/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
  1. 376.
    0
    Eline sağlık
    ···
  2. 377.
    0
    Yaşamı

    M.Ö. 14. yüzyıl yaşamış olan Mısır kralıdır. Babası III. Amenotep'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. Tahta geçtiği ilk yıllarda aile adı olan ("Amon'un hoşnut olduğu" anlamındaki) Amenotep'i kullanmıştır.[2]

    Akhenaton, çıktığı seferlerden birinde en sadık kölesi ile düşman askerlerinden saklanmış birileri var mı diye girdikleri bir mağarada Hz ibrahim'in mağara duvarlarına yazdığı yazıları bulur. Yazılarda tek tanrıdan bahsediliyordur. Fakat o, bunu Aten (güneş diski) olarak algılamış [3] ve daha sonra ismini değiştirerek Akhenaton (Aton'un hizmetkârı) ismini kullanmış ve geleneksel çok tanrılı mısır dinini yasaklayarak tek tanrılı Aton dinini kurmuştur.

    Akhenaton, Krallığının 5 ya da 6. yılında kökten bir kararla yüz yıllardır Mısır'ın başkenti olan Teb'i terk ederek bugün Tel el Amarna olarak bilinen el değmemiş topraklara yeni bir başkent kurmaya karar vermiştir. Akhenaton, eski tanrıları yok etmek için tapınaklardan eski tanrıların isimlerini sildirmiştir.[2]

    Moneist dinlerdeki anlatıma paralel olarak, Akhenaton'un hayatı paralellikler taşır. Taht üzerindeki kavgalar nedeniyle öldürülmemek için saraydan uzaklaştırılan Akhenaton'un hayatına Kral Büyük Sargon'un efsanevi hayat hikayesi kolajlanır.

    "Zor durumdaki annem, hayatımı kurtarmak için beni kamışlardan yapılmış bir sepete koydu ve ağzını ziftle mühürledi."

    Nefertiti

    Nefertiti

    Süreç içerisinde üvey kardeşi Nefertiti ile evlenerek tekrar taht yoluna giren Akhenaton, III Amenotep (Amen memnun anlamındadır )'un ölümüyle IV. Olarak tahta geçer ve Akhenaton ( Aton'un Görkemli Ruhu) olarak değiştirir.

    Akhenaton, Aton desteği halk arasında hoşnutsuzlukla karşılaşması üzerine, baş rahiplerin devreye girmesi ile Akhenaton tahtı kuzeni Smenkhare'ye bırakır.

    M.Ö. 1361 yılında Mısır'dan kovulduktan sonra Mısır'da Akhenaton adını kullanmak yasaklanır. Kiya adında karısından doğan oğlu, daha sonra ünlü çocuk Firavun Tutankhaton onun inancını temsil etmesi amacıyla ismini Tutankamon olarak değiştirmiştir.

    Mısırdaki kayıtlar, Musa/Akhenaton'un beraber yola çıktığı insanları Pi-Ramses'ten Modern Kantra yakınlarından, güneyde Sina çölünden geçerek Timaş Gölüne zütürdüğünü göstermektedir. Burası geniş bataklıklarla kaplı bir bölgedir. Tevrat'a yanlış çeviri olarak geçen yerin adı sazlıklar denizidir.

    Akhenaton'un son dönemlerinde Merykiya-Khiba'nın sevdiği-Mery-Amon-Amon'un sevdiği adı altında baskın kraliçe haline gelmiştir. israiloğulları tarafından Meryem olarak tanınmıştır.

    Ve kızı, Tutankhamon'un kız kardeşi, aracılığı ile Musevi kraliyet ailesini oluşturan kişinin annesidir.[4]

    Akhenaton'dan sonra 8 yaşında tahta geçen oğlu Tutankhamon da fazla yaşamamış ve ablasıyla olan çocukları ya doğum öncesi ya da doğum sonrası ölmüştür. Tutankhamon da 18 yaşında ölünce bu nesil son bulmuştur.[2]

    Akhenaton'un eşi, Mısır'ın görmüş olduğu Tiye ve Nefertari'den sonraki en güçlü kraliçesi Nefertiti'dir. her ne kadar Amon'u reddedip Aton'a dönse; Mısır'ın bütün gelenek ve göreneklerine karşı çıkıp tapınakları yıkacak, hatta ülkenin dini merkezini eski kent Teb'den bugün Amarna olarak bilinen yeni kent Akhenaten'e taşıyacak kadar kararlı davranışlarla ileri gitmiş olsa da hiyerogliflerde Akhenaten'deki çok büyük bir karasızlığı gözlemleyebilirisiniz.[3]

    Akhenaton'un eşi Nefertiti bir Nubia (Kuş) prensesi idi. Babasının adı AY idi. Bu isim de bir Ön-Türk kök sözcüğü olup, o dönemde bile dünyanın uydusu olan ay anldıbını taşıyordu. Nefertiti bir KUŞ prensesi olarak güneş kültünü ve Ön-Türk simgelerini zaten aileden biliyordu ve yeni Aton tanrının doğuşunda eşi ile aynı yetkileri paylaşıyordu.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 378.
    0
    Bu bakımdan Tanrıça Afrodit olarak adının devam etmiş olması doğaldır. Ayrıca, Afrodit sudan veya bir deniz kabuğundan çıkan genç bir kadın olarak resmedilir. Bunun nedeni de Mısır ile Yunan ülkesi arasında Akdeniz'in bulunuşu ve Afrodit'in deniz aşırı bir seyahat yapıp gelmiş olduğudur. Ayrıca Afrodit adını Afro-diti şeklinde ayırırsak Afrika kökenli bir tanrıça olduğu ortaya çıkar.[5]

    Akhenaten yine en sadık olduğunu düşündüğü rahibi tarafından zehirlenerek öldürülür. zaten onun ölümünden sonra çok kısa bir süre Smenkhare adlı gizemli biri krallık yapmış ve yine gizemli bir şekilde kaybolmuştur.[3]

    Akhenaton, yaklaşık 15 yıl tahtta kalmıştır. Ölümünün ardından kurduğu din çökmüştür. Akhenaton'un şehri yerle bir edilmiş ve lanetli firavun olarak anılmıştır.[2]

    Akhenaton Mısır'ın yerleşik tüm inanç ve tanrı sistemin yıkarak, tek tanrı Aton'u resmî tanrı yapmıştır. bu uygulama ile tam bir radikallik örneği sergileyen firavun ölümünden sonra tüm kaynaklardan çıkartılmış, hiyerogliflerden silinmiştir.[1]

    El-Amarna

    El Amarna Dönemi

    Burası yeni dinin yaşanacağı ve Teb'deki düşmanlardan uzak bir sığınak olarak tasarlanmıştı. Bu şehir, tarihteki ilk planlı yerleşimlerden biridir. Binalar, tapınaklar ve yollarıyla tamamen güneş tanrı Aton'a tapmak için tasarlanmıştır. Amarna'nın tamamlanmasına yakın Kral ve eşi Nefertiti, şehre yerleştiler. Bu arada Mısır büyük bir istikrarsızlığa düşmüştü. Bu dönemde sanatta da yenilikler olmuştur: firavun resimleri eskisi gibi tanrısal bir durağanlıkla değil, daha çok gerçekçi şekilde çiziliyordu. Bir bakıma sanatın dinden ayrılmasını Akhenaton başlatmıştır. Firavun geleneksel sahneler dışında, yemek yerken, karısını öperken, bir törene başkanlık ederken de çizilebiliyordu. Uzun boyunlu, göbekli resmedilen Firavunun resimleri oldukça ilginçtir. Uzun boyunlu beden yapısı, bu dönemdeki diğer eserlerde de sık sık kullanılmıştır.[2]

    Ön-Türk toplumlarının Asya'dan dünyanın dört bir yanına yayıldıklarını kanıtlayan birçok gösterge vardır. Onlar Tanrı'nın görüntüsü olarak kabul ettikleri güneşe özel bir değer verdiklerini biliyoruz. “Tolu” adı verdikleri bir kap ile yemin ettiklerini gördük. Bu yemin onların adil ve dürüst bir yönetici olacaklarına dair verdikleri bir söz idi. Toplumu yönetirlerken de çeşitli fırsatlarda törenler düzenlenir , kadeh kaldırılır ve tolu içilirdi. Ön-Türklerin bu geleneğini, kısa süre de olsa, kadim mısırda yeniden canlandırmak için uğraşmış bir firavundan söz etmek istiyorum. Babası tarafından kendisine verilen isim Tutmose IV olmasına rağmen tahta çıkar çıkmaz adını Akhenaton olarak değiştirdi. Yönetimi M.Ö. 1379 ile 1362 yılları arasında sadece 17 yıl sürmüştür. Fakat bu kısa süre içinde Mısır dininde büyük reformlar yapmıştır.

