-
326.
0ahudi Mitolojisi'nde SünnetTümünü Göster
Sünnet Yahudi dini inancında büyük yer tutar. Kutsal kitaplarına göre, Tanrı, elçisi ibrahim aracılığı ile Yahudilerle arasında "Akide" adı verilen anlaşmayı yapmış, ve bu anlaşmanın delili olarak da ibrahim ve halkına sünnet olmalarını emretmiştir. Bu inanışın gereği olarak Yahudiler, doğumdan kısa bir süre sonra erkek bebeklerini sünnet ederler.[15]
Yahudi mitolojisine göre; 6. günde Tanrı kendi imgesinden erkek ve kadını yaratır. Adem’i saf tozdan yaratırken, Lilith’in yaratılması esnasında kir, pislik ve çamurları da ekler. Adem ve Lilith beraber huzuru hiçbir zaman bulamazlar. Adem Lilith ile yatmak istediğinde Lilith, “Neden senin altına yatmak zorundayım, ben de senin gibi tozdan yapıldım, yani sana eşitim.” der. Adem’in boyun eğmeye zorlaması sonucunda ise Tanrı’nın sihirli ismini söyleyerek rüzgar haline dönüşür ve Kızıldeniz’e kaçar.
Adem’in şikayeti üzerine Tanrı Senoy, Sansenoy ve Semangelof isimli meleklerini Lilith’i geri getirmek üzere gönderir. Bu sırada Lilith, şeytanlarla beraber olup, ıslak rüyalar gören veya mastürbasyon yapan erkeklerin spermleriyle her gün yüzlerce lilim denilen şeytan yavruları doğurmaktadır. “Adem’e geri dön yoksa seni boğarak öldürürüz.” Meleklerin bu çağrısı karşısında Lilith, “Kızıldeniz’deki yaşadıklarımdan sonra nasıl dürüst bir ev kadını olabilirim?” der. Cezasının ölüm olacağı söylendiğinde ise “Nasıl ölebilirim ki, Tanrı bana sekizinci güne kadar tüm erkek çocukların, yirminci güne kadar da tüm kız çocukların bakım sorumluluğunu verdi. Yine de sizlerin isimlerini bir muskada görürsem, söz veririm o bebeği rahat bırakacağım.” Bu tılsım sözü üzerine melekler anlaşır ve geri dönerler. Ancak Tanrı Lilith’i her gün yüz tane çocuğunun ölmesiyle cezalandırır. Böylece insan yavrusuna zarar veremediği durumlarda Lilith kendi yavrusuna dönecek ve kendisinden kaybedecektir.[47]
Yahudi Mitolojisinde anlatılan, Babil-Asur’ca Lilitu’dan gelen Lilith, kabul edilen en eski kayıtlı hikâye olan Sümer tabletlerinde (Gılgamış destanı) Lillake olarak görünür. Daha birçok eski hikâyede ortak nokta Lilith’in çağlar boyu kadınlara atfedilebilecek bütün olumsuz sıfatların taşıyıcısı olmasıdır: Baştan çıkarıcı, fahişe, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı, 'unvan'larından bazılarıdır. Hatta illet kelimesinin de kökeni olduğu düşünülmektedir. Birçok Yahudi toplumunda yukarıdaki hikaye ve Lilith ile melekler arasındaki diyaloglar ritüellerde kendilerine karşılık bulmaktadır. Doğum odasında kapı üzerine kömür ile bir daire çizilmekte ve içerisine “Adem ve Havva. Lilith dışarı” yazılmakta, yine kapı üzerine üç meleğin isimleri yazılmaktadır. Lilith sünnetli erkeklere yaklaşmamaktadır. Erkek bebekler 8. günlerinde sünnet edilerek korunmaktadır. Ayrıca sünnetin mastürbasyonu da engellediğine inanılmakta, bu sayede şeytan yavrularının da doğmasının engellendiği düşünülmektedir. Mastürbasyonun sünneti engelleyeceği görüşü birçok bilimsel tıbbi makalede de kendisine yer bulmuştur.[49] Lilith’in bir şekilde bebeklerin yanına yaklaştığının göstergesinin uyuyan bebeğin yüzünde gülümseme olması olduğu düşünülür. Bu durumda bebeğin dudağına hafifçe vurularak Lilith’in kaybolması sağlanır.[47][48]
Yahudi yasasına göre bütün erkek çocuklar sünnet edilmek zorundadır. Bunun kökeni, daha önce yer yer ifade edildiği gibi, Tanrı’nın ibrahim’le yaptığı ahdin bir işareti olarak sünnetin yapılması ve bunun nesiller boyunca devam etmesi gerektiğinin ifade edildiği zamana kadar geri zütürülebilir (Yaratılış 17/10-12).[50]
Sünnet, çocuğun doğumundan sekiz gün sonra Şabat’ta, Yom Kipur’da yapılır. Sağlık şartları uygun değilse, bu tarih ertelenebilir. Sünnet, bir çocuğu Yahudi yapmaz. Çünkü Yahudilik Yahudi bir anneden doğmakla elde edilen bir niteliktir. Ancak sünnet, çocuğu Tanrı’nın yaptığı ahdin bir üyesi haline getirir. Çocukken sünnet olmayan Yahudiler ve sonradan Yahudi olanlar sünnet olmak zorundadırlar. Modern Yahudi mezheplerinin birtakım itirazlarına rağmen, sünnet seküler Yahudiler arasında da bugün varlığını devam ettirmektedir.
Sünnette, çocuğun bir sünnet annesi ve bir de sünnet babası olur. Ayrıca bizdeki kirvenin fonksiyonunu icra eden sandak diye isimlendirilen çocuğun kucağında sünnet olduğu bir kişi de vardır. Sünnet işi, doktorlar tarafından da yapılmakla birlikte, bu iş hususunda uzman kişiler olan sünnetçiler, mohel tarafından yapılır. Operasyondan sonra mohel, bir fincan şarap üzerine bebek için dua eder ve ona ibranice isim verir. Çocuğa bir damla bu şaraptan verilir. Bu işlemlerin arkasından kutlama yemeği yenir.[50]
Günümüzde Yahudi nüfusunun €’den fazlasını oluşturan Ortodoks Yahudilikte bu uygulamalara rastlanılmamaktadır. Yine Yahudiliğe girişte sünnet olma şartı reformist ve yeniden yapılanmacı Yahudilerce şart koşulmamakta, tavsiye edilmektedir. Bunun asıl sebebinin ise, özellikle Amerika’da, Yahudi nüfusundaki azalmanın sebep olduğu ifade edilmektedir.[51]
Yahudi toplumunda erkeklere sünnette, kızlara ise sinagogdaki bebek kutsamasında isim verilir.[50] Yahudi oğlanlar, doğumlarından sekiz gün sonra sünnet edilirler. Tanrıya bağlılıklarının bir işareti olarak bunu yaparlar. Çocuk, adını bir ad koyma merasiminde alır.[52]
Yahudilik, ataerkil bir din olduğundan, sünnet bir tören olarak kutlanır ancak kızlar için böyle bir şey yapılmaz. Kadınlara dair bu tür ayırımları ortadan kaldırmaya yönelik çabalara rağmen, sinagogdaki günlük ibadette hala, Tanrı’ya kendilerini bir kadın olarak yaratmadığı için dua edilir. Kızlara yönelik bu tür törenler yapma girişimlerine rağmen, bu konuda bir gelenek oluşmamıştır.[50] -
327.
0Hıristiyanlık'ta SünnetTümünü Göster
Hz. Yahya ve Hz. isa, doğumlarını takip eden sekizinci gün [53] ebeveynleri tarafından sünnet ettirilmişlerdir. Pavlos, iman için sünnetin şart olmadığını ileri sürdüğünden [54] Hıristiyanlaşan Romalılar sünnet olmamışlardır. Yahudiliği seçen Romalılar ise Jüstinyen’in doktorları tarafından sünnet edilmişlerdir.[55][56]
Pavlos, Hıristiyanlığın Putperestler arasında yayılabilmesini kolaylaştırmak için, yeni dine girenlerin Yahudi şeriatine (yasasına) uymayabileceğini düşünmüş ve sünnet gibi, onlara zor gelebilecek bazı dini yükümlülüklerden onları muaf tutmuştur. işte Pavlos tarafından verilen dini içerikli tavizler, yeni Hıristiyan olanların, Yahudi şeriatına uyup uymama veya hangilerine ne kadar uyacakları konusunda tartışmaların başlamasına sebep olmuştur. Bu anlaşmazlığın giderilmesi için Pavlos, Kudüs'e gelmiş ve orada, 49-50 yıllarında "Havariler Konsülü" adıyla anılan konsülü toplamıştır. Havariler konsülünden sonra, Hıristiyanlar arasında iki grup ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi Pavlos'un görüşlerinin hakim olduğu grup, diğeri de "Yahudi-Hıristiyanlar" grubu olmuştur. Bu husus, Pavlos'un Galatyalılara yazdığı mektupta, Petrus'a "sünnetlilik incil"i, kendisine de "sünnetsizlik incili" verildiğinden bahsetmesinden de anlaşılmaktadır.[57]
M.S. 49-50’deKudüs’te yapılan toplantıda [58] Petrus, Barnaba ve Pavlos konuşmalar yapmışlardır. Toplantı sonunda, kurtuluş için tanrısal hukuka bağlı olmanın gerekli olmadığına- dolayısıyla tanrısal hukukun bir parçası olan sünnetin de şart olmadığına ve diğer uluslardan (Gentilelerden) dine yeni girenlere zorluk çıkartılmaması konusunda anlaşmaya varılmıştır.[59]Yakup, Petrus, Pavlos ve Barnaba’nın katılımıyla gerçekleşen bu konsül sonrası [60], Antakya’daki cemaate; bu tür tartışmaları yapanları tanımadıklarını ve onları “akıl karıştırıcılar” [61] olarak gördüklerini belirten bir mektup göndermişlerdir.[62][63]
Pavlos, Petrus Antakya’ya geldiği zaman, onu açıkça suçlar. Yakup’un yanından bazı adamlar gelmeden önce Petrus'un diğer uluslardan olan adamlarla birlikte yemek yediğini ama o adamlar gelince sünnet yanlılarından korkarak sünnetsizlerden uzaklaştığını, onlarla yemek yemez olduğunu” anlatarak Petrus’u ikiyüzlülükle itham eder ve onun adını kullanır.[64][56]
Oysa Pavlos’un Yahudi kökeniyle yakından ilişkili olan ibranice Saul ismi, büyük ihtimalle israiloğulları tarihindeki meşhur kral Saul’un isminden hareketle ve sünneti sırasında kendisine verilmiştir. Resullerin işleri’nde Pavlos, kendi doğum yeri olarak, “Ben Kilikya’dan Tarsuslu bir Yahudi, hiç de önemsiz olmayan bir kentin vatandaşıyım” [65] ve “Ben Yahudi'yim. Kilikya’nın Tarsus kentinde doğdum”, diyerek Tarsuslu olduğunu söyler. Soyu hakkında ise “Doğumumun sekizinci günü sünnet oldum. israil soyundan, Benjamin oymağından, özbeöz ibrani'yim. Kutsal yasaya bağlılık derseniz Ferisi’ydim” der.[66][56]
Pavlos’a göre sünnet, Cumartesi gününe riayet, Tapınağı tazim artık yürürlükten kalkmıştı, hatta Yahudiler için de durum böyleydi. Hıristiyanlık, putperestlere açılmak amacıyla, Yahudiliğe olan siyasi-dini bağımlılığından kurtulmalıydı.[67] Onun hangi sebeplerle Eski Ahit’in çok önemli bir emri olan “sünnet”e karşı çıktığını anlamak zordur. Pavlos, bir taraftan sünnetin yararlı olduğunu söylemesine [68] rağmen, diğer taraftan da gereksizliğini savunmasını Galatyalılara Mektubu’nda şöyle yazmaktadır: “Sünnet edilen her adamı bir daha uyarıyorum, Kutsal Yasa’nın tümünü yerine getirmek zorundadır.” [69] Bunun; Pavlos'un, Hıristiyanları şekilcilikten uzaklaştırıp, isa’ya iman etmelerini her şeyden üstün görmelerini idrak ettirmek olduğunu farz etsek bile, bu hususta isa ile sorunları bulunmayan havariler ve Kudüs cemaati ile muhalefetini açıklamak yine zordur.[56]
Günümüz Hıristiyanlığına göre de Tanrı gözünde çocukları sünnet ettirmek veya ettirmemek arasında bir fark yoktur. Bunda zarar olmadığı gibi yarar da yoktur, tabi doktorların bunu önerdiği kimi tıbbi durumlar hariç. israiloğulları’na, oğullarını sünnet etme emri verilmiştir [70] ancak Yeni Ahit’te Hıristiyanların böyle bir zorunluluğu olmadığı açıkça belirtilmiştir.[71] Yahudiler arasında doğan Hıristiyanlık inanışında da sünnet önceleri tartışma konusu olmuş, ancak havarilerin ve özellikle de Paul'un "gereksiz" olarak görmesi nedeniyle dini bir gereklilik halini almamıştır. Ne var ki Mısır'daki Kıpti topluluğu gibi Afrika'daki bazı Hıristiyan gruplar hem kadın hem erkek sünnetini, ABD'deki bazı Protestan mezhepler ve Filipinler'deki Katolikler ise erkek sünnetini dinen gerekli olarak kabul ederler.[15] -
328.
