrupa'daki XX. Yüzyılın ilk soykırımını Türklerin yaptığına ve 1,5 milyon Hıristiyanı öldürdüğü iftirasına yer verildi.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 11.
    +4
    Asatru

    Asatru Neo-Pagan türünden inançların en çok saygı görenlerindendir. Bu inanç türü Witchcraft, Kelt Druidizmi, Mısır, Yunan,Roma ve diğer eskil Pagan inançlarının yeniden yapılandırılmış hallerini kapsar. Ancak, birçok Asatru inancına bağlı kişi (Asatruers) kendi inançlarını Neo-Pagan ağacının bir dalı olarak değil, ama tamamen farklı bir başka ağaç olarak değerlendirmektedir. Birçok farklı geleneklere sahip Witchcraft'ın tersine, Asatru'nun bu yeniden yapılanımı, yaşayan tarihi kanıtlara dayanmaktadır ve orjinal iskandinav inançlarına olabildiğince yakın durmaya çalışmaktadır.

    Asatru ya da Ásatrú izlandaca bir kelimedir, ve Danimarka dilindeki Asetro sözcüğünü bir çevirisidir.Bu ikincisi, araştırmacılar (scholars) tarafından 19. yüzyılın ortalarında kabul edilmişti ve anlamı Asir'e (Asatru inancındaki tanrılar topluluğu) inanmaktı. iskandinavya da bu din çeşitli adlarla anılır: Forn Sigr (Eskil yol demektir), Forn sed (Eskil Gelenek), Nordisk sed (Kuzey Geleneği) ve son olarak Hedensk sed (Pagan Geleneği)

    Asatru inançları

    Asatru çok tanrılı bir dindir, ve bu dine göre iskandinav panteonunda üç farklı nesil tanrı vardır. Onlara tıpkı insan yaşdıbının içine karışmış, ve dünya üzerinde yaşayan güçler gibi bakılır:

    1. The Aesir: Bunlar krallığı, düzeni ve zanaatları temsil eden bir tanrılar klanı ya da kabilesidir.

    2. The Vanir: Doğanın bereketini ve güçlerini temsil eden tanrılar grubu. Bir parçası olmamakla beraber, onlarda klanla beraber düşünülür.

    3.The Jotnar: Bunlar Aesir klanıyla bitmez bir savaş durumunda olan devlerdir. Kaos'u ve yıkımı temsil ederler. Ragnarok savaşında, birçok tanrı ölecek, dünyanın sonu gelecek ve yeniden doğacaktır.

    Spesifik Tanrılar

    En önemlilerinden bazıları

    Thor yıldırım tanrısıdır ve kutsal çekiç Mjolnir'i kullanır. Savaş arabasıyla (Chariot) gökyüzünde dolanırken yıldırımlar ortaya çıkar. ingilizcede perşembe gününe verilen ad olan Thursday, anlamı Thor'un Günü demek olan “Thor's Day” kelimesinden türemiştir. Odin tek gözlü tanrıdır; gözlerinin birinden bilgelik pınarından akan suyu içebilmek için vazgeçmiştir. Bir büyücü ve tanrıların içinde en bilgesidir. Rune taşlarının sırrını, kendini Yggdrasil ağacına dokuz gece boyunca asarak öğrenmiştir. Frey Yule kutlamasının tanrısıdır. (bu kış gündönümüne ve tam olarak Aralığın 21.gününe denk gelir) O aynı zamanda barışın, bereketi getiren bolluğun ve başarının tanrısıdır. Babası ise Njord idi.

    Spesifik Tanrıçalar

    En önemlilerinden bazıları

    Freya (aka Freyja) aşk, güzellik ve cinsellik tanrıçasıdır. Valkyrie'lerin komutanı olarak savaş alanlarında ölen savaşçıların ruhlarını Valhalla'ya (Odinin büyük sarayı) zütürür. Frigg Odin'in karısıdır. ismi sonradan, argo lugatında cikste soğukluğu belirten bir kelime olan frigid'e dönüşmüştür. Ev halkının ve özellikle evli kadınların koruyucusudur. Skadi özgürlük, ölüm, avcılık ve kayak tanrıçasıdır. Scandinavia , yani iskandinavya, adını ondan alır. Aynı zamanda ingilizce kelimeler olan shadow, skullduggery ve shade'in orijininde de bu tanrıçanın adı yatmaktadır.

    Ostara, ilkbahar ekinoksunda adına kutlamalar yapılan bereket tanrıçasıdır. Saksonlarca Eostre olarak bilinir ve Bahar Tanrıçasıdır. ingilizcedeki Easter (paskalya günü) kelimesi onun adından gelir. Ostara'nın sembolleri yumurtalar ve yabani tavşanlardır. Diğer Kutsal Varlıklar: Diğer tanrılar, Aegir, Balder, Bragi, Forseti, Heimdall, Loki, Njord, Ran, Tyr, Ull ve Vithar'dır. Asatru inancına bağlı kişiler ayrıca Landvaettir denen yeryüzü ruhlarını da yüce tutup onurlandırırlar.