    Tahta çıkar çıkmaz çok tanrılı dini yasaklayıp tek tanrı dinini savundu ve güneş olarak görüntülenen tek tanrıya “Aton” adını verdi. Şu halde Akhenaton adını KHN-Aton olarak okuyabiliriz. Çünkü sadece sessiz harflerle yazılmış olduğunu biliyoruz. Fakat seslendirilişi doğru olmayabilir (Bkz. K harfinin gelişimi başlıklı yazım). KHN sessiz harfleri OKH-iN şeklinde seslendirilirse, Akhenaton adı OKH-iN-ATA-ON “On atadan inen Okh” şeklinde anlam kazanır. Bu isimde “in” sözü ile aynı sülaleden, nesilden inen kast edilmektedir. ingilizce “descendant” de “sülaleden gelen” anlamında kullanılır ve “descend” (inmek) sözü ile ilişkilidir. Dikkat ederseniz, kök sözcüklerin yerini değiştirmeden sadece tersten, sağdan sola, doğru okudum. Mısır ve halen Arap yazısı da aynen Ön-Türk yazısı gibi sağdan sola doğru yazılırdı.

    Resimde solda görülen kabartma Akhenaton dönemine aittir ve önde Akhenaton, arkada karısı kraliçe Nefertiti görülmektedir. Her ikisi de ellerinde tuttukları kadehleri güneşe doğru yükseltiyorlar. Güneşten inen ışınlar ise onları kutsarken sadece iki ışın, biri firavuna diğeri ise eşine birer Ankh (ON-OKH) indiriyor. Bu resimle ifade edilmek istenen şudur: Yönetici kral ve eşi tek tanrı olan güneşe saygı işareti olarak kadeh kaldırıyorlar. Güneş olan tanrı ON ise onları kutsuyor ve onlara birer ON-OKH indiriyor. Böylece yönetici ve eşi tanrısal özellikler kazanarak tanrı ON ile bütünleşmiş oluyorlar. Bu yorum ile Ankh işaretinin de güneş ile ilgili olduğunu şüphe zütürmez bir şekilde kanıtlamış oluyorum. Çünkü, güneşten kopmak üzere olan ayrı bir Onokh da çizilmiş olduğunu görmekteyiz. Akhenaton yeni olan tek tanrı dinini geliştirmek için Akhetaton, şehrini kurdu.Bu şehir daha sonraları tümüyle yerle bir edilip taşları dağıtılmıştır. Bugün sadece adı kalmış durumdadır. Nedeni ise o dönemde hala çok tanrılı din hüküm sürüyordu ve Okhinataon “tek tanrı” fikrini yaymak peşinde idi. Bu şehri kurduktan iki yıl sonra baş şehir olarak ilan etti ve ailesi ile birlikte oraya taşındı.

    Güneş dini tapınmaları Akhetaton'da açık havada ve güneş altında yapılmaya başlandı. Tanrı Aton veya ATA-ON öğretisinde bütün canlılara saygı ve doğa sevgisi öncelik taşıdı. Resimler ve kabartmalar daha yumuşak ve sevecen görüntüler yansıtmaya başladılar. Fakat, Akhenaton'dan sonra gelen firavun tekrar eski inanca, çok tanrılı dine geri döndüler. Böylece tek tanrı inancı kadim Mısır kültüründe sadece 17 yıl sürdü. Okhinataon'un eşi Nefertiti bir Nubia (Kuş) prensesi idi. Babasının adı AY idi. Bu isim de bir Ön-Türk kök sözcüğü olup, o dönemde bile dünyanın uydusu olan ay anldıbını taşıyordu. Nefertiti bir KUŞ prensesi olarak güneş kültünü zaten aileden biliyordu ve yeni Aton tanrının doğuşunda eşini etkilemiş dahi olabilir (Bkz. Kuş figürleri başlıklı yazım). Yönetici olabilmek için kadeh kaldırarak yemin etmenin bir Türk geleneği olduğunu biliyoruz. Resimde sağda görülen Türk heykelinde yönetici kişi sağ elinde kadeh (tolu) tutmaktadır. Başındaki başlığın şekline bakarsak ne derece Akhenaton'un başlığına benzediğini de görürüz. Zaten Akhenaton'un başlık şekli tüm güney Mısır firavunlarına ait olup kuzey Mısır başlığından farklıdır. [6]
    Tümünü Göster
    ···
  4. 379.
    0
    Aton Dini

    Mısır firavunları, çoğunlukla zorba, baskıcı, savaşçı ve acımasız kişilerdir. Bu firavunların ortak özellikleri, Mısır'ın çok tanrılı dinini benimsemeleri ve bu din sayesinde kendilerini tanrılaştırmalarıdır. Ancak mısır tarihinde bir tek firavun vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Bu firavun, tek bir yaratıcıya inanılması gerektiğini savunmuş ve bu yüzden özellikle çok tanrılı dinin ayrıcalıklarından faydalanan Amon rahipleri ve bunlara destek veren bazı askerler tarafından büyük baskıya maruz kalmış, sonunda da öldürülmüştür. Bu firavun, M.Ö. 14. yüzyılda basa geçmiş olan Akhenaton'dur. Akhenaton, M.Ö. 1375'te tahta çıktığında yüzyılların getirdiği bir tutuculuk ve gelenekçilik ile karsılaştı. Bu döneme dek toplum yapısı ve halkın kraliyet sarayı ile olan ilişkileri değişmeden gelmişti. toplum dış olaylara ve dinsel yeniliklere kesin olarak kapılarını kapalı tutuyordu. tutuculuk, yukarıda da açıkladığımız gibi, Mısır'ın doğal coğrafi koşullarından kaynaklanmaktaydı.[7]

    Birçok kişi, ilk tek Tanrılı dinin Musevilik olduğunu düşünür; ama bu doğru değildir. Musevilikten önce Mısır'da tek Tanrı inancı mevcuttu: Milattan önce 1353- 1335 yılları arasında Mısır'a hükmeden firavun Akhenaton, yeryüzündeki ilk tek Tanrılı dinin yaratıcısı olmuş ve Aton adını verdiği tek Tanrıyı benimseyerek Mısır'ın eski çok Tanrılı geleneğini reddetmiştir. Bununla da kalmayan IV. Amenotep, kendi inancını Mısır halkına da kabul ettirebilmek için büyük bir çaba içine girmiş ve Amon, Ra, Maat, Ptah, Horus, Anubis, isis, Osiris gibi eski Mısır Tanrılarına ve Tanrıçalarına adanan birçok tapınağı yıktırmıştır.

    Mısır'ın Amon rahiplerinin önderliğindeki çok Tanrılı inancına düşman olan IV.Amenotep, babası III. Amenotep'in ölümünden sonra Mısır firavunu oldu ve bu göreve gelir gelmez adını “Aton'a hizmet eden” anldıbına gelen Akhenaton olarak değiştirdi. Günümüzde de ilgili kral daha ziyade ikinci ismiyle tanınmaktadır.

    Akhenaton, çok Tanrılı dinden kopuşunun bir simgesi olarak başkenti Tanrı Amon'un kutsal kenti Teb'den Amarna adını verdiği başka bir kente taşıdı ve yeni başkentini Tanrısı Aton'a adanan tapınaklarla süsledi. Akhenaton'un inandığı tek Tanrı Aton, güneş Tanrısı olarak benimsenmişti ve bir güneş diskiyle simgeleniyordu.