0Osmanlı'da SünnetTümünü Göster
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden 19. yüzyıl sonlarına kadar padişahlar veya saray mensupları tarafından çeşitli vesilelerle yüzlerce şenlik ve tören düzenletilmiştir. Bu şenlikler, padişah çocuklarının doğumları (velâdet-i hümâyun), sultan hanımların ya da saraya mensup kişilerin evlilikleri (sûr-i cihâz), şehzadelerin ilk derse başlamaları (bed-i besmele), kazanılan askerî zaferler (fetih şâdumânlığı), ordunun sefere çıkması gibi vesilelerle ve en çok da şehzadelerin sünnet törenleri vesilesiyle yapılmıştır. Şenlikler, tarihçiler, gösterileri izleyen yerli ve yabancı konuklar tarafından kaydedilmiş ve bu şenliklerden bazıları edebî eserlere konu olmuştur.[89]
Osmanlı'da Padişahların çocukları, şehzadelerin sünnetleri çok gösterişli bir şekilde yapılıyor. Günlerce sürüyor, bazen de sultan düğünleriyle birleştirilebiliyordu. Şehzadelerle birlikte birçok çocuk da sünnet ettiriliyordu. Padişahların erkek çocuklarının sünnet düğünlerine, kızlarının veya kız kardeşlerinin evlenme düğünlerinde yapılan törenlere Sûr-ı Hümayun denirdi. Osmanlı döneminde yapılan düğün ve şenliklerin, sünnet ve düğün törenlerinin büyük bir önemi vardı.
Osmanlı tarihinde bulabildiğimiz ilk sünnet 1365’te I. Murat’ın şehzadesi Bayezid’ın Yakup ve Savcı Beyin sünnetleri için Bursa’da düzenlenmiştir. 1389 yılında Yenişehir’de I. Murat ile iki şehzadesi Bayezid ve Yakup üç Bizans prensesiyle evlendiler ve aynı şenlikte Bayezid’ın üç oğlu da sünnet olmuşlardır.[90]
Kaynaklara baktığımızda istanbul’un fethinden sonra padişahların Edirne’yi bir dinlenme mekânı olarak kullandıklarını, yabancı elçileri Edirne’de ağırladıklarını, saray erkânı sünnet düğünlerinin burada yapıldığını görmekteyiz.[56] II.Bayezid zamanında 1490 yılında At meydanında çok görkemli sünnet ve evlenme düğünü şenlikleri olmuştur. Şehzade Sultan Ahmet’in oğlu ile vezir oğullarından biri sünnet edilmiş, kız çocuklarından biri Uzun Hasan’ın torunu Uğurluoğlu Ahmet Mirza’ya, biri Davut Paşa oğluna, biri de iskenderiye (işkodra) Beyi Nasuh Bey’e nikâhlanmıştı. Bunların düğünleri de töre gereğince, günlerce sürmüştür. Sancakta olan şehzadeler Cem Sultan’la birlikte sünnet edilmişlerdir.[90]
Osmanlı törenlerinin bazıları dini yapıdaydı. Örneğin Kurban Bayramı, Şeker Bayramı ya da Mevlid Kandili gibi. Törenlerin içindeki öğelerde de dini olanlar vardı. Törenlerin temeli Sultan olduğu ve Sultanın da hem imparatorluğun hem de islam'ın başı, halifesi olduğu için bu merasimlerde dini yapıyı görebiliyoruz. Özellikle yabancılar ve islam dininden olmayanlar üzerinde bir yandan da imparatorluğun gücü üzerinde propaganda yapılırken aynı zamanda islam'ın üstünlüğü de vurgulanıyordu. Törenlerde, özellikle sünnet törenlerinde yüzlerce Müslüman olmayan kişinin Müslümanlığı kabul ettiği ve sünnet olduğu görülmektedir. Sünnetlerin bir başka özelliği de pek çok sünnet düğününün ayrıca bir ya da birkaç sultan hanımın evlenmesi ile birleşmeleriydi.[90]
Şehzadelerin sancağa çıkarılması usulü bu tarihten sonra terk edildiği için sünnet eğlenceleri de pek o derece önem verilmiyordu. Bu yüzden padişahların cülusunda sünnet edildiğini gösteren örnekler mevcuttur.[90]
Eskiden sünnet günü çocuk giydirilir, bineceği at hazırlanır, dualarla ata bindirilirdi. Sonra evliya türbeleri ziyaret edilir, sonra alay halinde davullar çalarak sokaklar dolaşılırdı. Eve gelen çocuk, hediyeler verilmeden attan inmez, yakınları, akrabaları hediyeleri verdikten sonra, dualarla indirilip içeri alınırdı. Bugün at yerine arabalarla bu iş yapılmaktadır.
Sünnetten önce veya sonra Kuran-ı kerim ve Mevlid okunurdu. Sünnet çocuğu el öptükten sonra bazı yerlerde kirve denilen, ailenin çok sevdiği bir şahıs tarafından sıkıca tutulurdu. Mesleğinde usta, eli çabuk sünnetçi, hep bir ağızdan getirilen bayram tekbirleri arasında sünnet ediverirdi. Hemen süslü yatağa yatırılan çocuğa (Mâşallah, bârekallah) diye, hayır dua edilirdi. Misafirlere şerbet, şekerleme ve benzeri ikramlarda bulunulurdu. Bundan sonra misafirler sırayla çocuğun yatağının yanına gelirler, hediyeler verip ayrılırlardı.
Saraylardaki, konaklardaki sünnet düğünleri dillere destan olurdu. Şehzadelerin sünnet düğünlerinden bazıları hâlâ anlatılmaktadır. Hâli vakti iyi ailelerin sünnetlerinde, kaynayan kazanlarla fakir fukara da doyardı. Misafirlerin yanında herkese açık olan sünnet düğün evi, bayram yeri gibi olurdu. Eskiden genellikle etli pilav, zerde ikram etmek âdet halindeydi. Ayrıca lokum, şerbet gibi şeyler de verilirdi. Günümüzde eski ihtişamında olmasa bile bu güzel âdet her yerde benzeri şekilde devam etmektedir.[91]
Sünnetin Tıbbi Yararları
Sünnet, idrar yolu enfeksiyonlarına ve penis iltihaplarına yakalanma riskini azaltmaktadır. Yapılan çalışmalara göre sünnet, bebeklerde idrar yolu enfeksiyonunu %7’den %0,7’ye düşürmektedir.
Seyrek görülen bir kanser türü olmasına rağmen, penis kanserine yakalanma olasılığını belirgin bir şekilde azaltmaktadır.
AIDS dahil olmak üzere, cinsel temas yoluyla bulaşan hastalıklara yakalanma olasılığını belirgin bir şekilde azaltmaktadır.
Fimozis ve parafimozis oluşmasını engellemektedir.
Genital temizliği kolaylaştırır.
Sünnetli erkeklerin insan papillomavirus (HPV) enfeksiyonuna yakalanma riskini azalttığı bildirilmektedir. Sünnetsiz erkeklerin eşlerinde HPV’a bağlı kanser türü, sünnetli erkeklerin eşlerine göre 2,5 kat daha sık görülmektedir.[38] -
329.
0Rez şuku
-
330.
01. Hz. Adem’in neslinden önce yeryüzünde başka bir nesil yaşamaktaydı.Tümünü Göster
2. Dünya ve yeryüzü, bu mahlukun yaşamasına elverişliydi.
3. Önceki nesil, cinlerden bir nesildi. (Kimi alimler, cinlerin ateşten yaratıldığını, bu yüzden de bu varlıkların cinler olmadığını, en azından bu ayette kastedilen varlıkların cinler olmadığını savunuyorlar. Akhenaton notu)
4. Cinlerin mahiyeti dumansız ateş olduğuna göre, dünya yüzü de bu mahlukun yaşamasına elverişli olması nedeniyle sıcak bir haldeydi.