    Hayat Değerleri

    Onlar Dokuz Yüce Meziyete uyarlar: Cesaret, Gerçek, Onur, Sadakat, Disiplin, Konukseverlik, Çalışkanlık, Kendine-Güven ve Azim. Aile onlar için çok değerlidir ve el üstünde tutulur. Etnik olsun, dillere dayalı olsun, ırklara ya da cinsiyete dayalı olsun, her tür ayrımcılığı ve taraf tutmaya şiddetle reddederler.

    Orijin: insalık tanrılar tarafından yaratılmıştır. Odin, Vili, bir de Ve adlı üç kardeş tanrı iki ağaçtan insanlığı yaratmışlardır ve birinin ismini Ask ve diğerininkini de Embla olarak belirlemişlerdir. Bir başka tanrı, Rig dünyaya ziyaret etmiş ve sosyal sınıfları oluşturmuştur.

    Yaradılış Hikayesi: Voluspa (Peygamberlerin Kehaneti) adlı bir şiir Asatru inancına göre evrenin yaradılış hikayesini anlatmaktadır. Şiire göre en başta Muspelheim (Ateşin Ülkesi) ile Niflheim buzlar ülkesi arasında Ginnungigap diye anılan boşluk vardır. Daha sonra ateş ve buz birbirlerine doğru yaklaşmaya başlarlar ve çarpıştıklarında evren ortaya çıkar. Odin, Vili bir de Ve daha sonra öldürdükleri bir devin vücudundan dünyayı yaratırlar.

    Ölümden Sonrası: Savaşlarda ölüdürülenler Valkyrie'ler tarafından Odin'in sarayı Valhallaya görürülür ve burada, onlar hergün kesilen ve yeniden dirilen bir domuz olan Särimner'i yerler. Kim ki kötülükler ve hainlikler yaparak ömrünü geçirir, o Hifnel'de yaşamaya gönderilir. Her ne kadar bu yer ismiyle de hristiyan cehennemini (hell) andırıyorsa, onunla hiçbir ilgisi yoktur. Sonsuz bir durgunluğun ve barışın olduğu bir yerdir Hifnel.

    Asatru Ayin ve Uygulamaları

    Yerel dinsel toplulukları Kindreds, Hearths, ve Garths olarak adlandırılır. Rahipleri Gothi; rahibeleri de Gythia olarak.

    The Blot: Bu ayin Asatru inancının en genel olan ayinlerinden biridir. Eski çağlarda, hemen hemen bütün antik inançlarda olduğu gibi Asatru inancına mensup kişilerde tanrılara adanan bir hayvanı kurban ederlerdi. Bu bir rüşvet ya da ölen hayvanın güçlerini ele geçirmek için bir yöntem olarak algılanmaz, yalnızca içinde oldukları bolluğu tanrılarla paylaşmak yerine geçerdi. Şimdilerde, Asatru inancında hayvan kurban etmek yerini bira, meyve suları ya da mead (mayalandırılmış bal ve sudan yapılan alkollü bir içki) sunmaya bırakmıştır.

    The Sumbel: Bu ayin, içkilerin içildiği bir kutlamadır. Bir boynuzun içine doldurulan içki ayine katılan arasında elden ele geçirilir. Katılan herkes bir selam verir, ve kızarmış bir dilim ekmeği tanrılara, eski kahramanlara ya da atalarına sunar; yahut bir hikaye, şarkı ya da şiir söyler ve sonra boynuzdan içki içer.

    Profession ya da Adoption: Bu, Asatru'nun tamamen kendine özgü ve diğer dinlerden onu ayıran bir ayinidir. Ayinde Asgard, Aesir ve Vanir tanrılarına bağlılık yemini edilir. Bir yemin çemberi yahut başka bir objenin etrafında toplanılarak bir Gothi ya da Gythia ve geri kalan Kindred, Hearth ya da Garth gözetiminde yapılır.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 12.
    +9 -1
    Cadıların Ağzından Cadılar

    Cadılık sanatının ne olduğunu merak ediyorsanız, bizim geleneğimizi anlamayan ve anlamak için de herhangi bir çaba göstermek istemeyen insanların söylemlerinden oluşan ön yargılarınızı bir kenara bırakın. Cadılığın günümüzde de canlı bir şekilde varlığını sürdüren ve en az geçmiş çağlardaki kadar çok uygulayıcısı olan bir inanç sistemi olduğunu göz ardı etmeyin.
    Bizler, kutsal olanın hem dişi hem de erkek olduğuna inanırız. Bu ikisinin eşit ve dengede olduğuna inanır, yaşamlarımızda ve kendi içimizde bunun dengesini kurmaya çalışırız. Hem Tanrı'ya hem Tanrıça'ya inanır, kişisel ihtiyaçlara göre Tanrıça'yı isis, Astarte yada Hekate gibi adlarla, Tanrı'yı Osiris, Pan veya Herne gibi adlarla isimlendiririz. Bunu anlamak için Kutsal olanın sonsuz yüze sahip olan aynadan bir küre olduğunu, her bir yüzün farklı bir kimliği yansıttığını ama tamdıbının kutsal olduğunu düşünün.