    Ancak Akhenaton, kendi inancını halkına benimsetmekte başarısız olmuş olacak ki, firavunun ölümünün ardından Akhenaton'un Tanrısı unutuldu ve tekrar eski çok Tanrılı inanışa geri dönüldü. Sonuçta binlerce yıldır geçerli olan inanışları unutturmak kolay bir şey değildi. Ayrıca Mısır içinde çok güçlü bir konuma sahip olan Amon rahipleri de Akhenaton'un dinsel reformundan çok olumsuz bir biçimde etkilenmişler dinsel, ekonomik ve siyasi güçlerini kaybetmişlerdi. Bekleneceği üzere Amon rahipleri Akhenaton'un ölümünün yarattığı fırsatı kaçırmamışlar ve eski çok Tanrılı Mısır dinine geri dönüşü sağlamışlardır. O noktadan sonra Akhenaton, Mısır'da lanetli ve sapık firavun olarak adlandırılır olmuş, tek Tanrı Aton'a adanan tapınaklar ve Akhenaton'un başkenti Amarna tahrip edilerek unutulmaya terkedilmiştir.

    Keşfedilen hazinelerle dolu mezar odasıyla tanınan firavun Tutankamon, lanetli firavun Akhenaton'un oğludur ve babasının ölümünün ardından Tutankaton olan adını Tanrı Amon'un en tepede olduğu çok Tanrılı inanca geçişin bir simgesi olarak Tutankamon olarak değiştirmiş ve başkenti yeniden Teb şehrine taşımıştır.

    Bazı düşünürler Akhenaton'un tek Tanrı inancının Musevilik dinine ilham verdiğini önermişlerdir. Örneğin Sigmund Freud, “Musa ve Tektanrıcılık” isimli kitabında Hz Musa'nın tek Tanrı fikrini Akhenaton'un dininden etkilenerek ortaya attığını iddia eder. Hatta daha ileriye gidip Akhenaton'un Musa ile aynı kişi olduğunu ya da ilginç yüz yapısı ve çekik gözlerinden dolayı onun uzaylı olduğunu ortaya atanlar bile çıkmıştır.

    Akhenaton, Mısır tarihindeki aykırı özelliği ve ilk kez tek Tanrı inancını ortaya atan kişi olması nedeniyle insanların ilgisini ve merakını her daim üzerine çekmeye devam edecek gibi görünüyor.[8]

    Akhenaton, tahta geçişinin birinci yılında din alanında bir devrim yaparak Atenizm (bazen Atonizm) dinini kabul ettiğini ve tüm diğer Mısır tanrılarını reddederek (Ra, Maat, Hathor, isis, Nephthys, Set, ... ) tek tanrı olan güneş tanrısı Aton'a ibadet edilmesini bir kanunla halka duyurdu. Başlangıçta eski Mısır diniyle benzer gibi gözükse de, Atenizm tek tanrılı bir dine geçiş teşkil etmektedir. Aten bu noktada Ra-Amoun-Horus un bir karışımı olarak dikkat çekmektedir. Akhenaton'un yaşadığı dönemde Amon Rahipleri oldukça güçlüydüler. Firavun herhangi bir iş yapmadan rahiplere danışmak ve kehanetlerine başvurmak zorundaydı. Akhenaton bu etkiden kurtulmak ve kendi inançlarının da doğrultusunda eski Mısır dinini yasaklamış, Karnak tapınaklarını kapatıp Amon rahiplerinin görevine son vermiştir. Bu durum ülkede büyük bir kargaşaya sebep olmuştur. Ölümünden sonra dini terk edilmiştir. Akhenaton ve soyundan birçok kimsenin isimleri tapınak duvarlarından silinmiştir. Bu dönemle ilgili birçok konu hala araştırılmaktadır. Son veriler ışığında Akhenaton konusunda şunlar da bilinmelidir; Musa, Tevrat'ta sürekli sözü edilen II. Ramses (d. M.Ö. 1302 – ö. M.Ö. 1213) ile dönemdaştı ve zaten bilinen en eski tek tanrılı semitik din de Yahudilik'ti; Oysa daha önce yaşamış olan Akhenaton, aşağı yukarı aynı bölgedeki daha eski tek Tanrılı dini benimsemiş, savunmuş ve dönemdaşı olan kendi rahipleri (Ay) tarafından da alelacele yok edilmiş, savunduğu din de örtbas edilmiştir. Musa döneminden de önce bulunan Akhenaton'un araştırmalar ve verilere göre bir peygamber olma ihtimali çok yüksektir.[2]

    XVIII. sülalenin onuncu kralı olan Amenotep IV tek tanrı Aten'e inanmaya başladı ve adını "Aton'a hizmet eden" anldıbına gelen Akhenaton olarak, karısı Nefertiti'nin adını da "Güzel Aten'in güzelliğidir" anldıbına gelen Nefer-Nefru-Aten olarak değiştirdi. Kral ve kraliçe Teb'i terk ettiler ve Amarna adlı yeni bir kent kurdular. Daha sonra Amon'un heykellerini ve tapınaklarını yıktırmaya başladı. Fakat bu; Teb, Memfis ve Heliopolis rahiplerinin hiç hoşuna gitmemişti. Bu rahipler, eski çok tanrılı dini tekrar kabul etti ve böylece Aten dini Mısır'dan kalktı. Akhenaton, bu dini reformu başaramamıştı. Buna rağmen Akhenaton, dünyanın ilk tek tanrılı dine inanan insanı olarak anılır. [9]

    Farklı bir Tarih araştırmacısı, Musa'nın Mısır'da sahip olduğu yüksek pozisyon düşünülürse o döneme ait kayıtlar ki- oldukça fazladır – ondan hiç söz edilmez. Sebebi ise Musa ve Mısırlı Firavun Akhenaton, resmi adıyla IV. Amenotep, aynı kişidir. Bu yeni bir düşünce değil; tüm antik bilgi taşıyıcılarının savunduğu düşüncedir. (Bu görüş, sadece rivâyetlerden birisidir. Çünkü çoğu tarihi kaynaklarda Hz. Musa, kendisinden 400 sene sonra gelmiştir.)

    Akhenaton'un Mısır'ı terk etmesiyle taraftarları onu tahtın haklı sahibi olarak inanmaktadırlar ve ona "vâris" anldıbına gelen Mose, Moses ya da Mosis dedikleri bilinir. Dolayısıyla Musa / Moses bir isim değil unvandır.

    Musa / Akhenaton teorisini destekleyen diğer bir teori, mısırdan çıkışta ve daha sonrasında ona yakınlığı ile bilinen Meryem adlı kadındır.[4]
    Tümünü Göster
    ···
  5. 380.
    0
    Güneş Tanrısı Ra

    Ra tasviri

    Ra, Mısır mitolojisinde Güneş Tanrısı'dır. Kutsal merkezi, Heliopolis'tir. Genellikle, başında bir disk bulunan şahin kafalı insan biçiminde canlandırılmıştır. Eski Tanrı Atum'la bir tutularak; IV. sülale döneminde devlet tanrısı olmuştur.

    Kefren'den başlayarak firavunlar, onun soyundan geldiklerini ilan etmişlerdir.

    Ra, daha sonra Horus'u da kapsamış ve Ra-Horakhty (ya da Ra-Horus) ismini almıştır.

    Güneş, Ra'nın sembolüdür. Tüm vücudunu ya da gözünü temsil eder. Ra'nın sembolleri, güneş sembolleridir, Phoenix'e benzer bir özelliği vardır; her sabah ateşlerin içinden tekrar doğar. E.A. Wallis Budge'ye göre; Ra, Mısır'ın tek tanrısı (monoteizm) idi. Diğer tüm tanrılar ve tanrıçalar; Ra'nın parçalarını oluşturuyordu.

    Ra'nın Tanrılığı

    Ra, Sekizinci saltanatta (M.Ö. 2400); ulusal bir tanrılığa ulaştı ve daha sonra Amon ile birleşip Amon-Ra'yı oluşturdu. Amon-Ra, en güçlü tanrıydı ve Mısır'ı bir teokrasi'ye çevirdi. Sonraki zamanlarda; yeryüzü tanrısı Atum, Güneş'i batıran tanrı olduğuna inanıldığı için; Ra'nın güneş battıktan sonraki haliydi. Khepri; güneşi gökyüzünde hareket ettiren tanrı; zamanla Ra'nın bir parçası oldu; Ra'yı doğan güneş kıldı.

    Amon-Ra'nın kimliği, Yunan ve Roma Mitolojilerinde Jüpiter ile birleşmiş; Zeus'un şehri Diospolis; Thebes'a adanmıştı. M.Ö. 14'üncü yüzyıla kadar aynı şekilde varolan Ra; Akhenaten zamanında Aten tek tanrısına inanış geçtiğinde tek tanrılığını yitirdi.