5. Hz. Adem’in halife kılınmasından sonra dünya ve arz yüzeyi Adem neslinin yaşamasına müsait ve uygun bir hale getirildi.
6. Hz. Adem, dünya yüzeyinin insan yaşamı için asgari şartların yerine getirilmesi neticesinde dünyaya gönderildi.
7. Dünyadaki "insan" hayatı ve bugünkü ekolojik çevre, Hz. Adem ile başladı.
8. insan neslinin dünya yüzündeki hayat süresi 7000-10000 yıl arası olarak tahmin edildiğine göre dünyadaki ekolojik çevre ve diğer mahlukatın hayatları da bu süreden belki bir miktar fazlaydı.[12]
Ahmed Hulusi’ye göre o devirde, yeryüzünde, bir gelişim sürecinden geçerek bugünkü insana son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-sapiens" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı ki, biz, bunlara "insansı" demekteyiz. Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp fesat çıkarıyorlardı. Yaşamları, yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu. Ve elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan cinler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı. Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, halife olacak insanı, o ana kadar yaşaya gelmekte olan insansılar gibi değerlendirerek; onu yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık olarak zannetmişlerdi. Bir halife yaratılacağını öğrenen meleklerin tepkisi, Bakara suresi 30. ayette şöyle geçiyor: "Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın?"
Ahmed Hulusi’nin bu noktadan sonra cevabını aradığı soru şu: "insansı’dan ilk insan olan Hz. Adem’e geçiş nasıl olmuştur?" Hulusi’ye göre, Adem ismiyle işaret edilen şekillenmiş çamur yani hücresel beden sahibi varlığa, yani, insansıya, belli bir kıvama geldikten sonra Allah, ruhundan üflemiş; (Sad suresi 71. ayet: "Bir vakit Rabbin meleklere: ‘Ben dedi, çamurdan bir beşer yaratacağım.” 72. ayet: “Onu iyice biçimlendirip ona Ruhumdan üfleyince hep birden, hürmet göstermek için ona secde ediniz." böylece o, bir mutasyon geçirmiştir. Bundan sonra da insansılar arasında da ilk insan olmuştur.
Ahmed Hulusi, bundan sonra Hz. Adem’in nerede yaratıldığını anlatıyor. insanın, daha önceden insansı haliyle dünya üzerinde topraktan yaratıldığının ayetlerle kesin olduğunu belirten Hulusi’ye göre, Hz. Adem’in içinde yaşadığı cennet, dünya üzerindeydi. "Dünya üzerinde, Cennet şartlarında yaşanıyordu" diyen Hulusi, olayın dünya üzerinde cereyan ettiğinin ispatı olarak da Ta-Ha suresinin 119. ayetini gösteriyor: "... Orada asla susuzluk çekmez ve güneşin kavurucu sıcağına maruz kalmazsın" [3]
ibn Arabî, birgün Kabe’yi tavaf ederken bazı şahıslar görmüş, onlardan biri kendisine; "Sen beni bilir misin? Ben senin evvel gelen ecdadındanım." demiştir. ibn Arabî de; "Sen dünyadan intikal edeli ne kadar müddet oldu?" diye sormuş, bunun üzerine o şahıs; "40.000 seneden fazladır." diye cevap vermiştir. ibn Arabî, "Ademoğlu neslinin bu kadar ömrü yoktur. Zira devr-i sünbüle, yani insanlık tarihi, (o dönemin bilgilerine göre) 7.000 senedir." demiş bu defa o şahıs; "Hangi Adem’den sorarsın? yakın olandan mı, yoksa uzak olandan mı?" diye karşılık vermiştir. O esnada ibn Arabî, Hz. muhafazid’den rivayet olunan "Allah, 100.000 Adem yaratmıştır." hadisini hatırlamıştır. [13]
Böylece ibn Arabî, bu şahsın Hz. Adem’den önce yaratılan insanlardan olabileceğini anlamış ve bu olayı peygamberlerden Hz. idris’e sormuş, o da onun bu keşfini tasdik ederek; "Biz peygamberler topluluğu öncesini bilmesek de âlemin sonradan yaratıldığına iman ederiz. Allah ise kâinattan önce de vardı." demiştir. [14] ibn Arabî devamında, âlemin sonradan yaratıldığı şüphesiz olmakla birlikte insanın ne zaman yaratıldığı konusunda tarihin meçhûl olduğunu söylemiştir. [15][16]
Bir başka rivayette ise bu durum, şöyle anlatılmaktadır: ibn Arabî, tavaf sırasında tanınmayan birtakım adamlar görmüş, onlara kim olduklarını sormuş, onlar da "Biz, Adem’den 40.000 yıl önce gelen ilk ecdadındanız." diye cevap vermişlerdir. [17] Öyle ki onlardan biri ibn Arabî’ye şu beyti okumuştur:
"Lekad tufnâ kemâ tuftüm sinînâ
Bihâze’l-beyti tarran cemîâ"
Mânası: "Sizin tavafınız gibi biz de tavaf ettik senelerce. Bu beyti toptan hep beraberce." [18]
Arabi’nin yaşadığı bu gizemli hadiseye karşın, Rabbani’nin yorumu şöyledir: Hz. Adem’in varlığından önce gelip geçen bütün ademler, Resûlullah’a ve ona salât ve selam olsun, vücûd olarak, hepsi misal aleminde değillerdi. O ki, şehadet âleminden vücûd buldu. Yeryüzünde hilafete nail oldu, melaikenin dahi secde ettikleri oldu. Bu yalnız, Ebul Beşer Adem idi... Arabi’nin, üzerinden kırk bin yıl geçmiş olarak bulduğu kimse, misal aleminde, ceddinin lâtifinden bir lâtife idi... Arabî’nin şehadet aleminde vücûdu vardı ve Beyt-i Şerif’i tavaf ediyordu. Ama o sırada, misal aleminde bulunuyordu. Çünkü, Kâbe-i Muazzama’nın, Misal aleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki, o alem halkının kıblesidir. Rabbani, bu delilini, Muhyiddin- i Arabi’nin gördüğü adamın, ona: “Ben, senin ecdadının cümlesindenim. Vefatımdan kırk bin yıl geçti." sözüne dayandırmaktadır.[19]
Bursevî, Duhan Sûresi’nde bu meseleye işaret etmiş, "O, sizin de Rabbiniz, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir." [20] âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: ibn Arabî, "Fütûhât-ı Mekkiyye"sinin "Bâbû hudûsi’d-dünyâ: Dünyanın Yaratılışı Babı"nda "inkazâ kable Adem’e mietü elf Adem: Adem’den önce 100.000 Adem gelip geçmiştir." şeklindeki zayıf hadisi zikretmiştir. ibn Arabî, bir defasında Kabe’yi tavaf ederken bununla ilgili olarak bir keşfe ve müşahedeye mazhar olmuş, tavaf sırasında bazı ruhlar kendisine temessül etmiştir. [21] Bursevî, diğer eserlerinde zikrettiği bilgilerin aynısını burada da tekrarlamıştır. Fakat burada diğerlerinden farklı olan tek nokta, yukarıda zikredilen hadisin "hadisen zaîfen: Zayıf hadis" olduğuna işaret edilmiş olmasıdır. [21]
Bursevî, "Hadîs-i Erbaîn" adlı eserinde, "Ey kullarım öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en takva sahibi birinin kalbi üzere olsa bu benim mülkümde bir şey artırmaz." [22] kudsî hadisini şerhederken şöyle demiştir: Caizdir ki, ol Adem’den mukaddem gelen envât sitteye dahi şamil ola. Cin, Bin, Hin, Tim, Rim, Yim gibi ki bunların her biri duhûr-ı tauile Dünyada muammer olmuşlardır ki yalnız Cinnin Adem’e gelince ömrü altmış bin senedir. [23] Aynı eserin bir sayfa sonrasında ise, "Innallahe halaka kable Ademe miete elf Adem" hadisini kaydetmiş ve Nispet ümem-i âlâya olmayıp kable Adem olan ümeme olduğu zahir oldu. Eğer ki tarihi meçhul ve hudûs âlem mukarrerdir ve bu makûle ehadise gerçi ehl-i hadis alîlü’l-basar olduklarından nazar-ı sıhhatle bakmazlar ve lakin keşfen sahihtir. Biz, her halde keşif ehliyle beraberiz. Zira onlar, halde ve mealde esahh-ı ricaldirler. Diğer ehl-i kîl ve kâl olanlara karşı onların tam bir hüccetleri vardır [24] demiştir. -
331.
0-içerik gizlenmiştir.-
-
332.
0Görünmez Olabilmek Mümkün Mü ve Nasıl Görünmez Olabiliriz?Tümünü Göster
H.G.Wells, "Görünmeyen Adam" adlı romanında, bir fizikçinin insan vücudunun görünmez oluşunu sağlamasını anlatır. Çeşitli kereler sinemaya da uygulanan bu romanın dayandığı fiziksel tez, doğrudur; ama pratikte olması mümkün olmayan bâzı detaylar vardır. Görünmezlik pelerini yakın zamana kadar kurgusal bir temaydı, günümüzde ise gerçekleştirilmiştir.
Bilimde Görünmezlik Pelerini
19 Ekim 2006'da ingiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nden bilim adamlarının ortak çalışmalarıyla, bakır bir silindiri mikrodalgalar tarafından tespit edilmekten koruyan bir pelerin üretilmiştir. Pelerin metamalzemelerden yapılmıştır. Tasarımcılarının düzeltmeye çalıştığı küçük bir gölge oluştururlar. Alet, sadece iki boyutta ve mikrodalga altında çalışır ve cisimler hala çıplak gözle görülebilmektedir.
ilk “görünmezlik pelerini” çalışmasının yapıldığı Duke Üniversitesi'nde elektrik ve bilgisayar mühendisliği profesörü olan David R. Smith şunu söylemiştir:
“Herkesin düşündüğü, Harry Potter'ın pelerini veya Star Trek'in görünmezlik aygıtı ile yaptığı, görünmezliği elde edebileceğimiz henüz kesin değil. Gerçekten bir cismi gözden kaybedebilmek için, pelerinin, ışığı oluşturan tüm dalga boyları veya renklerle eşzamanlı etkileşimde bulunması gerekmektedir.”