    Çalışmalarımızda faydalandığımız hava, ateş, su, toprak ve ruh elementleri doğada çevremizi sararken aynı zamanda içimizde de yer alırlar: Hava; düşüncelerimiz, ateş; tutku ve isteklerimiz, su; duygularımız, toprak; bedenimiz ve ruh; iç benliğimizdir. Bunlar büyü yaparken faydalandığımız enerjilerdir.

    Büyü, irade gücüyle değişiklik yapma becerisidir. Büyü yaparken ‘kimseye zarar vermedikçe istediğini yap' ve ‘iyi yada kötü yaptığın her şey üç misliyle sana geri dönecektir' kurallarına bağlı kalırız.”

    Pek çok çoğumuz Hekate ismine, hatta Bodrum'da yaşayan bizler yanı başımızda Lagina'daki tapınağının varlığına, bölgemizde çok eskilere uzanan bir inanışı ve kültü olduğu bilgisine aşina değiliz, bu bir gerçek. Oysa yazımıza geri dönüp baktığımızda, bizden çok uzaktaki insanların Hekate ile ilgilendiklerini, uğraşlarına konu edindiklerini görmekteyiz…

    Elle tutulur, gözle görülür bir Hekate tapınağı hemen yanıbaşımızda… Her yöreden çıkan onlarca Hekate heykelcikleri bugün çevremizi ve müzelerimizi doldurmakta… Turizm ve kültürel mirasımızı koruma adına yapılacak çok şey olsa gerek…

    slında cadılığın kökünde, Avrupa'ya kuzeyden gelen barbar kavimlerin doğaya ve bilinmeyene olan tutkusunu bastırarak halkı batıl inançlarla korkutmak isteyen Kilise' ye karşı bir protesto vardır. Bu protesto, en çok ingiltere adasında kendisini göstermiş ve halkın yoğun tepkisiyle buraya Engizisyon girememiştir. Günümüzde bu Witch kültü, batı Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı pagan dinlerin yeniden ayaklanışı anlamındadır. Murray'ın 1921' de yayınlanan "The Witch-Cult in Western Europe" adlı araştırmasında, cadılarla cinler arasındaki bağlantı söyle tanımlanmıştır:
    "Bir zamanlar Avrupa' da yasayan cüce ırktan çok az elle tutulur bakiye kalmıştır günümüze. Ama bu ırk, cinler ve perilerle ilgili birçok hikayede varlığını koruyabildi. Her yedi senede bir insanı kurban etmelerinden başka bunların dini inançları ve gelenekleriyle ilgili bir bilgimiz yok. Cadıların, bu periler olarak bilinen ırk ile güçlü bir bağlantısı olduğu kesindir. Tahminimizce üç yüz yıl öncesine kadar, peri ırkına bağlı gelenekler devam etmiştir ve bu gelenekleri sürdürenlere de cadı (Witch) denmiştir."

    Fakat, Engizisyon papazları böyle düşünmemişlerdir. Cadılıkla suçlanan kişinin içine girdiği varsayılan cinleri çıkarmak için önce ellerini ayaklarını mengenelerle sıkıştırıyor, sonra kollarından ve bacaklarından geriyor ve sonunda cadının iyice kurtulabilmesi için onu bir direğe bağlayarak diri diri yakıyorlardı. Cadılıkla suçlanmak için de öyle olağanüstü bir sebebe gerek yoktu. Örneğin birinin yüzünde, kolunda veya kaba etinde belirgin bir beni veya ten lekesi varsa bu işaret o kişinin Şeytan'la işbirliği yaptığına kesin bir kanıt sayılırdı. Ormanda biraz fazla dolaşıp yabani bitkileri toplayarak sebze çorbası yapan kadınlar da emri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıp alelacele Engizisyon heyetinin karşısına çıkarılıyorlardı. Eğer bir kadın kilisedeki ayin sırasında esnerse, kutsal sözleri duyan içindeki cinin kaçmak için ağzından çıkmaya çalıştığı düşünülürdü.
    Tümünü Göster
    ···
  13. 13.
    +3
    beyler bi yemek yiyim devam edeceğim baya baya değişik şeyler buldum.
    ···
  14. 14.
    +3
    Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan ingiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. ingiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakkındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.

    Churchward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Mekgiba'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.

    Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.

    Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.

    Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.

    James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.

    Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.

    Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstatlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.

    Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.

    Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avustralya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Mekgiba'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Mekgiba'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Mekgiba'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Mekgiba tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde ekgib kalan bilgilerini Mekgiba tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı.

    Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.
    Tümünü Göster
    ···
  15. 15.
    +2
    Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur imparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.
    Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Mekgiba'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.

    15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve incin gazlar bir araya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (RNA-DNA) oluşturdu. ilk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.

    Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden her yer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Her yer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...

    Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanı sıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.

    Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomore'nin yok oluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.

    Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş imparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anldıbına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu"dur. Bunun yansıra eski Maya ve inka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır. imparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. "Kutsal Sırlar Kardeşliği"nin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.

    Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Alaacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrı'nın geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. işte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

    Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.

    Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.

    Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü açıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.

    Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramı"dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, Ra'nın, yani tek Tanrının kolektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, iç içe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün bir arada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin bir arada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın her bir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. insan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.

    Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil insan'a ulaşmak zorundadır.

    Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan südur eden ilahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 16.
    +3
    Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek âlındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim.

    Mu dininin dört temel kavramı vardır:
    Tanrı tektir. Her şey ondan var olmuştur ve ona dönecektir.
    Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
    Ruh, mükemmelliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
    Mükemmelliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.
    Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aţamaya ulaţabileceklerini kabul ederler.

    Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaostan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'tır .

    Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller, bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızlar sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. isa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
    Tümünü Göster
    ···
  17. 17.
    +3
    Şamanizm

    Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir.Şamanizm'in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.. Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur.
    inanç ve ibadetleri

    Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder. Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yı insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. iyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

    Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm'di. Bu Şamanizm, Yakutlar ve Altaylar'da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı'yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı.

    Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ' inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. işte bu yüzden Asya'nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür.

    Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanın görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır

    Şaman Kimdir? Kimler Şaman Olabilir?

    Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa'da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya'da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe'de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu'ca olduğunu, "zıplayan, dans eden" anldıbına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi'nin "Şehname"sinde geçen "Şemen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir.

    Kasgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. "Divan-i Lugat-it Türk"te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em." (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.)

    Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. insan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. insanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. insanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir.

    Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur.

    Şaman Davulu

    Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakasya'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hakasyalı bir araştırmacı olan Katanov, Minusinsk Tatarlarından aldığı bilgilere göre Şaman davulunu anlatır. Buna göre davulun önemli üç bölümü vardır: içi, dışı ve tokmağı.

    Davul, bir arşın çapındadır. iskeleti genellikle sepet yapımında kullanılan söğütten yapılır ve at derisiyle kaplanır. Davulun içinde dikey olarak duran sapı genellikle kayın ağacından yapılır. Sapta mars denilen, kamın yer altı dünyasında yaşayan erliklerin lideri Erlik Han 'a ulaşmasını sağlayan on iki delik bulunur.

    Deliklerin arasındaki kabartmalar, kamın uçarak ya da yürüyerek geçmek zorunda olduğu dağ sıralarını temsil eder. Sapın üst kısmında, enlemesine kamın kendisinin ya da hastasının düşmanlarını püskürttüğü yay kirişi olarak adlandırılan sopa bulunur.

    Bu demir sopaya hastanın içindeki kötü ruhları kovan on sekiz kadar demir çıngırak bağlanır. Ayrıca, kamın habercilerini temsil eden iki çan da demir sopaya bağlanır. Davulun üst kısmında hastanın düşmanlarını temsil eden dört ya da altı demir kanca tutturulmuştur. Demir sopaya kamın kudretini simgeleyen bez parçalari asılır. Bu bez parçaları genellikle kamın hastaları tarafından bağlanır. Erlik Han'a herhangi bir hayvan adandığında bu hayvana demir sopadan alınan iki üç bez parçası bağlanır. Adak hayvanın boynunda asılı duran bu bez parçaları onu kötü güçlerden korur.