    Ancak; Ra her zaman tek tanrı olarak görülüyordu. Ra'ya ilâhi (M.Ö. 1370), panteizm doğasında; Ra'nın gelen çoktanrıcılıkla olan savaşını anlatıyordu. içinde birçok tanrı'nın ayrı bir tanrı olarak değil de; Ra'nın bir parçası olarak varolduğunu anlatıyordu. Örneğin;

    "Şükürler olsun o Ra'ya; Gücü yaratan, Ament'in alışkanlıklarının içine giren; bakın Temu'nun vücuduna."
    "Şükürler olsun o Ra'ya. Gücü yaratan, Anubis'in gizli yerlerine giren, bakın Khepera'nın vücuduna."
    ···
  6. 381.
    0
    Güneş Saltanat Kayığı

    Ra, her gece Duat (öbür dünya)'a geçmek için; bir saltanat kayığı ile yolculuğa çıkardı. Sabahları, Atet; öğleden sonraları da, Sektet eşlik ederdi. Maat, kaos antitezinde; kayığın gideceği yolu belirlerdi.

    Ay'ın sembolü Thoth eşlik eder; Horus'un yanında geceleri beklerdi.

    Bir çok diğer tanrı, bu kayıkla beraber eşlik etmiştir Mehen'in yardımcılığında. Mehen kayığı; karanlık canavarlardan korurdu. ilk Mitoloji'de; Set kayığı koruyordu ve Apep saldırıyordu. Ancak daha sonraki mitolojilerde; Set, şeytan olarak görüldü ve Thoth, Set şeytanına karşı kayığı koruyordu. Güneş tutulmalarını da; kayığın korunamaması yüzünden olduğuna inanılırdı.

    Ra'yı Güneş tanrısı olarak kabul edenler için; Mısır'da; Tanrı yaşam ve ışıktı. En iyi şekilde Güneş tarafından temsil edilebiliyordu; çünkü Dünya'yı istiyordu ve fotosentez sayesinde enerji veriyordu. Güneş bu noktada; insanların Ra'yı anlaması için bir metafordur.

    Hathor ve Ra

    Tanrıça Hathor ve Ra, bir zamanlar kavga ederler, ve Hathor Mısır'ı terk eder. Ra, hemen O'nu özlediğini anlar; ama Hathor, dişi bir aslan'a dönüşmüştür ve kendisine yaklaşan her insan ve tanrıyı yok eder. Bu, Hathor-Sekhmet tanrıçalarının da özelliğini belirler. Daha sonrasında; Thoth; Hathor'a bir şişe iksir hazırlar ve sonra tekrardan Hathor'a dönüşür.

    Popüler kültürde Ra

    1. Norveçli kaşif ve antropolojist Thor Heyerdahl; Ra ve Ra II isimli iki saltanat kayığı yaparak; eski Mısırlıların Amerika'ya gidebileceğini ispatladı. 17 Mayıs 1970 tarihinde; Heyerdahl, Fas'tan yola çıkarak; Atlantik Okyanusu'nu geçti ve Orta Amerika'ya vardı.
    2. Jazz sanatçısı, Sun Ra, ismini Ra'dan almaktadır.
    3. Iron Maiden'in 1984 yılındaki albümü Powerslave'de Ra'nın gözü albüm kapağında gözükmektedir, ve aynı isimde bir şarkısı da mevcuttur.
    4. Utupia 1977 yılında RA isimli albüm yapmıştır.
    5. Angel isimli televizyon dizisinde; 4'üncü sezonda Ra-Tet isimli şeytani bir grup Ra'dan esinlenmiştir.
    6. 1994 yılında gösterilen Stargate; Ra'yı Dünya'ya uğramış bir uzaylı olarak göstermektedir. (Akabinde Stargate SG-1 isimli televizyon dizisi de başlamıştır)
    7. Yu-Gi-Oh! tarafından; Mısır tanrıları oyun kartlarında bulunmaktadır.
    8. Ra Age of Mythology isimli oyunda da bulunmaktadır.
    9. NBA oyuncusu Rasheed Wallace, vücudunda Ra dövmesi bulunur.
    10. Las Vegas'taki Luxor isimli otelde; Ra isimli bir gece kulübü vardır.

    Bir Dipnot

    Ra'nın kökeninin her ne kadar kayıp Mu Kıtasına dayandığı yönünde bilgiler varsa da, şimdilik Mısır Güneş Tanrısı olduğu kabul ediliyor.

    ... "Ra" sözcüğü güneş anldıbına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifâde edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır.
    Tümünü Göster
    ···
  7. 382.
    0
    Rezerve
    ···
  8. 383.
    0
    Nick6 girdim pampa
    ···
  9. 384.
    0
    Bilinmiyosa sen nerden biliyon lan bin
    ···
  10. 385.
    0
    Eski Mısır Bilginleri, Nükleer Enerjiyi Biliyorlar Mıydı?

    Dünyanın en büyük harikaları olan piramitler ve piramitlerin içinden çıkan eserler, elbette çok yüksek bir medeniyetin belgeleridir. Fakat mumyaların onları rahatsız edenlerden intikam almaları nasıl izah edilecek? O yüksek medeniyet, mumyalara intikam alma gücünü nasıl verdi? Bu soruya Oakbridge Atom Dairesi profesörlerinden Louis Bulganin cevap verdi ve bu cevap, bilim dünyasında çok geniş yankılar uyandırdı. Atom uzmanı Profesör Louis Bulganin, şöyle diyor;

    «Firavunlar devrinin bilginleri, nükleer enerjiyi biliyorlardı. Tutankhamon'un mezarı, atomla korunuyordu. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanmış bulunuyorum ki, piramitleri açanların, mumyaya dokunanların hepsi, bir atom tuzağına düşmüş bulunuyorlar. Mısırlı rahipler, uranyum tozunu piramidin içine serpiştirmiş ya da tabutların üzerine gizli bir usulle koyabilmişler. Böylece binlerce yıl sonra bile, firavunu rahatsız etmek isteyenlere kurtulamayacakları bir tuzak kurmuşlardır.»

    Profesörün bu açıklamasından sonra bilim adamları, mumyaların sırrını çözebilmek için konuyu bu açıdan ele aldılar ve daha ilk aşamada öteden beri kendi kendilerine sordukları bir sorunun da cevabını bulmuş oldular: Eski Mısırlıların aydınlatma aracı, neydi? Işığı nereden ve nasıl elde ediyorlardı?

    Piramitlerin Karanlık odalarının duvarlarında tavan ve tabanlarında öyle büyük ustalıkla ve incelikle yapılmış şekiller, renkler vardı ki, bunları yapmak, ancak gündüz gibi ışık veren bir lamba sayesinde mümkün olabilirdi. Bunlar, dışarıdan yapılıp içeriye sokulabilecek şeyler değildi. Demek ki karanlık odayı gündüz gibi aydınlatan bir enerjiye sahiptiler. Elektrik olmadığına göre, aydınlatma aracı olarak nükleer enerjiyi kullanmış olabilirler. Çünkü başka hiçbir yakıt, bu kadar ışık veremez.


    Öldürüyor; Ama Şifa Da Veriyorlar

    Mumyanın kendine dokunan meraklıları ölüme sürüklemesi, nasıl herkesi hayrete düşürüyorsa; ağır yaralıları, yanıkları, veremli olanları iyileştirmeleri de günümüz bilim adamlarını öylesine şaşkına çeviriyor. Gerçekten de mumyaların "öldürücü" oluşları yanında "şifa verici" özellikleri de var. Bunlar, abartılı söylentiler değil; bilim adamlarının ciddiyetle üzerinde durdukları konulardır.

    Tarih okumayı sevenler bilir: Eski Romalılar, zehirlemek istedikleri kimselerin yemeklerine mumyadan bir parçayı ufaltıp atarlardı. Bunu yiyenler, eğer ölürse günahkâr, ölmezse suçsuz sayılırdı.