Bununla birlikte, bir grup Amerikalı bilim adamı tarafında yapılan yeni çalışmalar pelerinin Harry Potter'deki görünmezlik pelerinine çok benzer olacağını, fakat hücreler etraflarındaki ışığı bükeceklerinden gölge oluşmayacağını söylemektedir. Tasarım, saç fırçası şeklinde bir koninin üzerine ışığı pelerinin etrafından geçmeye zorlamak için belirli açı ve uzunluklarda yerleştirilen küçük metal iğneler gerektirmektedir.Bu da koninin içindeki her şeyin kaybolmasını sağlar, çünkü ışık artık üzerlerinden yansımamaktadır. Purdue'de elektrik ve bilgisayar mühendisi olan baş araştırmacı Prof. Vlademir Shalaev; "Bu, oldukça kurgusal görünüyor, farkındayım, fakat fiziğin yasalarıyla tamamen örtüşüyor," demiş ve eklemiş; "ideal olarak, eğer onu yaparsak kesinlikle Harry Potter'ın görünmezlik pelerini gibi olacaktır. Ağır olmayacak çünkü üzerinde çok az miktarda metal olacaktır.”
Aslında insan vücudunu oluşturan her şey, başta su olmak üzere renksiz ve saydamdır. insanda renkli olarak sadece kana rengini veren hemoglobin ile deriye, saçlara ve göze rengini veren "melanin" isimli pigment bulunur. Bir ilaçla bunlar da renksiz hale getirilebilseler, insanın saydam yani görünmez olması mümkündür.
Bir cismi görebilmemiz için, onun üzerine gelen ışığı ya yansıtması, ya emmesi ya da kırması gerekir. Bunların üçünü de yapamazsa o cisme bakılınca görülemez.
Kağıdı oluşturan selüloz lifleri, saydamdırlar; ama kağıt, saydam değildir. Aynı şekilde, tuz da her biri saydam olan küçük kristallerden oluşur; ama bir kaba konulunca gözümüze beyaz görünür, yâni bir cismi oluşturan elemanların her biri saydamlaştırılsalar bile o cismin tümünün saydam olması mümkün olmayabilir.
Ölmüş insan ve hayvanların bazı iç organlarını temizledikten sonra metil salisilat içine koyan bilim insanları onları kavanoz içinde görünmez hale getirebilmişlerdir. Burada bütün numara, kırılma endeksinin büyüklüğünden dolayı metil salisattadır. Ne var ki bu işlemi canlı bir insanın tüm vücuduna uygulamak mümkün değildir.
Akvaryumu olanlar bilirler, bazı minik balıkların vücutları renksiz ve saydamdır. Dışarıdan bakılınca iç organları bile görülür. Tabiattaki yaşadıkları ortamda savunma amacıyla kamuflaj olarak kullandıkları bu saydam vücutlarında saklayamadıkları bir organları vardır. Hemen dikkati çeken minik, siyah gözleri.
Görünmez adamın görünmezliğindeki küçük; fakat gerçeklere aykırı en önemli nokta da gözleridir. Görünmez adam, görülmemeli; ama kendisi, etrafını görebilmelidir. Baktığı şeyi görmesi, görüntünün gözünün retinası üzerinde oluşabilmesi için ışığın göz tabakalarından kırılarak da olsa geçmesi, retinaya ulaşması gerekir.
Ancak o zaman da görünmez adamın, gelen ışığın bir kısmını emen, bir kısmını da yansıtan gözleri görünür. Romanda ise gözleri görür ama dışarıdan görünmez. Görünmez adam görünmeyen gözleri belli olmasın diye giyinikken onları kara gözlükler takarak saklar.
Ormanın karanlıklarında saklanan ve görülmesi mümkün olmayan bir hayvanı bile parıldayan gözleri ele verir. Tam bir görünmezlik olması için gözlerin olmaması gerekir.[1]
Matematiksel Olarak Görünmezlik
Nicolae Nicorovici ve Graeme Milton, nesnelerin süper-lens adı verilen ışığı bükebilen maddelere yaklaştırıldığında gözden kaybolmuş gibi gözükebileceğini belirtiyor. Bilim insanları, bu etkiye ‘anomalous localised resonance’ (Anormal lokal titreşim) adını veriyor. Uzmanlar şimdilik sadece matematiksel temelini oluşturdukları bu sistemin pratik olarak uygulanmasının biraz daha zor olacağını kabul ediyor.
Milton ve Nicorovici’nin hazırladığı görünmezlik sisteminin matematik altyapısı şöyle işliyor: Müzik aletlerinin akort edilmesinde kullanılan diyapozon aleti, geniş bir şarap kadehinin kenarında tutulduğunda ortaya bir titreşim çıkıyor.
Görünmezlik sistemi, aynı titreşimi ses yerine ışık dalgalarıyla yapacak. Bilim insanları ilk etapta büyük bir nesneyi görünmez yapmak yerine, sistemi toz parçacıklarıyla deneyecek.
Işık Titreşimi
Görünmezlik cihazları, yeni keşfedilen kimyasal maddelerle üretilen ve ışığı doğası dışında farklı davranmasını sağlayan süper-lens teknolojisiyle yapılıyor. Toz parçacıkları süperlense yaklaştırıldığında, çok güçlü bir ışık titreşim yaymaları halinde ışık yaymıyormuş gibi gözükebilecek.
Deneyde toz parçacıkları, ışığı güçlü bir titreşim verecek frekanslarda dağıtacak; titreşim toz parçacıklarının yaydığı ışığı kapayacak ve onları görünmez kılacak.
Mesele, Büyük Nesneleri Görememek
Görünmezliği oluşturmak için esas olan toz parçacıklarını değil, büyük nesneleri de görünmez kılmak. Ancak, görünmezlik etkisi sadece belli frekanslarda tutuyor, bunun dışında nesneler parçalı olarak görünmez oluyor.[2] -
333.
0Kurguda Görünmezlik PeleriniTümünü Göster
Görünmezlik pelerinleri folklorda görece seyrektir; "Oniki dans eden prensesgibi bazı masallarda geçseler de, daha yaygın olan tipi görünmezlik "şapkasıdır. Görünmezlik şapkası Yunan mitolojisinde yer almaktadır: Pluto'nun giyeni görünmez yapan bir kask veya şapkaya sahip olduğu söylenmektedir. Perseus mitinin bazı versiyonlarında, Perseus bu şapkayı tanrıça Athena'dan ödünç alır ve uyuyan Medusa'yı öldürmek için yanına gizlice yaklaşmakta kullanır. Benzer bir kask, Tarnhelm, Norveç mitolojisinde vardır. Galler mitolojisinin önemli düzyazılarından biri olan Mabinogi'nin ikinci bölümünde, Caswallawn(tarihi Cassivellaunus) Caradog ap Bran'ı, bir görünmezlik pelerini giyerek öldürür ve diğer resileri Büyük Britanya'nın yönetimine bırakır.
Çok yakın geçmişte, bir görünmezlik pelerini Harry Potter serilerinde kullanılmıştır. Ayrıca Edgar Rice Burroughs 1931 tarihli romanında A Fighting Man of Mars aynı fikri kullanmıştır. Erik the Viking filmindeki bir sahnede baş karakter, sadece pelerinin sahibi olan prensesin ahmak babasının üzerinde işe yaradığını fark etmeden, ödünç aldığı pelerinle daha çok komik bir betimleme yapar. Düşmanları bu tuhaf davranışı ve sahte görünmezlik iddiaları karşısında o kadar şaşırmışlardı ki onunla savaşamayacak kadar sersemlemişlerdi, böylece kolayca yenildiler
Star Wars'da, Star Trek'de ve ayrıca Stargate'de görünen gizlenme aygıtı, bilim kurgusal formda benzer bir kavramı temsil etmektedirler. Bilim kurguda, görünmezlik kavramı bilim fantezi formunda, doğal bilimlere dayanan formlarında göründüğünden daha çok görünmektedir.[3]
Nanoteknolojide Görünmezlik
Bir nesnenin görünmesi için, ışığın o nesnenin yüzeyinden yansıması gerekiyor. ingiltere’nin önde gelen üniversitesi Imperial College London profesörü John Pendry, olağanüstü optik özellikleri olabilen nesnelerin ışığı emerek yansımayı önleyebileceğini temelinde görünmezliğin bir yolunu araştırıyor. Meta-maddeler adı verilen bu tip ışığı emen nesneler, ışık demetinin etrafında dolaşmasını sağlayarak görünmezliğe erişiyor.
Meta-maddelerin içerdiği metal ve elektronik bileşenler özel olarak ışığı yansıtmayacak şekilde üretilebiliyor. Bilim insanları bunu elektrik ve manyetik alanlar ile ışığın yönü arasındaki ilişkiyi yönlendirerek yapıyorlar.
Bilim ekibi, ışığı geri yansıtmayacak özellikte, küre biçiminde bir meta-madde tasarladı. Bilim ekibinden Duke University profesörü David Smith, teorik olarak gerekli maddelerin ne olduğunu bildiklerini, esas zorluğun bunları pratiğe dökmek olduğunu belirtiyor.
Pendry ve ekibinin tasarladığı görünmezlik nesnesi şimdilik sadece görünebilir ışığın dışındaki dalga boylarında çalışıyor. Görünür ışık dalga boyları için bir görünmezlik düzeneği için nano ölçekte meta-maddeler üretmek gerekecek. Ancak bilim insanları, nano ölçekte metallerin özelliklerini kontrol etmenin zorluklarına dikkat çekiyor. Uzmanlar, farklı işlevler gören görünmezlik düzeneklerinin gelecek yıllarda üretilebileceğini de sözlerine ekliyor.[4]
Spiritualizmde Görünmezlik
Görünmezlik olayı insanlara her zaman çekici gelmiştir. H. G. Wells'in görünmeyen adamından Harry Potter'ın görünmezlik pelerinine kadar bütün bilim kurgucular, bunu hayal ettiler. Görünmezlik genelde mükemmel bir saydamlık olarak sergilendi. Oysa bu metot, bilinen ve bizim anladığımız doğa yasalarına ters bir düşünceydi. Üstelik saydam bir insan hareket ederken çok büyük güçlükler yaşayabilir ve temas ettiği her şeyde görünmeze dönüşebilirdi. Yani, görünmeyen bir insan için yemek ve içmekte bir sorun olmalı. Dolayısıyla, sindirim sistemi de görünmezliğe dönüştüğü için beslenmesi mümkün olamazdı. Çünkü, görünmeyen yiyeceklerinde bu yeni ortama uyum sağlamaları gerekiyordu. Bu sorunun sosyal ortamda ve giysilerde ortaya çıkacağını söylemek ise mümkün değil. Görünmezlik pelerini diye hayal edilen şey, aslında çevremizdeki fotonları yönlendiren veya değiştiren bir aygıt olmalıdır. Bu uçuk düşünce, bilimsel açıdan pek mantıksız değildir ama yanı sıra da bir sürü sorun getirir. Mesela eğer dışarıdan bir ışık gelirse, ışık sanıldığı gibi görünmeyen insanın içinden geçmeyecek, yansıyacak ya da yön değiştirecektir. Çünkü ışığın yasalarına göre hiç bir ışık görünmeyen insanın içine ulaşamaz.