    Davulun üst kısmında yedi renkli gökkuşağı tasvir edilir. Gökkuşağının iki ucundan da, iki geniş kare şeklinde merdiven sarkar. Bu merdivenle kam, Kan Kuday'in huzuruna çıkmak için gökyüzüne yükselir. Kan Kuday'ın önünde beyaz boyayla çizilen iki kayın ağacı vardır. Kam, gökyüzüne yükselerek Kan Kuday'dan hastayı iyileştirmek ya da ya da öldürmek için emir alır. Gökkuşağının altında ışık saçan iki daire vardır. Ayrıca 14-18 kadar yıldız bulunur. Merdivenin üst kısmındaysa beyaz renkle yedi dağ kızı resmedilmiştir. Bu kızlar eğer ruh erkekse onu uzaklaştırmada kama yardım ederler. Kız figürlerinin yanında iki kuş tasviri vardır. Kam bu iki kuşla göğe yükselir. Davulda bundan başka kırmızı renkte at, süvari ve keçi bulunur. Kızıl at üzerindeki Kızıl süvari, erliklerden biri olan Kızıl adakların basında gider. Beyaz renkle çizilen beyaz at üzerindeki atlı Kuday'a gider. Davulun ortasındaki üç çizgi bu dünya ile öte dünyayı ayıran bir tabakadır. Davulun alt tarafında, kutsal koyunları himaye eden kurbağa resmi vardır. Ayrıca on sıradağın ardında, kara ve altın denizin kıyısında yaşayan hayvanları sulamak için altın oluğu ve at bağlamak için altın direkleri bulunan Erlik Han'ın kötü ruhları yargıladığı yere zütüren yılan ve kertenkelenin resmi yer alır. Bu deniz doğudadır, kurbağa, yılan ve kertenkele, koyunlara dokunmak isteyen kötü ruhları korkutur. Aynı şekilde su iyelerini temsil eden iki balık tasvir edilir. Balıkların iç hastalıkları iyileştirdiğine inanılır. Eğer kam kötü ruhlardan daha güçlüyse onları dağ ruhlarının Haninin yaşadığı dokuz denizin sonuna kadar sürebilir, eğer kam zayıfsa, yolun yarısından döner ve balık hastayı yeniden alt eder. Bunun dışında davulun üzerinde kötü ruhların yaklaştığını kama haber veren kara ve ala renkli iki köpek resmi vardır.

    Davulun alt tarafında yedi at ve yedi insan tasvir edilir. Bunlar Erlik Han'ın hizmetçileridir. Bütün kötülükler yeraltı dünyasında yasayan Erlik Han'dan kaynaklanır. Davulda yine kırmızı renkle kama kamla mayi öğreten kam resmedilmiştir. Öldükten sonra kaynayan denize doğru gittiği düşünülen kam tasvirinin uyuz hastalığını tedavi ettiğine inanılır. Davuldaki tavşan resmi, kamın aletlerinin koruyucusunu simgeler.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 18.
    +2 -1
    Davulun üzerinde "meme" diye adlandırılan altı kabartı vardır. Bunlar kamın aletlerinin koruyucusu sayılan ruhu besleyip koruma işlevini üstlenir.

    Bir önemli öğe de tokmaktır. Tokmak, ya tavşan derisiyle kaplanarak söğüt dalından; ya geyik kemiği ya da boynuzu ya da kayın ağacından yapılır. Tokmağın sapına hastaya gelen kötü ruhları kovmak için kamçı görevi üstlenen bez ve deri parçaları yapıştırılır.

    Şamanlar ayin yapmak için davul kullanırlar; fakat zaman zaman bunun yerini kopuzun aldığı da görülmüştür. 11.yüzyıl tarihçilerinden Gardizi, eski Yenisey Kırgızları'nın Şaman ayinlerinde saz çaldıklarını söyler. Eski Oğuzlarda, islam'ın kabulünden sonra Şaman geleneklerini sürdüren ozanlar kopuzu kutsal saymışlardır. Sözgelimi, Dede Korkut her öykünün sonunda kopuzuyla gelir, ad verirken, dua (alkış) ederken kopuz çalar.

    Şaman davulunun asıl kısmı olan ağaç ve demir parçalar asla değiştirilmez. Derisiyse değiştirilebilir. Biri ölen evde bulunan davul, Erlik'in elçisi Aldaçi'nin yaklaşmasıyla kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş sayılır. Kirlenmiş ve kuvvetini kaybetmiş davulların derisi derhal değiştirilir. Tedbirli davranmak isteyen Şamanlar ve ev sahipleri, hastanın öleceği anlaşıldığı zaman Şamana ait eşyaları evden çıkarırlar.

    Her davul Şamanın ölümünden sonra ormana zütürülüp parçalanır ve bir ağacın dalına asılır. Şamanın ölüsü de bu ağacın dibine gömülür.
    Şaman Giysisi

    Şaman için davuldan daha önemli bir şey varsa o da Şaman giysisidir. Geleneğe uygun bir elbise hazırlamanın zor geldiği kamlar, ruhların özel izinleriyle birkaç yıl cübbesiz ayin yaparlar. Fakat cübbesiz kamlar kötü ruhlara karşı fazla cesaret gösteremezler. Bunun için kamlar ne yapıp edip Şaman kıyafeti edinirler. Şaman, cübbe ve davulunu kendi arzu ve isteğiyle değil, hizmetinde bulunduğu ruhun emir ve ilhdıbına göre yaptırır. Cübbe ve davulun nitelikleri ve biçimi, süsleri bütün ayrıntılarıyla bu ruh tarafından belirlenir. Ruhun istediklerinden en ufak biri bile ekgib kalsa cübbe ve davul ayin yapmaya yaramaz. Giysi hazırlandıktan sonra özel bir törenle ruhların beğenisine sunulur.