    Prof. William O'Connel'in söylediklerine göre, mumyaların sargılarında bugünkü penisiline benzeyen kimyevî bir madde vardır. Şifayı veren bu olabilir. Ortaçağ'dan itibaren mumya parçaları, hastalara eritilerek şurup gibi verilmeye, mumyalı su ile banyo yapılmaya başlandı. Bu şekilde birçok hastalığın tedavi edilebileceği biliniyor. O zamandan kalma görenek olarak bugün bile mumya tozları, şifa veren ilaçlar gibi kullanılmaktadır. Bir hayli rağbet gördüğü için Mısır, mumya tozu yetiştiremez duruma düşmüş bulunuyor.

    Sonuç olarak; mumyalar, kendilerini rahatsız edenlerden intikam alsın ya da almasın; mumya tozları, hastalıkları iyileştirsin ya da iyileştirmesin; piramitler, piramitlerde bulunan heykellere kadar bir sanat, teknik ve tıp harikası sayılmaktadırlar.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  11. 386.
    0
    Eski Mısır Bilginleri, Nükleer Enerjiyi Biliyorlar Mıydı?

    Dünyanın en büyük harikaları olan piramitler ve piramitlerin içinden çıkan eserler, elbette çok yüksek bir medeniyetin belgeleridir. Fakat mumyaların onları rahatsız edenlerden intikam almaları nasıl izah edilecek? O yüksek medeniyet, mumyalara intikam alma gücünü nasıl verdi? Bu soruya Oakbridge Atom Dairesi profesörlerinden Louis Bulganin cevap verdi ve bu cevap, bilim dünyasında çok geniş yankılar uyandırdı. Atom uzmanı Profesör Louis Bulganin, şöyle diyor;

    «Firavunlar devrinin bilginleri, nükleer enerjiyi biliyorlardı. Tutankhamon'un mezarı, atomla korunuyordu. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanmış bulunuyorum ki, piramitleri açanların, mumyaya dokunanların hepsi, bir atom tuzağına düşmüş bulunuyorlar. Mısırlı rahipler, uranyum tozunu piramidin içine serpiştirmiş ya da tabutların üzerine gizli bir usulle koyabilmişler. Böylece binlerce yıl sonra bile, firavunu rahatsız etmek isteyenlere kurtulamayacakları bir tuzak kurmuşlardır.»

    Profesörün bu açıklamasından sonra bilim adamları, mumyaların sırrını çözebilmek için konuyu bu açıdan ele aldılar ve daha ilk aşamada öteden beri kendi kendilerine sordukları bir sorunun da cevabını bulmuş oldular: Eski Mısırlıların aydınlatma aracı, neydi? Işığı nereden ve nasıl elde ediyorlardı?

    Piramitlerin Karanlık odalarının duvarlarında tavan ve tabanlarında öyle büyük ustalıkla ve incelikle yapılmış şekiller, renkler vardı ki, bunları yapmak, ancak gündüz gibi ışık veren bir lamba sayesinde mümkün olabilirdi. Bunlar, dışarıdan yapılıp içeriye sokulabilecek şeyler değildi. Demek ki karanlık odayı gündüz gibi aydınlatan bir enerjiye sahiptiler. Elektrik olmadığına göre, aydınlatma aracı olarak nükleer enerjiyi kullanmış olabilirler. Çünkü başka hiçbir yakıt, bu kadar ışık veremez.


    Öldürüyor; Ama Şifa Da Veriyorlar

    Mumyanın kendine dokunan meraklıları ölüme sürüklemesi, nasıl herkesi hayrete düşürüyorsa; ağır yaralıları, yanıkları, veremli olanları iyileştirmeleri de günümüz bilim adamlarını öylesine şaşkına çeviriyor. Gerçekten de mumyaların "öldürücü" oluşları yanında "şifa verici" özellikleri de var. Bunlar, abartılı söylentiler değil; bilim adamlarının ciddiyetle üzerinde durdukları konulardır.

    Tarih okumayı sevenler bilir: Eski Romalılar, zehirlemek istedikleri kimselerin yemeklerine mumyadan bir parçayı ufaltıp atarlardı. Bunu yiyenler, eğer ölürse günahkâr, ölmezse suçsuz sayılırdı.

    Prof. William O'Connel'in söylediklerine göre, mumyaların sargılarında bugünkü penisiline benzeyen kimyevî bir madde vardır. Şifayı veren bu olabilir. Ortaçağ'dan itibaren mumya parçaları, hastalara eritilerek şurup gibi verilmeye, mumyalı su ile banyo yapılmaya başlandı. Bu şekilde birçok hastalığın tedavi edilebileceği biliniyor. O zamandan kalma görenek olarak bugün bile mumya tozları, şifa veren ilaçlar gibi kullanılmaktadır. Bir hayli rağbet gördüğü için Mısır, mumya tozu yetiştiremez duruma düşmüş bulunuyor.

    Sonuç olarak; mumyalar, kendilerini rahatsız edenlerden intikam alsın ya da almasın; mumya tozları, hastalıkları iyileştirsin ya da iyileştirmesin; piramitler, piramitlerde bulunan heykellere kadar bir sanat, teknik ve tıp harikası sayılmaktadırlar.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  12. 387.
    0
    Ara not: “Kâ”, bir kişinin fizikî beden olarak doğan; fakat aynı zamanda ruhsal bir varlık olarak ölümü kendinde taşıyan bir insanın yaşam gücüdür. Bir Mısırolog, bu “Hayâlî Ada”nın gerçekten var olmuş olabileceğini öne sürmüştür. Bununla birlikte “Kâ”, ekmek, bira testileri, tütsü, keten eşyâlar ve hayvanlar gibi cansız tasvirlere gerçeklik kazandırabilen büyülü bir güç olduğu için, “Büyülü Ada”, muhtemelen yılanın kastettiği şeydir.

    Yılan, daha sonra, gemicinin arkadaşları gelip onu kurtarana dek adada 4 ay kalabileceğini, böylece evine dönüp kendi şehrinde öleceğini söyler. Çünkü cenâze törenlerinin doğru usullerle gerçekleştirildiği tek yer olmasından dolayı Mısır’da gömülmek oldukça önemlidir. Yılan, ayrıca denizcinin durumlar düzeldikten sonra sıkıntıdan kurtulup yaşadığı felaketin telafi olacağını belirtir.

    Ardından gemicinin yaşadıkları çerçevesinde yılan, kendi hikâyesini anlatır ve gemicinin kederini dağıtır. Hikâye anlatıcılarının yaklaşık 4000 yıl önce kullanmaya başladığı hikâye içinde hikâye anlatma yöntemi, Prenses Şehrazâd’ın “Binbir Gece Masalları”ndaki uydurma hikâyelerinin pek çoğuna temel oluşturur. Yılanın anlattığı hikâyeye göre, Büyülü Ada’da aslında 75 tane yılan bulunurmuş. Bir gece, diğer yılanların hepsi, düşen bir yıldızla ölmüş ve bu olay üzerine yılan, yıkılmış; fakat kısa sürede tekrar kendini toparlamıştır.

    Yılan, gemiciye aile yaşdıbının güzelliğinden bahseder. Bu hikâyeyi büyük bir dikkatle dinleyen denizci, yılanın kendisi gibi yabancılara çok cömert olduğunu söyler ve Mısır’a döndüğünde adaya kokulu yağlar ve mür göndereceğini belirtir. Bunun üzerine yılan, kahkahalar içinde adada gemicinin tahmininden daha değerli şeylerin bulunduğunu ifade eder. Kendisini Mısır’ın tütsü, çeşitli mal ve ürünler sağladığı Atbara Nehri civarındaki Ekvatoral bölge olan Punt’un Prensi olarak adlandırır. Üstelik gemici adayı terk ederse, Kızıldeniz’in dalgaları arasında kaybolacaktır.

    Eski Mısır, zürafa, maymun
    4 ay sonra, gemicinin arkadaşları bir gemiyle adaya doğru yaklaşır ve gemici, bir ağacın üzerinden onlara seslenir. Cömert yılan, gemiciyi mür, yağ, kokulu merhem, göz boyası, zürafa kuyruğu, fildişi, tazı, maymun ve babunlardan oluşan oldukça değerli hediyelerle birlikte gemiye ulaştırır. Teb’in Batı Kıyısı’nda, Kraliçe Hatşepsut’un Deyrü’l-Bahri’deki mezarının ve Vezir Rekmire’nin mezarının duvarlarına baktığınızda, bu tür ürünlerin Mısır’a güney ülkelerinden geldiğini anlayabilirsiniz. 2 ay sonra Kızıldeniz’den Nil Nehri’ne geçen denizci, kraliyet sarayına ulaşmış ve getirdiği malları teslim etmiştir. Firavun, denizciyi kölelerle ödüllendirmiş ve saray görevlisi olarak atamıştır.