Bu görüşler, geleceğe yönelik olarak ciddi ciddi tartışılıyor. Ekim 2006'da Londra imperial College'da Prof. Sir John Pendry tarafından verilen bir konferansta tartışıldı. Bu ilginç konferansın ana konusu, basit bir görünmezlik pelerininin gerçekten yapılıp yapılamayacağıydı. ilgi uyandıran bölüm ise temel ışık fiziğinin bu konuda yardımcı olabileceği idi. Üstelik temel fiziği bilen her yüksek okul öğrencisi bunun üzerinde çalışabilirdi. Sir John'un görünmezlik pelerini temelde bir gökkuşağına benzetiliyor. Yani ışığın bir prizmadan kırılması gibi. Aynı şeyi bir bardak suya soktuğumuz kalemde de görebiliriz yani görüntü asıl bulunduğu yerde olmayacaktır. Sir John ve onu destekleyen fizikçiler, ışığın bir objenin etrafında kırılması ile bunun mümkün olabileceği düşüncesindeler. Elbette ki bütün bunlar iddiaları kolayca açıklamıyor. Her bilim adamı gibi, Sir John'un ne demek istediğini tam olarak sadece kendisi biliyor.
Sonuç olarak eğer doğru ortam ve materyaller varsa gerçek bir görünmezlik pelerini yapmak mümkün hatta bunun yakın gelecekte denenebileceği de söyleniyor. Sir John bu vaatte bulunuyor. Bütün iddialar halen karmaşık ve ironik. Ama ilgilenmeye değer. DARPA (The defense advanced research projects agency), Sir John'un görünmezlik pelerinini gelecek yıllarda gerçekleştirebilmesi için gereken desteği sağlıyor. Kimbilir, birgün belki de Harry Potter'in pelerini bir yerlerde satılacak. Ne kadar işe yarayıp yaramadığını da o zaman anlayacağızdır.[5] -
334.
0Bu büyük şahsiyet kendi halkını, sonsuz sevgi ile seviyordu. Milli egemenliğe özel önem veriyordu. Bu sebepsiz değildir. Çünkü “milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler eriyor taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerinde yaratılmış kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdur” (4.s.179).Tümünü Göster
Bunun için de Türk halkı, devleti milli egemenliği elde etmeye çalışıyor. Bu yolda canından bile geçmeye her an hazır bulunuyordu. Dikkat yetirelim: “milli egemenlik ruhunda canını vermek benim için vicdan namus borcu olsun” (4.2.76).
Atatürk gibi büyük şahsiyetler hiçbir zaman yaptığı işlerle öğünmemişler. Bunları vatan, millet, halk karşısında mukaddes, kutsal borç, görev sayıyorlar (“Milli emeller, milli irade yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, tüm millet bireylerinin arzularının, emellerinin birleşmesinden oluşmuştur.) O diğer insanlarda öyle inanç yaratıyor. Tüm insanların emeğini değerlendiriyor. Zaferde her insanın kendi katkısı olduğunu gösteriyor. Dikkat yetirelim: “Askerlerimiz ayakları altında bir metre kadar kar, çamur olmasına rağmen düşmanlara karşı yürüye yürüye, seve seve gidip savaşıyorlardı.”
Budur vatanseverlik, millet, halk, yurt sevgisi! Düşmana kul, köle olmaktansa, onun esareti altında yaşamaktansa savaş meydanında ölüme gitmek daha şereflidir. Tarihen Türk yatakta değil, savaşta, at belinde, elde kılıç ölmüştür. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal “Ya istiklal, ya ölüm!”. ilkesi ile milli bağımsızlık mücadelesine başlamış, halkın da kendi ardınca zütürebilmiştir. O diyordu “Türk'ün haysiyeti, benliği ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle millet esir olmaktansa mahv olsa daha iyidir”.
Sonuç
Atatürk'ün kendi söylevleri Onun şahsiyeti konusunda çok açık bilgiler veriyor: “Bağımsızlık ve istiklal benim özelliğimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirası olan aşkı ile yaratılmış bir insanım. Küçüklüğümden bugüne kadar ailevi, özel ve resmi hayatımın her safhasını yakından tanıyanlar bu aşkı görmüşlerdir. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı olmalıyım. Millet ve ülkenin yararına olduğu takdirde insanlığın oluşturan milletlerden her biri ile çağdaş dünya için gerekli olan dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir hassasiyetle beğeniyorum. Fakat benim milletimi esir etmek isteyen bir milletin de bu arzusundan vazgeçene kadar amansız düşmanıyım… benim aciz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.” (6.s.34).
Mustafa Kemal Paşa “Atatürk” soyadını kendisi seçmemiştir. Türkiye'nin bağımsızlığı ve müstakilliği onun daha da gelişmesi, Türk halkının mutluluğu ve refahı için yaptığı hizmetlere göre Büyük Millet Meclisi özel bir kararla Ona bu soyadını vermiştir (1934).
Mustafa Kemal Atatürk 65 senedir ki, kutsal toprağa verilmiştir. Fakat Onun emelleri, ilkeleri yaşıyor ve her zamana yaşayacaktır. Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti günden güne gelişiyor. Dünya devletleri sırasında onun kendi yeri, konumu ve önü vardır. Bugün bir zamanlar Sovyetler Birliği'nin içinde yer alan Türk dilli Cumhuriyetler –Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan- bağımsızlığını kazanmış, kendi devletlerini kurmuşlar. Bugün Birleşmiş Milletlerin karşısında Türkiye Cumhuriyeti'nden başka beş Türk devletinin bayrağı dalgalanıyor. -
335.
0izmir SuikastiTümünü Göster
1925 yılı içinde ve 1926'nın başlarında inkılâpların önemli bir kısmı gerçekleşmişti. Bu arada Terakkiperver Fırkası irtica ile ilgili görülerek kapatılmıştı. irtica dalgaları zaman zaman ortada görülmekte idi. Eskiye bağlı olmaktan kurtulamayanlar, çıkarcı düşüncelerin etrafında birleşenler, cumhuriyete ve onun başındaki Cumhurbaşkanına karşı bir takım çalışmalar içindeydiler.
Bu arada, Gazi, 8 Mayıs 1926'da Konya'ya, 9 Mayıs'ta Tarsus'a, 10 Mayıs'ta Tarsus'a gelmiş, Taşucu Bucağı'ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 Mayıs'ta Adana'ya, 18 Mayıs'ta tekrar Konya'ya, 20 Mayıs 1920'de Bursa'ya, 13 Haziran'da da Balıkesir'e gelmişti. Bir ara Mudanya'ya geçen Gazi, 13 Haziran'da Balıkesir'de şerefine verilen ve elli kişiden fazla insanın katıldığı baloda, Muallimler Mugibi Heyetini takdirle dinlemişti.[1] 14 Haziran günü Balıkesir'den izmir'e geçeceği sırada izmir Valisi'nden izmir'de kendisine karşı bir suikast düzenlendiği haberini aldı. 14 Haziran gecesi Mustafa Kemal'e suikast girişiminde bulunacaklardan, ulusal bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal'in yanında yer almış olan Kadı Hurşit'in oğlu da vardı. Mustafa Kemal, babasının hizmetlerinden ötürü, 1920'de Büyük Millet Meclisi'ne Rize Milletvekili olarak Ziya Hurşit'i seçtirmişti. Mustafa Kemal, suikastçıların yakalanmasından sonra, 15 Haziran saat 19.00'da izmir'e doğru yola çıktı. 16 Haziran'da, Soma, Menemen'e uğrayarak, 16 Haziran akşamı saat 18.00'de izmir'e vardı.
Olayda, Terakkiperver milletvekillerinin parmağı olduğu anlaşılmıştı. 14 Haziran akşamı, ismet Paşa, izmir'den aldığı telgraflarla suikast olayını öğrenmişti. Gece yarısına doğru, Maraş Milletvekili Nurettin Bey'in evinde kalmış olan istiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçları, gece yarısı, ismet Paşa'nın kendilerini, içişleri Bakanlığı'nda beklediğini öğrendiler. ismet Paşa, onlara, suikast ile ilgili izmir valisinin mektubunu gösterdi.ilk iş olarak kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partili milletvekillerinin tümünün nerede olurlarsa olsunlar, tutuklanmalarına, evlerinin aranmasında bulunan belgelerin izmir'e gönderilmesine karar verildi. istiklâl Mahkemesi acele izmir'e hareket etti.
Suikastçı Ziya Hurşit kaldığı otelde tutuklanmıştı. Yatağının altından silah ve bombalar çıkarıldı. Ayrıca, yanında üç bin lira kadar para vardı. Diğer oteldeki üç kiralık katil, Çopur ismail, Laz ismail, Gürcü Yusuf adlı kişiler de yakalandılar. Suikast, Ziya Hurşit'in kaldığı Gaffarzâde Otelinin dar sokağında olacaktı. Sonra, suikastçılar motorla Sakız Adası'na geçeceklerdi. Suikastçıların yardımcıları kuva-yı milliye komutanlarından Sarı Edip, Çopur Hilmi ve Şevki adlı kişilerdi. izmir Milletvekili Şükrü Bey de bu işin içindeydi. Daha sonra, izmir suikastını Ankara'da planlandığı ortaya çıktı. Konu derinlemesine incelendi. Eskişehir Milletvekili Arif Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri yakalandılar.
16 Haziranda izmir'e gelmiş olan, Gazi, Ziya Hurşit'i otele getirtip, kendisiyle görüştü. Hükümet, bu arada suikast olayını ve tertipçilerinin yakalandığını halka duyurdu. Suikast girişimi nedeni ile kurulan istiklâl Mahkemesi ise daha önce belirttiğimiz üzere izmir'e gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı.
Suikastçılar şunları söylemekteydiler: Ziya Hurşit ve bir grup kişi Mustafa Kemal'e suikast yapmayı bir zamandır hesaplamaktaydılar. Onlar, bunun için kiralık katiller bile tuttular. Suikastı ilkin Ankara'da gerçekleştirmeyi düşünenler, tertibi, Gazi, Çankaya'dan köşke giderken, ya da gece Anadolu Klubü'nden ayrılırken, ve meclis binasındaki Cumhurbaşkanı locasında harekete geçmeyi hesaplamışlardı. Ama, bunlar hep plân aşamasında kaldı. Nihayet, Mustafa Kemal'in yurt gezisinden yararlanmak istediler. Laz ismail, kuşku çekmemek için, kız arkadaşı ile birlikte, suikast olanağını araştırmak için Bursa'ya gönderildi. Ama, Bursa'da sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine suikastı izmir'de gerçekleştirmeye karar verdiler. Ziya Hurşit ile yardımcıları, San Efe lakabıyla anılan ve eski bir jandarma subayı ve ittihat fedaisi olan Edip ile bağlantı kurdular. Edip, ulusal bağımsızlık savaşında çete lideri olarak ün kazanmıştı. Edip, Ziya Hurşit ve adamlarını daha sonra ele verecek Giritli Şevki ile tanıştırdı. Şevki, onlara yatacak yer sağladı.