    Şaman cübbesi gelenek olarak otuz parçadan yapılmış sayılsa da gerçekte altmışa yakın çok çeşitli parçaya sahiptir. Cübbenin asıl kısmı maral ya da beyaz koyun derisinden yapılan ceketten ibarettir. başka parçalar bu cekete dikilir. Bu parçalar Şamanların ruhlar dünyasında bulunduğunu düşündüğü varlıkların sembolleridir. Sözgelimi cübbenin yakasından sallanan dokuz küçük kukla Ülgen'in dokuz kızını, küçücük cübbeler onların elbiselerini temsil eder. Kötü ruhlarla mücadelede kullandığı "manevi" yayın ve diğer silahların sembolleri, küçücük yay ve çıngıraklardır. Kötü ruhların fısıltılarını dinlemek için kulak, ay, güneş yıldızlar, Erlik dünyasında yaşayan kurbağalar, yılanlar cübbede tasvir edilir.

    Şamanın cübbesiyle birlikte külahı (börk)da hazırlanır. Külahın esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan olur, etrafına da üç tane düğme konur. Astarı kaba ve adi kumaştandır. Külahın üç yerine vaşak derisi dikilir; bunlardan biri göz, biri alın ortası biri de ense hizasına konur. Böylece Külahın üç kısmı olur ki buna "üç üyelüü kuspörük" (üç boğumlu kuskülah) denir. Göz üzerindeki kısma türlü türlü boncuklardan diziler konur. Her dizide beş boncuk ve ucunda bir yılan başı bulunur. Dizilerin sayısı 5, 9 ya da 16 olabilir.

    Günümüzde Şamanizm ve Diğer Dinlere Etkileri

    Kitaplı dinler olarak kabul edilen dinlerin hiçbiri eski yerel inanışların etkisinden kendilerini arındırabilmiş değil. Dünyanın her yerindeki Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın farklı olmasının en önemli nedenlerinden biri eski inanışların bu dinlere eklenmiş olması.

    islam dinini kabul etmiş Türkler için de bu durum geçerliliğini korumakta. Türklerin inanışlarında bugün bile Şaman geleneğinin izlerini görmek olası. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün bindiği atin kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak gibi gelenekler bunlardandır. Ayrıca uzun ömürlü olması, daha önce ölen çocuklar gibi ölmemesi için çocuklara Yaşar, Durmuş, Duran, Satılmış, Sati gibi isimlerin konması, türbelere adak adanması, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanması gibi adetler bu kapsamda değerlendirilir.

    Şamanizm günümüzde Türkler ve diğer Orta Asya halklarının hayatını değişik oranlarda etkilemeye devam etmekle birlikte halen Orta Asya'da başlı başına bir din olarak devam etmektedir. Tatarların bir kısmı Özellikle Hakasya Türklerinin hemen hemen tamamen Şamanisttir. Günümüzde Rusya, Moğolistan, Tacikistan, Kazakistan gibi ülkelerde Şamanist topluluklara rastlanmaktadır. Sayıları gittikçe azalmakla birlikte günümüzde yaklaşık olarak 650.000 kadar taraftarı olduğu tahmin edilmektedir.
    Tümünü Göster
    ···
  19. 19.
    +3
    Şamanizm

    Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir.Şamanizm'in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.. Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur.
    inanç ve ibadetleri

    Şamanist inanca göre dünya, gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısma ayrılır. Altay Türklerine göre "Aydınlık Alemi", yukarıdaki dünyayı yani gökyüzünü Tanrı Ülgen'le ona bağlı iyi ruhları temsil eder. Yeryüzünü, yani "Orta Dünya"yı insanlar oluşturur. Yer altı dünyası olan "Aşağıdaki Dünya"yı ise Tanrı Erlik ve ona bağlı kötü ruhlar oluşturur. iyi ruhlarla ilişki kurup, iyilik yapan Şamanlara ak-Şaman, yeraltı ruhlarıyla konuşup, Erlik 'in hizmetinde olanlaraysa kara-Şaman denir.

    Eski Türklerin de inandığı din Şamanizm'di. Bu Şamanizm, Yakutlar ve Altaylar'da yaşayan ilkel Şamanizm aşamasını bir süre sonra geride bırakmış, gelişmişti. Avcılık ve ilkel tarımla dar bir bölgede yaşayan boyların inanışlarıyla, büyük devletler kuran, Çin Duvarı'yla Bizans arasına yayılmış halkların inanışları aynı kalmamıştı.

    Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre eski Orta-Asya Şamanizm ' inin temelleri Gök-Tanrı, Güneş, yer, su, atalar ve ocak (ateş) kültleridir.Bu bağlamda Asya halklarının inandığı Şamanlığın temelinde insan ve doğanın birlik ile beraberliği ve uyumu düşüncesi yer alır. Evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütün olarak düşünülür. Dünya ve Gök, yaratma eylemini birlikte işbirliği halinde gerçekleştirmektedir. Bunlar bütün varlıkların yaratıcısı olmalarından ötürü kutsaldır. işte bu yüzden Asya'nın Şamanist göçebe halklarında Gökle Yer Su'yu sayma ve bunlara saygı gösterme, bu göçebe halkların inanışlarının özünü oluşturmaktadır. Dağın eteğinde ya da zirvesinde, nehrin ya da gölün kıyısında, yolun ya da atın bağlandığı direğin yanında, bir göçebenin kutsamayla eylemleri, tüm yaşamın ortak bir bilinci paylaştığı doğaya dönüktür.

    Şamanlıktaki bir diğer inanışta, insan neslinin sonsuz bir şekilde devamlılığı düşüncesi. Şamanist olan birisi kendini, baba, dede, ve atalarına ait olan bir hayatın devamı olarak görür, bunları bilir ve sayar (Atalar kültü). Bununla birlikte, söz konusu bu insan aynı zamanda kendi geleceğini de sonraki nesillerde görmektedir, ki bu durum varoluşun ana anlamıdır. Bundan dolayı bu insanın görevi çocuk ve torunlarına toplumun en iyi yanlarını aşılayarak yetiştirmek ve hayata hazırlamaktır

    Şaman Kimdir? Kimler Şaman Olabilir?

    Şaman dininin ayin ve törenlerini yapan, ruhlarla insanlar arasında aracılık eden kişiye Şaman denir. Şaman sözcüğü Türkçe kökenli değildir. Türkler Şaman yerine kam sözcüğünü kullanırlardı. Avrupa'da 18.yüzyılda kabul edilen Şaman sözcüğü, Rusların, Kuzey Sibirya'da Tunguzlardan öğrendiği bir sözcük. Aslında bu sözcüğün kökeni hâlâ tartışmalı. Bazı bilim adamları sözcüğün Pali dilinde bulunan "şamna" olduğunu, Sanskritçe'de bulunan "çramana" ile aynı kökten geldiğini ileri sürüyorlardı. Bazıları da bu sözcüğün Mançu'ca olduğunu, "zıplayan, dans eden" anldıbına geldiği görüşündeler. Bir başka teori de Şaman sözcüğünün Buda inanışına ait bir sözcük olduğudur. Firdevsi'nin "Şehname"sinde geçen "Şemen" (Buda rahibi) sözcüğü dolayısıyla Şaman sözcüğünün Hindistan kökenli olduğu söylenir.

    Kasgarlı Mahmut'tan öğrendiğimize göre kamlar, Müslüman Türkler zamanında da unutulmuş değil. "Divan-i Lugat-it Türk"te "Kamlar kamik arvisti: kamlar (ayin sırasında) anlaşılmayan bir takım sözler söyledi." gibi cümlelere rastlanmaktadır. Benzer biçimde Balasagunlu Yusuf Has Hacib, "Kutadgu Bilig" adli eserinde kamlarla hekimleri (otacıları) bir tutmuş, ikisini de insanlar için yararlı isler yapan kişiler olarak göstermişti. Bir yerde söyle der: "Kerek tut otaçi, kerek kam, öligligke her giz asig kilmaz em." (Gerek hekim tut, gerekse kam, eceli gelene ilaç fayda etmez.)

    Şaman (kam), tanrılar ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapma gücüne sahip olan kişidir. insan, ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kurbanlar ve saçılar sunabilirse de, kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan başvuramaz. Kötü ruhlar insanların en büyük düşmanlarıdır. insanlara ve hayvan sürülerine hastalık göndermek suretiyle kurban isterler. Bunların istediklerini yerine getirmek gerekir. insanlar onların ne istediklerini bilmezler. Ne istediklerini ancak gücünü göklerden ve atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilir.

    Şamanlık bilgisi öğrenmekle elde edilemez. Şaman olmak için belli başlı bir Şamanın neslinden olmak gerekir. Kimse Şaman olmayı istemez, ancak geçmiş ataların ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar "töz basıp yat" (ruh basıyor) derler. Ata ruhu musallat olan adam Şamanlığı kabul etmezse deli olur.