    Temsilcinin üzücü başarısızlığının aksine gemicinin başarısındaki ironi, küçük düşürücüdür. Temsilci, kendi umutsuz durumu ile “Sabah kesilecek kaza, kuşluk vakti su vermenin anlamı yoktur.” sözü arasında bir benzetme yapar. Firavunun önüne çıkmadan önce neşelenmesi mümkün değildir. Hikâye, amacına ulaştığını belirtmek üzere şu sözlerle biter:

    “Hikâyenin başından sonuna vardık. Usta yazıcı Imeny’in oğlu Imen-aa, çok yaşa, varlık içinde yaşa, sağlık içinde yaşa!”
    Tümünü Göster
    ···
  13. 388.
    0
    Mısır'da şimdiye kadar bulunan papirüslerin en eskisi, veteriner hekimliğe ait olan Kahun Papirüsüdür.[1] Kahun papirüsleri, M.Ö. 1900 yılından kalmadır.[2] Jinekoloji, veterinerlik ve matematik konularını kapsar.[3][4][5] 1889 yılında Lahun'un Fayyum bölgesinde [2] Prof. Dr. William [6] Flinders Petrie tarafından keşfedilmiş [2] ve Grifth tarafından tercüme edilmiştir. Burada kullanılan hiyeroglif dini yazılara özgü şekilde soldan sağa yazıldığına bakılırsa veteriner hekimliği mesleği o çağda önemli bir statüde bulunuyordu. Çok harap ve çok ekgib olan bu papirüsün dilinin de çok eski olmasından tercümesi güç olmuştur.[1]

    Papirüsün sağ tarafında Amenemhat III krallığının 29. yılını (M.Ö.1825) gösteren bir tarih düşülmüştür. 1898 yılında Griffith tarafından transkripsiyonu ve çevirisi yapılmıştır. Papirüs, şimdi Londra Üniversitesi (London University College)'nde korunmaktadır.[2]

    Tıbbi uygulamalara örnek olabilecek en eski kaynaklardan biri olan Kahun Papirüsleri, bir hastalığın iyileştirilmesinde "büyülü sözlerin söylenmesi, tekrarlanması" gibi aktivitelerin olduğu konusunda bilgiler içermektedir.[7]

    Papirüs, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, kadın hastalıkları, gebelik ve doğacak çocuğun cinsiyetini anlamaya yönelik bilgiler içermektedir. ikinci bölüm ise veteriner hekimlik üzerinedir.[2]

    Tıp

    Tıp, insanla varolan bir meslektir. Tarihin her evresinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan hekimlerin davranış biçimleri de meslekleri kadar önemli olmuştur. Hekimlerin mesleki uygulamalarında uyması gereken sosyal ve hukuki kuralları içeren ilk düzenlemeler bundan 5000 yıl önce Eski Mısır'daki Hamurabi yasalarında bulunmaktadır. Bu düzenlemelerde hekimlerin alacağı ücretlerden ve hatalı uygulamalarında kendisine verilecek cezalardan bahsedilmektedir. Tıbbi etikten çok tıp hukuku ve tıbbi deontoloji ile ilgili de olsa da önemli bir belge sayılmaktadır. Bundan başka Eski Mısır'dan kalan Ebers Papirüsü, Edwin Smith Papirüsü, Berlin Papirüsü ve Kahun Papirüsü, tıp tarihinde kayda değer yeri olan eserlerdir. Ancak bu papirüslerde tedavi, ilaç yapımı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Hayatlarında metafiziğe ve mistisizme yer veren Çin ve Hindistan'daki eserlerde ise tıp etiğinin izlerine rastlamak mümkündür.[8][9]

    Mısır'da adı bilinen ilk büyük hekim, imhotep'tir. Milattan önce 3000'li yılların sonlarında yaşamıştır. Firavun Zoser'in veziri olup aynı zamanda fizikçi, mimar ve astronomdu. Bazı büyük piramitlerin de mimarıdır ve daha sonra tanrılaştırılarak tıbbın tanrısı sayılmıştır. Mısır tıbbının bir başka önemli kişisi iris'tir. M.Ö. 2500'lü yıllarda yaşamış, sarayın başhekimliğini yapmış; göz, mide ve bağırsak hastalıkları konusunda ünlenmiştir. Bugüne kadar Mısır tıbbı ile ilgili 8-10 adet papirüs bulunmuştur. Kahun, Gardiner, Smith ve Ebers en önemlileri olup M.Ö. 1600 yıllarında Mısır'ın askeri ve siyasal açıdan en güçlü olduğu çağda yazılmışlardır.[10]

    London University College'da korunan Kahun Papirüsü, 1889'da William Flinders Petrie tarafından [6] Fayyum'da [11] bulunmuştur. III. Amenemhat Dönemi'ne aittir. Oldukça parçalanmış olan papirüs, daha çok jinekoloji ile ilgilidir ve birçok paragraftan meydana gelir. Örneğin 19. paragrafta, doğum yapmaya müsait kadınların nasıl tespit edileceği; 20. paragrafta gebe kalınması için yapılan tütsüler; 20. ve 22. paragraflarda ise doğum kontrolü yöntemleri anlatılmıştır. Gebeliği önlemek için, timsah gübresi, 45 ml. bal ve ekşi sütten meydana gelen bir karışım önerilmektedir. Üçüncü bölüm (26.-32. paragraflar) gebelik testi hakkındadır. Bu testlerden birinde, bir soğanın başı hastanın vajinasına yerleştirilir ve bir süre bekletilir. Ardından, hastanın soğanda algıladığı kokunun tarifine göre hamile olup olmadığı anlaşılır. Son bölümde, mesane ile vajina arasında meydana gelmiş bir fistül ve bel gevşekliği ile ilgili bilgiler verilmektedir.[6]

    Jinekolojik bölüm, 34 paragrafa bölünmüştür. 1.-17. paragrafta semptomların kısa başlıkları ve bunu takip eden kısa tanımlamalar mevcuttur. Genellikle üreme organları ile ilgili bilgi verilmiştir.

    ikinci bölümde 19. paragraf doğumla ilgilidir. 20. paragrafta tütsüleme ile hamile kalınabileceği belirtilmiştir. 20.-22. paragraflar, doğum kontrolü ile ilgilidir. Doğum kontrol yöntemi; timsah dışkısı, 45 cc bal ve ekşimiş süt karışımdan ibaret olarak reçete tarif edilmiştir.

    Üçüncü bölümde hamilelikle ilgili testler vardır. Dördüncü ve beşinci bölümlerde daha önceki kategorilerde bahsedilmeyen hamilelikte diş ağrılarının tedavisini anlatan reçeteler mevcuttur.

    ikinci kısımda idrar inkontinansı ile birlikte mesane ve vagina arasındaki fistüllerden bahsedilmiştir.[2]
    Tümünü Göster
    ···
  14. 389.
    0
    Bilinmiyosa sen nerden biliyosun
    ···
  15. 390.
    0
    Veterinerlik

    En eski medeniyetlerden biri olan Mısır'da tabâbete (hekimliğe) ait çok es vegibalar ele geçmektedir. Şimdiye, kadar bulunmuş olan papirüslerin en eskisi, Kahun papirüsü (M.Ö. 1900), veteriner tababete aittir. Burada "Kurt yuvası" ismi altında, muhtemelen köpeklerin paraziter b hastalığından bahsedilmektedir. 1910 ve 1921 yıllarında Ruffer tarafından M.Ö. 1250 - 1000 arasında, yirminci firavun sülalesine ait iki mumyanın böbreklerinde Schistosoma heamatobium yumurtalarının keşfi, bu hastalığın eski Mısırda mevcut olduğunu göstermiştir. Bu hastalığın karakteristik semptomu olan hematüri, halihazırda bilinen papirüslerde elli defa zikredildiğine nazaran enfeksiyonun bu memlekette sık sık görüldüğü anlaşılmaktadır. A-a-a hastalığı ve papirüste bununla ilgili olduğu bildirilen kurdun Schistosomiasis'e atfedilmesine rağmen Mısırlılar'ın hastalığı yapan parazitleri görememiş olmaları da muhtemeldir.[12][13]

    ilk çağlardan beri, sığır vebasının varlığı kabul edilmektedir. Eski tarihçiler sık sık sığırlarda seyreden müthiş kırgınlardan bahsederler. Bunların çoğunun sığır vebası olması pek az şüphe zütürmektedir. Hayvan hekimliğine ait en eski belge hatta şimdiye kadar ele geçen papirüslerin en erken yazılanı olan Kahun Papirüsü (M. Ö. 1900)'nde rastlanan bir sığır hastalığının sığır vebası olduğunu tanınmış veteriner tarihçisi Smith [14] ileri sürmektedir. Buna göre zamanımızdan 4000 yıl kadar önce de sığırlar bu salgınla ölmektedirler.[15]