Plân, bir virajda, Mustafa Kemal'in duraklaması ile geçilen hareket sonucu O'nu tabanca ile vurmak suretiyle gerçekleşecekti. Ancak, Gazi'nin gelişinin ertelenmesi plânı bozdu.[2]
Olayın duyulması, yurdun her yerinde büyük üzüntü ve heyecan yarattı. izmirliler, Gazi'nin kalmış olduğu Naim Plas Oteli'nin önüne gelip, sevgi ve saygı ve bağlılık gösterilerinde bulundular. Gazi, kapının önüne çıkarak halkı selamladı ve “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarına güveniyorum. Ben ölürsem bile soylu ulusumun beraber yürümekte olduğumuz yoldan ayrılmayacağına inancım vardır. Bu nedenle gönül rahatlığı içindeyim. Düşmanlarımız istedikleri kadar düşündükleri iğrenç çarelere başvursunlar. Onların son güçleriyle yapacakları davranışlar bizim devrim ateşimizi söndüremez. Onların, kendilerini zarara ve zaman zaman da milleti üzüntüye sokan akılsızlıklarına acıyorum. Cumhuriyet Hükümeti'mizin demir pençesi ve istiklâl Mahkemesinin adaletli eli duruma tam olarak hakim bulunuyor. Sayın halka, onun adaletli kararlarını soğukkanlılıkla beklemelerini tavsiye ederim” dedi.[3]
Gazi, bu suikast nedeni ile halkına önemli olanın inkılâpların yürümesinin olduğunu, bu yüzden halkına inancı nedeni ile rahatlık içinde bulunduğunu belirtmekle, halkına duyduğu güveni dile getirmiştir. Olayın adliyeye intikal ettiğini de açıklayarak, aşın hareketlerin önünü almak, lehinde büyük gösterilerin olmasını engellemek istemiştir.
Gazi, Ziya Hurşit ile yaptığı ilk konuşmada, kendisine uzun zaman beraber çalıştıklarını, bu harekete niye giriştiğini sormuş, Ziya Hurşit de “- Paşam, ne yapayım ki bugün huzurunuzda bu vaziyetteyim” demiştir. ikinci kez görüşmek isteyip, isteği kabul edilince, sığınıcı sözler söylemiş, Gazi de adliyeyi kastedip “- Ben intikamcı bir adam değilim. Fakat, iş artık mahkemeye intikâl etmiştir. Neticeyi beklemekten başka çare yok. Müdahale edemem” demişti.[4] -
336.
0Gazi'nin en büyük inkılâbı hiç şüphesiz cumhuriyetti. O, O'nun Türk halkı tarafından korunacağına inanıyor ve güveniyordu. 19 Haziranda, Anadolu Ajansı'na verdiği demeçte bunu şöylece belirtmişi: “Alçak teşebbüsün benim şahsımdan çok kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere dönük bulunduğuna şüphem yoktur. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla, cumhuriyetimize ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne kadar kopmaz güçte olduğu kanısına bir kez daha vardım. Temeli, büyük Türk milleti ve onun kahraman evlatları olan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda kurulmuş bulunan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan ilham alan ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceğini sananlar çok zayıf dimağlı bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri işleme uğramaktan başka elde edecekleri bir şey olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır (Sonsuza kadar yaşayacaktır). Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir.[5]Tümünü Göster
Mustafa Kemal, böylece en değer verdiği inkılâbın cumhuriyet olduğunu bir kez daha vurgulamak olanağını bulmuştur. O'na göre, Türk milleti, cumhuriyet ve yapılan inkılâplarla uygarlık yolunda bundan sonra durmadan ilerleyebilecektir.
Suikastçıların yakalanmasından ve haberin her yerde duyulmaya başlamasıyla, 19 Haziran'a kadar olan süre içinde, Gazi'ye, suikastı lanetleyen ve kınayan telgraflar gelmişti. Ayrıca, istanbul'daki bütün yabancı elçiler ve delegeler Gazi'ye yapılmak istenen suikasttan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi.[6] Ayrıca, her yerde suikast girişimini lanetleyen mitingler yapılmaktaydı. Gazi, 22 Haziran 1926'da, millete bir bildiri yayınlayarak, kendisi lehinde yapılan mitingler dolayısıyla yaptığı konuşmada, halkın inkılâpları koruma konusunda ne kadar titiz olduğunun bu mitinglerle ortaya çıkmış olduğunu belirterek şunları söylemişti: “Benim şahsımdan çok devletin varlığına yönetilmiş olduğu beliren gizli politik düzenler karşısında tüm ulusun duyduğu, pek ağır başlı ve soylu bir şekilde gösterdiği temiz duygular beni avutmaktadır. Bu gösteriler, inkılâp ülkümüzün, bütün ulusça, canı gibi koruduğuna parlak ve güçlü bir belge olmaktadır. Bu itibarla istiklâl için milletin saadet ve refahı ndıbına hissetmekte olduğum emniyet ve itimadı muvacehei millette (millet önünde) beyan etmekle büyük bir fahri sürür (onur ve sevinç) duymaktayım. Bu tezahürat esnasında muhterem ve necip (soylu) milletimiz tarafından şahsım hakkında lütfen izhar buyrulan samimi ve kalbi asarı (candan) muhabbetten mütevellid (doğan) derin şükranlarımı alenen ifaya müsaraat eylerim (açıkça duyururum)” Gazi, 23 Haziran'da da, basın mensuplarına cumhuriyetin ne kadar sağlam olduğunu açıkladı.[7]
Mustafa Kemal bu beyannamesi ile, Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı, üniversite, belediyeler, Türkocaklarının her tarafta lehinde yapılan mitinglere teşekkür etmiş olmaktaydı. 24 Haziran'da da, Genelkurmay Başkanlığından gelen ve ordunun üzüntülerini bildiren telgrafı da cevaplamıştı. Aynı gün, Yunus Nadi'ye verdiği demeçte, suikastın şahsına yönelmiş gibi görünmesine karşın, aslında, milletin talihine yönelmiş bir kurşun olduğunu açıkladı.[8] 27 Haziran'da ise, gazetecilere verdiği demeçte, insanların kutsal ve büyük hedeflere yürümesinin gerektiğini, böyle hareket edenlerin yaptıkları büyük fedakarlıklar sonucunda yükselebileceklerini ve bu şekildeki hareketlerin mutlaka açık olduğunu açıklamıştı. Ancak, gizli yolda hareket edenlerin sonuçlarının hüsran olacağını belirtmiştir.[9] Böylece, Îzmir suikastına yönelenlerin sonucunun ne olduğunu açıklayan Mustafa Kemal, inkılâp doğrultusunda yürüyenlerin hareketlerinin her zaman açık olduğunu da vurgulamıştır.
izmir suikastı nedeni ile 26 Haziran'da çalışmaya başlayan istiklâl Mahkemesi sorgulamalarını süratle tamamlamaktaydı. Bunlardan, Kara Kemal Bey kaçacak, ama sonra intihar edecektir. Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey de batı sınırında yakalanacak, istiklâl Mahkemesi'ne gönderildikten sonra, yargılanıp, asılacaktır. -
337.
0Gazi, 9 Temmuz 1926'da, izmir'den Ankara'ya hareket etti. 26 Haziran'da Millî Sinema Salonu'nda çalışmalarına başlayan izmir istiklâl Mahkemesi, 13 Temmuz'da, davanın izmir bölümünü karara bağladı ve idam kararlarını hemen yerine getirdi. Daha sonra, istiklâl Mahkemesi 16 Temmuz'da Ankara'ya geldi ve çalışmalarına orda devam etti. izmir'de 13 kişinin iddıbına karar verilmişti. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşalar ile bazı kişilerin suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.Tümünü Göster
ittihat ve Terakki Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bleda, istiklâl Mahkemeleri'nde süren davaları iki kısımda mütalaa etmektedir. Birincisi, izmir suikastı ile ilgili olaylar ve kişiler, cumhuriyetin ilânından sonra olagelen siyâsî olaylar ve bunlarla ilişkisi olan kişiler. Mithat Şükrü'nün ifadesine göre, O'nun davası ikinci grupta görülmekteydi. Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922'de istanbul istiklâl Mahkemesi'nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924'te sonuçlanmıştı. Bundan daha önce etraflıca bahsetmiştik. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. istiklâl Mahkemesi'nin çalışması sürerken, ilyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör ibrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, ilyas Sami Bey, 30 Aralık 1923'de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı.
12 Ocak 1924'de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924'de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi. Daha sonra, Şeyh Sait isyanı nedeni ile Şark istiklâl Mahkemesi kurulmuştu. 28 Haziran 1925'te, mahkeme Şeyh Sait isyanına katılanlar hakkındaki kararını vermişti. Aynı mahkemede tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda 30 Haziran ve 10-15 Ağustos 1925'te çeşitli yerlere yazılar yazılması kararının alındığını da bilmekteyiz. Şeyh Sait isyanı ile ilgili duruşma sırasında, gazeteciler de kışkırtıcı yayında bulunduklarından yargılanmışlar ve affedilmişlerdi. Bu arada 1926 Ocağı'nda Hazro'da ve Pötürge'de isyan edenlerin mahkemeleri de ocak ve şubat aylarında sonuçlanmış ve suçlular cezalandırılmışlardı. istiklâl Mahkemelerinin daha başka pekçok davaya baktıklarını bilmekteyiz. Ancak bizim burada konu ettiğimiz, 1926'daki izmir suikastı ve diğer siyasî olaylardır. Az önce belirttiğimiz üzere, Mithat Şükrü'nün davası siyasî tutuklular kısmına dahildir. izmir suikastına katılan Ziya Hurşit, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya'ya olayları kesin bir şekilde anlatmıştı. 27 Haziran günü başlayan mahkeme, 12 Temmuz 1926'da son bulmuş ve 13 Temmuz 1926'da karar okunmuştu. Bu mahkemede suçunu itiraf edenlerle, bazı inkarcılar yüzleştirilmekte ve gerçek ortaya çıkarılmaktaydı. Nitekim, suçsuz olduğunu ısrarla söyleyen Şükrü Bey ile Sarı Efe'nin (Edip) ve Ragıb Beylerin yüzleştirilmesi bu davanın esas noktalarından birini oluşturmuştu. Mahkeme izmir Milletvekili Şükrü, Saruhan Milletvekili Halis Turgut, istanbul Milletvekili ismail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü, Eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Sarı Edip Efe, Çapur Hilmi, Rasim, Laz ismail, Gürcü Yusuf, Eski Ankara Valisi Abdülkadir, Kara Kemal, Saruhan Milletvekili Abidin Beylerin iddıbına karar vermişti. izmir Mahkemesi'nden sonra, az sonra, siyasî suçluların yargılanması için mahkeme görevine Ankara'da devam etmiş, 26 Temmuz 1926 günü Mithat Şükrü'nün suçsuzluğu ortaya çıkmıştı.