    Şaman Davulu

    Bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Hakasya'da Şamanizm hâlâ canlı tutuluyor. Hakasyalı bir araştırmac
    Tümünü Göster
    ···
  20. 20.
    +4
    "Sünnet" (ing. circumcision) sözcüğü, Arapça kökenli bir kelimedir ve ilk anlamıyla, “takip edilmesi itiyat edilen yol, hal, tavır, gidiş, adet, davranış, değişmeyen karakter, yöntem, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” demektir.[1] Daha geniş anlamda ise; “insanın iyi ahlakını, tabiatını ve davranışını” anlatmaktadır.[2] islam dininde ise, “Hz. Peygamberin hadiseler karşısında sabit, değişmeyen ve devamlılık arz eden karakter selabeti ve Hz. muhafazid'in sözleri, işleri, ve tasvipleri [3] olarak tanımlanmaktadır.[4]

    Konumuz açısından sünnet ise, Arapçadaki adıyla "hitan", erkek çocukların cinsel organının ucundaki deri kılıfın kesilmesi işidir.[5] Erkek çocuklarında penis glansını (başını) örten derinin belirli bir şekil ve ölçüde cerrahi işlem ile çıkartılması(kesilmesi) ameliyesi olarak da tanımlanabilir.12 Türkiye gibi Müslüman toplumlarda daha çok geleneksel, Mûsevî toplumlarında ise dini bir yükümlülük olan sünnet, genellikle örf ve adetlere uygun şekilde törenle yapılır.[6] Hz. ibrahim’le başladığına ve temizlik amaçlı bir gelenek olduğuna inanıldığı için Arabistan’da "tahâret" (temizlik) de denir.[7][8]

    Sünnet, tüm dünyada uygulanan en yaygın cerrahi girişimlerden biridir.[9] Her yıl 13.3 milyon erkek ve 2 milyon kız çocuğu sünnet edilmektedir.[10] ABD’de doğan erkeklerin `’ı sünnet edilirken, ülkemizde neredeyse her erkek sünnet edilmektedir.[9][11]

    Bazı toplumlarda, kızlarda erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan Müslümanların bir kısmında halen mevcuttur. Bu toplumlarda islamiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. islâmiyet'in zuhuruyla islâmi bir anlam kazanmıştır. Bütün islam dünyası dikkate alınırsa azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak görülür.[12] Ülkemizde uygulanmış bir kadın sünneti olgusu bildirilmemiştir. Türkiye’de kadın sünnetinin kesinlikle uygulanmadığı belirtilmiştir.[13] Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti rivayete göre Hz. ibrahim zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hacer'dir.[14]

    Sünnet geleneğinin yaygın olduğu bazı ataerkil toplumlarda erkekliğin bir gerekliliği olarak görülür. Bazı toplumlarda sünnet olmayan erkeklere evlenme hakkı verilmemektedir. Sünnet bazı toplumlarda ise evlilik kurumuna karşı sadakat gösterisi olarak uygulanmaktadır.[15]

    Sünnet Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgelerde, Güney Doğu Asya’nın bazı bölgelerinde, Amerika’da, Filipinler’de, israil’de ve Güney Kore’de sık olarak uygulanırken, Avrupa’da, Latin Amerika’da, Güney Afrika’nın bazı bölgelerinde, Asya’nın büyük bölümünde ve Okyanusya’da göreceli olarak daha az sıklıkla uygulanmaktadır.[16] Gerek dini, geleneksel gerekse de medikal nedenlerle halen dünya çapında yapılıyor olması sünnete ilgiyi devam ettirmektedir. Ülkemizde de hiç şüphesiz en çok yapılan ameliyat olmasına rağmen yıllarca sosyal güvenlik kurumlarınca kapsam dışında tutulması, sünnet yapanların çoğunu hekim olmayan yetkisiz kişiler yapmıştır[17]

    Prehistorik dönemden kalma, yaklaşık 15 000 yıldır dünyanın çeşitli yerlerinde devam eden inançlar ve büyüye dayalı bedeni sakatlama pratikleri vardır. Bunlardan en önemlileri, tıp tarihinin en eski cerrahi operasyonları olan trepanasyon ve sünnet’tir. Yakın zamana kadar sünneti geleneklerinde yaşatan toplumların, hatta günümüzde Avustralya yerlilerinin, imkânları olduğu halde sünneti madeni bıçaklar yerine çakmaktaşından kesici aletlerle yapmaları operasyonun prehistorik dönemden kaldığını göstermektedir. Bir teoriye göre Akdeniz ülkelerinde başlamış, buradan Afrika ve Hint denizi kıyılarına, oradan da adalar yoluyla Avustralya ve Amerika’ya yayılmıştır.[8]

    Sünnet nedenleri, fimozis tedavisi, cinsel yolla bulaşan hastalıkların bulaşıcılıklarını azalmaya yönelik bir önlem olarak ve sosyal ve dini nedenlerdir.[18] Hijyen ya da sosyal prestij kazanma, cinsel hayata hazırlanma, acıya dayanma, üreme ve bereket tanrılarına adak gibi nedenler yapılmaya başlandığı düşünülen sünnetin Müslümanlıkta Hz. ibrahim ile başladığı, temizlik amacı güden bir gelenek olduğu zannedilmektedir.[19]
    Tümünü Göster
    ···