    Veteriner hekimliği ile ilgili en eski belgelerden olan Kahun Papirüsü'nde, Göz hastalıkları ve ilgili konular da yer almıştır.[21][16] Bu papirüste, bir boğada gözlerde akıntı görüldüğünde hayvan için dua edilmesi; gözlerin su kabağı ya da kavun ve karpuzla ovulmasının yanı sıra tütsü uygulanması önerildikten sonra gözler eğer aralanmış ise sıcak ketenle bandaj uygulaması salık verilmiştir.[16][17][18]

    Matematik

    Eski Mısır matematiği hakkında edinilebilen temel bilgileri Rhind ve Moskova papirüsleriyle ancak birer parçası zamanımıza kadar intikal edebilmiş olan Kahun ve Berlin papirüslerine borçluyuz.[19] Kaynaklar, XII. sülale zamanından (M.Ö. 2000-1787) kalma, bir takım aritmetik problemlerini açıklayan papirüsler ele geçtiğini, bunların bugün, Kahun, Moskova, Berlin ve Rhind papirüsleri diye adlandırıldığını belirtir.[20] Bunlar sayesinde Grek tesirinin nüfuzundan evvelki devre ait Mısır matematiğinin esasları hakkında oldukça. toplu ve homogen bir fikir edinmek kabil olmaktadır. ihtiva ettikleri bilgi ve takip ettikleri metot, hattâ ifade bakımından bu muhtelif eserler arasında tespit edilen benzerlik ve uygunluk, bahis mevzuumuz olan matematik bilgisinin artık teessüs etmiş, tamamiyle muayyen ve ahenktar bir bütün teşkil ettiğini göstermektedir.

    Bundan başka, Mısırlılar, Kahun papirüsünde 3 ve 4 sayılarının karelerinin 5'in karesine eşit olduğunu da bulmuşlardı ve bu özeliği geometri şekillerine tatbik ediyorlardı. Fakat meşhur Pisagor teoremini ne amprik olarak, ne de rasyonel bir surette ispat edebildiklerini gösteren hiç bir vegibaya rastlanmamıştır. Hattâ, bunu sadece aritmetik bir özelik olarak keşif ve tespit ettiklerini, bu hususta hiç bir geometrik esasa varmamış bulunduklarını da söyleyebiliriz.[19]
    Tümünü Göster
    ···
  16. 391.
    0
    Eski Mısır'ın Senet Oyunu Satrancın Bilinen ilk Atası Mı?

    Satranç Tarihi üzerine yazılan yazıları internette incelemek için Google'de, ‘satranç tarihi' yazdığımızda, Türkçe olarak karşımıza çıkan indexlenmiş sitelerde, hep şu bilgi yer almakta; ‘Satrancın, zamanımızdan en az 4000 yıl önce Mısır'da oynandığına dair bulgular piramitlerdeki kabartmalarda bulunmaktadır'. Bu bulgular nelerdir? Bu bulgular da yer alanlar, gerçekten satranç oyununun ilk Mısır'da oynandığının kanıtları mıdır? Bu ve benzeri sorularla konuyu internette, özellikle yabancı kaynaklarda araştırmaya başladım ve Mısır ‘da oynanan oyunun aslında Satranç oyunundan çok farklı olan, Senet Oyunu olduğunu öğrendim. Bizim sitelerimizde ise bu konuyla ilgili bilgiyi, maalesef sadece bir sitede bulabildim. Kısaca Senet oyununu sizlere anlatmadan önce, bu oyunun oynandığı dönem olarak bilinen, Firavun IV.Amenhotep zamanı ve özellikle eşi Kraliçe Nefertiti ile ilgili bilgileri size aktarmak istiyorum. Çünkü Eski Mısır tarihi incelenirken, Senet oyunu ile ilgili duvar resimleri ve senet oyun tahtası, özellikle onun yaşadığı döneme aittir.

    Kraliçe Nefertiti

    Mısır Firavunu IV. Amenhotep'in (sonradan Akhenaton M.Ö.1353-1334) eşi, Firavun Tutankhamun'un kaynanasıdır. Adı "güzelik geliyor" anlamındadır. Nefertiti, yaşadığı dönemin en güçlü kadınlarından biriydi. Özellkle de Mısır'da. Çünkü Nefertiti kocası Akhenathonla aynı düzeyde bulunuyordu. Hatta firavunun uygulaması gereken cezaları, ya da yapması gereken işleri yapabilme yetkisi vardı. Bu durumdan halk ve din adamları hiç memnun değildi, çünkü bu Mısır'da alışkın olunan bir uygulama değildi. Tahtta çok uzun süre kalamadıklarından dolayı bu memnuniyetsizlik uzun sürmedi. Nefertiti'nin 6 kız çocuğu olduğu bilinmektedir ve bu durumda taht varisinin olmaması büyük bir sıkıntı olmuştur. IV.Amenhotep'in, ya Nefertiti'nin kızlarından ya da başka birinden oğlu olmuştur, o da Mısır'ın küçük kralı Tuthankamon'dur (3). Akhenaton, saraya yayılan salgın bir hastalıktan öldüğü için, Tuthankamon küçük yaşta kral olmuştur. Mısır Kralları aile içinden evlendiklerinden, küçük kral da Nefertiti'nin kızıyla evlenmiştir. Nefertiti de bir süre tahtta kalmış ve yaşama veda etmiştir. Kendisi ile ilgili araştırmalar hala devam etmektedir. (1)
    ···
  17. 392.
    0
    Dünya' da bilinen en eski oyun olduğu düşünülmektedir. M.Ö 5000 yıllardan beri oynandığı belirtildiği gibi günümüze kalan eserler III. Amenhotep, Kraliçe Nefertiti ve Kral Tuthankamon zamanına aittir.Bu oyun iki kişi ile oynanmaktadır ynamak için, 5 makara ve 5 koniden oluşan, 10 parçalık oyun taşlarına ve 4 sayma çubuğuna (bir yüzü sade, bir yüzü dekore edilmiş) ihtiyac vardır. Aşağıdaki resimlerde Senet Oyunu tahtası ve taşları görülmektedir. (2)

    Mısır'ın En Küçük Kralı Tuthankamon'a (M.Ö.1333-1324) ait gömüde bulunan Senet Oyununun Tahta ve Taşları (2)

    Kral Amenhotep III.(M.Ö 1391-1350), Senet Oyunu, Brooklyn Müzesi, New York, ABD (2)



    Burda da Tuthankamon eşi ile Senet oynarken (3)





    Nebenmaat (Ramses II ‘nin hizmetkarı Senet oynarken

    Bu oyunla satranç oyununun ilk benzerliği tabi ki iki kişi olarak oynanması. Taşların olması ikinci benzerlik ama taş sayısı ve çeşidinde benzerlik bulunmamaktadır. Senet'te de tahta yüzeyi karelerden oluşmakta ve bu açıdan da satrançla benzirlik taşımaktadır. Ancak Senet'te kare sayısı 30 dur.Her iki oyuncunun 5 er taşı bulu nmakta ve oyun başlangıcında bu taşlar aşağıdaki gibi dizilmektedir. Taşlar ilk on kareye dizildikten sonra amaç ;sayma çubuklarının belirlediği sayıya göre, kareleri takip ederek taşları tahta dışına çıkarmaktır.