17 Temmuzda Ankara'ya varmış olan istiklâl Mahkemesi, 18 Temmuzda çalışmalarına Ankara'da devam etti. Ankara'da ittihatçıların duruşması başladı. Sonuçta eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, ittihat ve Terakkî Partisi'nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey, Anayasa'yı değiştirmek, kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni devirmek ve zorla görev yapmasını önlemekten idama, bir kısım ittihatçı ise on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.[10][11][12][13][14] Rauf Bey sürgüne mahkum edilenler arasındaydı. izmir suikastının teşebbüs haberini izmir valisine (Kâzım Bey'e), motorcu Şevki Bey bildirmişti, kendisine 6500 lira mükâfat verilmesi kararlaştırıldı.[15][16]
Yahya Galip Kargı anlatıyor.
izmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra birgün bize şu olayı anlatmıştı:
«Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?- Evet, dedi. Ben yine sordum:- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?- Hayır.- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.» [17] -
338.
04. Murat ve Yenikapı EfsanesiTümünü Göster
4. Murat devri. Padişah tarafından, mey (şarap), afyon ve fal bakmak yasaklanmış. istanbul'da bütün meyhaneler ve keşhaneler, artık gizlice çalışmaya başlamışlar. 4. Murat, bir gece, tebdil-i kıyafet (kılık değiştirerek) istanbul'a indiğinde, karşıya geçmeye karar verip bir sandal kiralamış.
Sandalcı, müşterisinin sultan olduğunu bilmiyomuş tabii. Bir ara, sandalın yanından sarkan bir ipi çekmiş. ipin ucunda bir testi! Sultan, "Ne var o testinin içinde?" diye sormuş. Sandalcı, "Ne olacak, mey işte" diye gülerek müşterisine ikram etmiş. Her ne kadar yasaklamış olsa da, 4. Murat'ın alkolle arasının iyi olduğu bilinir. ikramı kabul etmiş; ama yine de, "Mey yasak. Hünkarımız görse kafanı vurdurtur diye korkmuyor musun?" diye sormaktan da geri kalmamış. Sandalcı da hâliyle, "Yâhu hünkâr nereden görecek bizi denizin ortasında?" demiş.
Aradan biraz zaman geçmiş. Sandalcı bu kez de, teknenin tahtalarından birini kaldırıp aradan afyon çıkarmış ve nargilesine atarak körüklemeye başlamış. Gönlü zengin adam, hemen müşterisine de ikram etmiş. Sultan yine kabul etmiş; ama yasağı yine hatırlatmış. Sandalcı aynı şekilde, "Kim görecek ki bizi denizin ortasında!'" demiş. Biraz daha vakit geçmiş. Bizim sandalcı cebinden fal taşlarını çıkarmış. Hünkâra, "Ver 5 akçe de falına bakayım." demiş. Fal 4. Murat'ın en kızdığı şeymiş, ama "Hadi biraz daha sabredeyim." diye düşünüp, "Bak bari... " demiş.
Fal taşlarını elinde çalkalayıp atan sandalcı, "Efendi, sorunu sor bakalım." demiş. Padişah, "Hünkâr, şu anda nerededir?" diye sormuş. Sandalcı taşlara bakıp; "Hünkâr, şu an denizdedir." demiş. 4. Murat, endişelenmiş gibi yapıp, "Sakın yakınımızda bi yerde olmasın?!" diye sormuş sandalcıya ve tekrar iyice bakmasını söylemiş. Sandalcı, taşlara tekrar bakmış ve birden, 4. Murat'ın ayaklarına kapanıp, "Affet beni hünkarım!" diye yalvarmaya başlamış. Kıyıya dönene kadar yalvarmaya devam etmiş. Padişah, dayanamayıp, "Sana bir soru soracağım. Eğer bilirsen, seni affederim. Bilemezsen kıyıya dönünce ânında boynunu vurduracağım." demiş. Sandalcı sevinçle, "Padişahım çok yaşa!" demiş ve merakla soruyu beklemeye başlamış.
4. Murat, sandalcıya, "Dönüşte istanbul'a hangi kapıdan gireceğim?" diye sormuş. Tabii sandalcı hemen itiraz etmiş, "Hünkarım, şimdi ben hangi kapıyı söylesem, siz başka kapıdan girersiniz. Affınıza sığınarak, gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam ve size versem; kapıdan geçtikten sonra okusanız olur mu?" demiş. Hünkâr, başını "Olur" anlamında sallayınca, sandalcı tahminini yazıp kağıdı vermiş.
Padişah, kağıdı alır almaz, daha bakmadan, yanındaki fedâîsine, "Hemen boynunu vur şu kâfirin" emrini vermiş. Sonra da, "Surlara yeni bir kapı açıla! istanbul'a oradan gireceğim." demiş çevresindekilere. Kapı 5-10 dakikada açılıp, padişah ve erkânı şehre girmiş. 4. Murat, bir ara, sandalcının kağıda hangi kapıyı yazdığını merak etmiş. Kendinden çok eminmiş, laf olsun diye cebindeki kağıda bakmış. Ama okuyunca hayretler içinde kalmış. Sandalcı, kağıda şunları yazmışmış: "Hünkarım, yeni kapınız vatana millete hayırlı uğurlu olsun"
O gün bugündür de işte o kapı, "Yenikapı" olarak anılıyormuş. -
339.
0Yüzbaşı Burkay ve Açığma-KünTümünü Göster
*
Kamlançu ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca; Yüzbaşı Burkay, yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Ona yaklaşıp şöyle dedi: "Yüzün, aya benziyor. Kaşın, yaya benziyor. Gözlerin, yeşil alası... Saçların, aslan yelesi... Yürüyüşün, turna gibi. Salınışın, suna gibi. Hangi yerden, kaynaktansın? Hangi boydan, oymaktansın?"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, bir şey söylemedi. Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay'a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini oynattı. içine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: "Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı? Yıldız mısın, güneş mi? Alev misin, ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın. Söyle, nedir senin adın, sanın?"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, bir şey söylemedi. Gülümseyerek Burkay'a baktı. Bu bakışla onun aklını başından aldı. Yüreğini derde saldı. içine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: "Beni niçin üzüyorsun? Gözlerini süzüyorsun. Kirpiklerin paralıyor. Bakışların yaralıyor. Rengin sanki çiçekten. Bilmem hangi çiçekten? ister darıl, ister kız. Tek adını söyle kız!"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, gözlerini Burkay'ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların, kırlarda esen rüzgarın, ormanda öten kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi: "Beşbalık'ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen, bilir; adım, sanım: Açığma-Kün'dür. Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam, çoktur; görünmeden dokunur sana…"
Burkay'ın yüreğine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. iyi yürekli kişi idi. Tanrı'ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapıncağa gidip Tanrı'ya yalvardı. "Tanrım! Yüreğimdeki odu söndür!" dedi.
Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti. Her gidişte Açığma-Kün'ü orada gördü. Her gidişte içindeki ateş yalazlandı. Her dönüşte tapıncakta Tanrı'ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam ağacının yanına gitmemeye karar verdi. Fakat güneşin her yeni doğuşunda kızın hasretine dayanamadı. Verdiği kararı unutup çam ağacının yanına geldi. Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip kendinden geçti.
Kırk birinci gün, çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı. Gözleri bulandı. Yüreği yandı. içi sıkıntıyla doldu. Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-Kün gelmeyince onu çam ağacına sordu. Ağaç, âh edip ağladı. "Onu ben de bekliyorum. Artık gelip bana yaslanmayacak." dedi.. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir akdoğan ah edip ağladı. "Onu ben de bekliyorum. Artık gelip beni koluna almayacak." dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü, öldü. Yeşil otlara sordu. Otlar ah edip ağladılar. "Onu biz de bekliyoruz. Artık gelip bizi çiğnemeyecek." dediler. Yanıp duman oldular.
Burkay, bezginleşip yerine, yurduna döndü. Açığma-Kün'den başka bir şey düşünmez oldu. Tapıncağa gidip yalvardı, olmadı. Ekşi kımız içip esridi, kâr etmedi. Tatlı şarap içip kendinden geçti, fayda vermedi. Kağan, savaş açınca; o da katıldı. Ölmek için atına zırhsız bindi. Oklar sağından solundan uçtu; biri değmedi. Kalkansız, tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından, solundan geçti; biri vurmadı.
Yine yurduna döndü. Açığma-Kün'den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı. Hasta olup yatağa düştü. Burkay'ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye okuyucular, bakıcılar, kamlar, bakşılar getirtti. Hiçbir ilaç, dua, hiçbir büyü fayda vermedi.. Günden güne eridi, soldu, bitti. Ölecek hale geldi. Bir gece Açığma-Kün'ün adını sayıklayınca; kadın, işi anladı. Bütün Kamlançu'ya adamlar çıkarttı. Kırk gün aradılar, taradılar. Açığma-Kün bulunmadı. Birgün ihtiyar, çirkin bir büyücü kadın geldi. "Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir. O, şeytanların akıllısıdır." dedi. Burkay'ı şeytan Kilimbi'ye zütürdü. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. "Bana onu verirsen, senin ordunda çeri olurum." dedi. Kilimbi, başını salladı. "Yüreğin, büyük derde girmiş. Kurtulmak zor. Buna çareyi bulsa bulsa Şeytanlar Başı Madar bulur." dedi. Burkay'ın içi yandı. Gözü dumanlandı. "Hiçbir çare yok mu?" diye sordu. Madar, başını salladı. Ellerini açtı. "Var," dedi. "Eğer evdeşini zütürüp Ejderler Kağanı Naranta'ya kurban adarsan Açığma-Kün'ü kaybettiğin yerde bulursun."
Burkay, hiçbir şey düşünmeden kabul etti. Gözünü sevda bürümüş, kanın çılgınlık yürümüştü. Evdeşini Naranta'ya adak verdi. Naranta, onu öldürüp yedi. Kadın, ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: "Burkay! iyiliğe kemlik ettin. Tanrı, seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde rûhun ıstırap içinde çalkalansın." dedi. Tanrı, bu dileği kabul etti.