    1 2 3 4 5 6 7 8 9 10

    11 12 13 14 15 16 17 18 19 20

    21 22 23 24 25 26 27 28 29 30

    Saydığımız benzerlikler dışında oyun kurallarında benzerlik bulunmamaktadır. Dünya da bilinen ilk oyun olarak, Eski Mısır oyunu Senet'in, kareli tahta üzerinde taşlarla oynanması, satrançla kurulabilecek en önemli benzerliği.Bu oyun üzerinden satranç oyununun ortaya çıktığı söylenebilir mi? Şu an için tam olarak söylenemez, çünkü bunun için Senet'in Mısır'da ya da buraya yakın bölgelerde, değişime uğrayarak satrançta ki özelliklerin oluşturulması ve oynanması gerekirdi. Örneğin Araplar ya da Hititler'in, bu oyunu Mısır'lılardan öğrenip geliştirerek, satranç oyunun tahta, taş ve oyun kurallarını belirlediklerine dair bir bulgunun olması gerekirdi.. Herkesin bildiği gibi satranç tarihi Hindistan'dan başlatılmaktadır. Mısır'dan Hindistan'a bu oyunun gittiğine dair de şimdilik bir kanıt yoktur. Senet oyununun ilk Hititler tarafından öğrenilmesi daha mümkün bir durumdur. (Mısır ile Hitit Devleti çağdaştır ve ticari ilişkilerin dışında, Kadeş antlaşması (m.ö1299) aralarındaki bir savaşı sona erdirmiştir. M.Ö 1200-1300.) Eğer Hititler oyunu öğrenip geliştirdiyse, ticaret yoluyla Hindistan'a ve Çin'e giden Türklerin oyunu öğretmesi ve bu oyunun buralarda gelişmesi çok daha mümkündür. Ancak şimdilik bu bilgilerin doğrulanmadığını ve bu konunun da oldukça önemli olduğunu belirtmek isterim. (Oyun Kurallarıyla ilgili bilgiler için ilgili linkler aşağıda belirtilmiştir)

    Sonuç olarak, şu andaki bilgilerimize göre Senet Oyununun, oyun özellikleri açısından, Satrancın bilinen ilk atası olabilmesi için gerekli olan benzerliklerin oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Senet oyunu tahta çubuklara bağlı olarak oynandığı içinde bir şans oyunu iken satranç, bu noktada da çok büyük farklılık taşımaktadır. Ancak, Senet oyunuyla ilk kez kareli bir tahta üzerinde taşlarla oyun oynanmaya başlandığı için, bu oyunun satrancın atası olduğu söylenebilir.
    Tümünü Göster
    ···
  18. 393.
    0
    Helal olsun
    ···
  19. 394.
    0
    Ölüler Şehri (Ölüler Kenti)

    City of the Dead

    Kahire Kalesi'ne giden yol üzerinde şehir dışında yer alan eski bir Memluk kendi. Her ne kadar adına ölüler kenti dense de bu evlerde 500 bin kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. [1]

    Son 150 yılda Kahire'nin (Arapça: Al-Qāhira - "galip") nüfusu büyük ve hızlı bir artış gösterdi. Dolayısıyla kent sınırları her yönde genişlemeye ve farklı nitelikte yeni yaşam alanları yaratmaya başladı. Kahire'nin doğusunda, Ortaçağ'dan beri önemini koruyan El-Ezher Camisi'nin ve Üniversitesi'nin çekirdeğini oluşturduğu islâmî merkez yer alır. Ancak kentin kontrolsüz gelişimi bu dini çekirdeği aşarak Kahire'nin eski mezarlıklarına yönelmiştir. Bugün burada, Kahirelilerin sadece "Arafa", yani mezarlık, yabancıların ise "Ölüler Kenti" diye isimlendirdiği, ilk başta fikrine alışması bile zor gelen bir çeşit gecekondu bölgesi yer almaktadır.

    Kahire'nin islâmî merkezinden güneydoğuya uzanan ve aradaki Salah Salem Caddesi ile ayrılan Ölüler Kenti, birkaç kilometre boyunca devam eden geniş bir alanı kaplar ve bugünkü nüfusu 250 binin üzerindedir. Ölüler Kenti'nin sakinleri kentin hemen her yerinden savrulan aşırı yoksullar, evsizler ve ayrıca Mısır'ın farklı kırsal bölgelerinden kente göç edenlerden oluşur. Bunların çoğu kalabalık aileleriyle beraber buraya gelip yerleşmiş ve yeni bir kentli topluluk oluşturmuşlardır. Bugünse çoğu turistin şaşkınlıkla anlattığı gibi berberi, bakkalı, okulları, elektriği, suyu ve hatta belediye otobüsleri olan, yaşayan bir mezar kent durumundadır.

    Kahire'nin eski mezar geleneği, birçok kültürden farklı olarak ölünün konduğu mezarla beraber birbirine bitişik iki oda ve çevresi duvarla çevrili açık bir avludan oluşur. Bu yapı, ölünün yakınlarının özel günlerde geceyi de geçirmelerine imkan verecek uzun süreli tören ve ziyaretleri için yapılmıştır. Bu binaların birçoğu, ölüyü olduğu kadar diriyi de konforlu bir şekilde konuk edecek kadar havadar ve aydınlıktır. Yüzyıllar boyunca bu büyük mezarlık alanda küçük bir topluluk yaşamıştır. Bunlar bekçiler, gömücüler, mezar taşçıları ve Kuran okuyucular gibi ölüye ait işleri yürüten işçilerdir. Kanun kaçakları da burayı saklanmak için zaman zaman kullanmıştır.

    1930'lardan itibaren ise kentin diğer yerlerinde ucuz konut bulamayan farklı gruplar bu bölgeye yerleşmeye başlamıştır. Hem varolan eski mozole ve mezarlara yerleşerek, hem de bunların duvarlarına bitişik yeni evler yaparak burayı dönüştürmeye başlayan yeni sakinler, Ölüler Kenti'ni çoğu Kahirelinin olağan karşıladığı bir gecekondu semtine dönüştürmüştür. Zaman içinde kamusal hizmetlerden faydalanan, okulları, otobüs hatları, hatta polis istasyonu olan Ölüler Kenti, bugün olağan kent yaşdıbını sürdürmektedir. Hatta uluslararası standartlara göre bir gecekondu bölgesi olarak nitelendirilse de bu yaşayan mezar kentin, Kahire'nin diğer gecekondu bölgelerinden çok daha nitelikli yaşam çevresine sahip olduğu da iddia edilmektedir.[2]

    Gece gündüz yaşayan bu şehre isim olarak tezat düşen "Ölüler Şehri" ise Kahire'nin en ilginç bölgelerindendir. Aslında hayatın gerçeklerini en doğru yansıtan bölge olarak da adlandırabiliriz. Eski Memluk mezarlığının üstüne kurulmuş olan bu yerleşim birimi zaman içerisinde insanların yaşadığı kocaman bir kent haline gelmiş ve insanlar eski mezarların üstünde umarsızca yaşam mücadelelerini verir olmuşlar. Ölümle yaşamın bu denli iç içe bulunduğu bu yerde yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı belirtiliyor [3]

    City of the Dead

    Mısır'da ölüler bizdekinin tersine toprağa gömülmüyor, inşa edilen mezar evlerde defin ediliyor. Onların ölülerini toprağa gömmemelerinin nedeni zeminin kum olması. Kum zemin sürekli kaydığı için onlar da buna önlem olarak iki katlı mezar evler inşa etmiş. Aile kabristanları işte bu mezar evler. Her ailenin bir mezar evi var. Ölüler bu evlerin alt katına gömülüyor. Üst katları ise boş bırakılıyor. Bu boş bırakılan odalarda Kahire'nin yoksul kesimi yaşıyor

    Aslında bu mezarlıkların kaldırılması için tartışmalar yıllardır sürüyor. Hükümet bu evlerin yerine dörder katlı, modern binalar yapılması planlanıyor. Ölümle yaşamın bu denli iç içe bulunduğu bu yerde turizm gelirleri halkın direncinin en büyük nedeni... Hükümet mezarları çöle taşımak istiyor ama halk buna karşı çıkıyor..

    Mısırlı çocuklar ilginç bir tartışmanın odağında büyüyorlar. içlerinde doğdukları evlerde bulunan mezarlıkların evlerden ayrılsın mı ayrılmasın mı? [1]
    Tümünü Göster
    ···
  20. 395.
    0
    rezervasyon
    ···