Burkay, şeytan Madar'ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye yaprakları dökülüp kuruyan çam yine yeşermişti. Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay, yaklaşıp şöyle dedi: "Nerede kaldın ay bakışlı? Neden gittin inci dişli? Senin için hasta düştüm. Eller gezip dağlar aştım. Artık bana varmaz mısın? Derdime em vermez misin? Gel, benim ol çiçek yüzlüm! ipek saçlım, ışık gözlüm!"
Açığma-Kün, bir şey demedi. Büyülü gözlerle Burkay'a bakarak gülümsedi. Burkay'ın aklı başından gitti. Az kaldı kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu. Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-Kün'ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doyamadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. "Sen, insan değilsin. Peri Kan Katun'sun." dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. Sevgisi dinmez oldu. "Sen, Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun'sun" dedi.
Birgün; ihtiyar, çirkin büyücü kadın yine geldi. "Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir." dedi. Birlikte Madar'a gittiler. Madar, güldü. "Sen, Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun" dedi.
Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün'e "Beni seviyor musun?" diye sordu. Kadın, saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay "Beni seviyor musun?" diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu.
Böyle aylar geçti. Yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgına döndü. ıstırap ıstırap üstüne, keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi, ilaç bulamadı. Bakışlar geldi, çare edemedi. "Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı'nın cezasıdır" dediler. Burkay büyük ıstıraplar içinde öldü. Ölürken yine "Beni seviyor musun?" diye sordu. Kadın, onu saçlarıyla sardı, kollarıyla sıktı, öptü. Fakat bir şey demedi .Burkay'ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. inci gibi yaşlar aktı. "Istırap çekiyorum!" diye inledi. Fakat; "Ben de seni seviyorum" demedi.
Burkay, ölmekle ıstıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün'ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. "Istırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun" diye inliyor. O günden bu güne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay, her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün; "Sus sus, ben de ıstırap çekiyorum" diye yanıp yakılıyor. Fakat; "Ben de seni seviyorum." demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor.[1] -
340.
0Ölüm ve ÖtesiTümünü Göster
Hz. Adem'den beri gönderilmiş bütün semavi dinlerdeki en temel mesaj Allah'tan başka ilah olmadığı ve tekrardan diriliş yani ölüm ötesi ahiret hayatıdır. Kudreti sonsuz yüce Rabbimiz, insanı yaratmış ona akledebilme yeteneği vermiş ve yaşdıbını, yaratılışına en uygun şekilde sürdürebilmesi için Kutsal Dinleri göndermiştir. insanlar ise, çoğu zaman işlerine gelmediği için bu dinlere karşı çıkmış, bunları birer sapıklık ve bozgun olarak ilan etmiş, Allah'ın buyruklarını yerine getirmediği gibi bir de Allah'ın dinine savaş açma cesaretini gösterebilmiştir. Kuran'ın ayetlerinin söylediği gibi insan en güzel suretle yaratılmasına rağmen yaptığı bozgunculuktan dolayı aşağıların aşağısına da çekilmiştir.
Bugün, yaşadığımız dünya hayatına dört elle sarınılıp sanki sonsuz olan yaşam burası gibi yaşam sürülmekte ve zihinlerde ölüm ötesi hayat düşüncesinden en ufak bir eser bile bulunmamaktadır. inanan insan ise, attığı her adımı ölüm ötesi hayatı düşünerek atar, yaptığı her davranışı, söylediği her sözü... Bilir ki, bu dünya sadece bir imtihan sahasıdır ve tek kurtuluş bu dünyayı ahirete göre yaşamaktır.
Günümüzde dinsizliğe sahip çıkan, insanları dinsizliğe sevk etmeye çalışan, ömrünü bu davaya adayan insanoğlunun aldığı cesaretin sebebi de ölüm ötesi hayatı kabullenmemektendir. insanoğlunun sapkınlıklarının ve bozgunculuklarının önüne geçebilecek tek şey ahireti düşünebilmek ve ona göre davranabilmektir. inananlar, çoğu zaman dinlerine, dinsizlerin dinsizliklerine sahip çıktıkları kadar sahip çıkmamakta, "Din, Allah ile kul arasındadır." kavrdıbını dar anlamda yorumlayıp, insanları inandıkları ve savundukları düşünce ile sorumlu tutmayı yeterli görmekte ve bunca karalamalara ve sapkınlıklara kulak tıkamaktadır.
Muhakkak ki Allah dinini korumaya güç yetirebilir. Ancak inananlar da pasif olmamalı ve dinlerine sahip çıkıp her türlü şekilde Allah yolunda mücadele etmelidir. inanan bir kişi, kendini en güzel şekilde yetiştirmiş, Kuran'ı ahlakını almış, kendini Allah yoluna adamış olmalıdır. Ahireti her an düşünebilen, dilinden güzel sözleri Allah'ın hatırlanmasını, duaları düşürmeyen, gönlünde gerçek Allah sevgisini taşıyan, ruhu bu sevgi ve aşk ile tatmin bulmuş bir kişi olmalıdır. Duyarlı, düşünceli ve Rabbine karşı kalbi ürpererek boynu bükük olan, bir gülümsemeyi çok görmeyen ve kötülükten alıkoyup iyiliğe sevk eden... Daha sayabileceğimiz bir çok güzelliği ve özelliği ancak ölüm ötesi hayatı sürekli düşünerek ve Allah'tan isteyerek edinebiliriz. -
341.
0Can Çekişme AnıTümünü Göster
Şu iyi bil ki, miskin ve zavallı olan bu kulun önünde, can çekişmenin dışında, karşılaşacağı keder, korku ve azaptan başka hiçbir şey olmasaydı bile sadece ruhunun çıkış anındaki sancılar onun hayatını zehir etmeye, neşesini kaçırmaya, onu gafletten uzaklaştırmaya yeterdi. Bu, insanın üzerinde uzun uzun düşünüp çare araması ve en büyük hazırlığı yapması gereken bir haldir. Özellikle bu hal insanın (bilgisi ve yetkisi dışında) her nefes önüne çıkabilecek bir iş olunca, durum daha nazik olmaktadır.
Bu konuda hikmet ehlinden birisi şöyle der: “Başkasının elinde olan bir sıkıntının ne zaman gelip seni saracağını bilemezsin!”
Lokman Hekim oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Ey oğlum! Ölüm seni ne zaman karşılayacağını bilemediğin bir olaydır. Onun için sana anîden gelmeden önce ona hazırlıklı ol!”
Hayret etmemek elde değil! Eğer insan bir eğlence yerinde zevk-u sefa içerisinde eğlenirken bir asker gelip kendisine üç-beş sopa vursa hayatı zehir olur, ağzının tadı kaçar, zevki kalmaz. Aynı insan, her nefes alıp verişinde ölüm meleğinin her an canını alması tehlikesiyle karşı karşıya iken bundan gafildir. Bunun tek sebebi, cehalet ve içinde bulunduğu hayat ile aldanıştır.
Şunu da iyi bil ki, ölüm sancılarının verdiği acıyı onu tadandan başkası bilemez. Ölüm sancılarını tatmayanlar ise onu çektiği diğer acılara kıyas ederek ya da insanların son nefeslerini verirken geçirdikleri hâllere bakarak anlamaya çalışırlar.
Ölüm sancılarının kıyas yoluyla anlaşılmasına gelince: Şüphesiz ki içinde ruh olmayan bir aza/organ acı duymaz. Acıyı ve sancıyı hisseden ruhtur. Ne zaman ki bir aza yaralansa veya yansa bunun etkisi ruha sirayet eder, azaya isabet eden maddî zarar nispetinde ruh etkilenir. Acı veren şey ete, kana ve diğer uzuvlara dağıldığından ruha bu acıdan çok az bir şey isabet eder. Ama bu acılar içerisinde doğrudan doğruya ruha isabet eden, parçalara ayrılmayan bir acı bulunursa o gerçekten büyük, şiddetli ve dayanılmaz olur.
YANIK VE YARALANMA GiBi OLAYLARLA CAN ÇIKIŞININ KIYASLANMASI
Canın çıkma anı, acının bizzat ruhun kendisine isabet ettiği bir olaydır ve ruhun bütün kısımlarını kaplar. Vücudun derinliklerine dalan ruhun her zerresi bu acıyı hisseder. insanın vücudunun herhangi bir yerine bir diken batsa, kişinin hissedeceği acı, ruhun dikenin battığı yerdeki mevcudiyeti kadardır, sadece o kısımda acıyı hisseder. Yanığın acısının şiddetli olmasının nedeni ise ateşin (yakıcı maddenin) bedenin her bölümüne dağılarak sirayet etmesindendir. Yanan azanın gözüken ve gözükmeyen her yerine ateş değmiş gibidir. işte bu sebeple etin etrafında olan ruhun diğer cüzleri de bu acıyı hissederler. Yaralanma sadece bıçağın dokunduğu yerde olur; bu açıdan yaralanmanın verdiği sızı ve acı ateşin verdiği kadar olmaz.
Canın çıkışı anında duyulan acı ise bizzat ruhta olur ve onun bütün kısımlarını kapsar. Zira tepeden tırnağa; damarlardan, sinirlerden, mafsallardan ve eklemlerden kıl diplerine kadar bütün vücuttan çekilip çıkarılan ruhtur. Bu sebeple onun vereceği keder ve acıyı hiç sorma!
Nitekim ölüm sancıları hakkında şöyle denilmiştir: “Ölüm kılıç darbelerinden, testere ile biçilmekten ve makaslarla doğranmaktan daha acı verici bir olaydır.”
Bunun sebebi şudur: Kılıçla kesilmenin ruha acı vermesinin nedeni kesilen yerin ruhla irtibatlı olmasıdır. Bunun yanında, doğrudan doğruya ruhu kesen ve biçen bir şeyin ona verdiği elem ve ıstırabın nasıl olduğunu bir düşün!
Dayak yiyen birisi bağırıp yardım dileyebiliyorsa bu, onun bedeninde ve dilinde güç ve kuvvetin hâlâ var olduğu anldıbına gelir. Ölen bir kimsenin bu şiddetli sancılar içerisinde iken bağırıp çağıramayışının nedeni; üzüntü ve kederinin en son safhaya ulaşıp bu acı ve sızıların bütün bedenini kaplaması, etrafındaki insanlardan yardım dilemeye dahi takat ve kuvvetinin kalmayışındandır. O anda insanın aklı karışmış hatta gitmiş; dili ise tutulmuştur. Etrafındakiler ise ona yardımda bulunmaktan aciz kalmışlardır. Şayet iniltilerinden birazcık olsun kurtulabilse etrafındakilere seslenmek ve onlardan yardım dilemek ister ama buna güç yetiremez.
Eğer onda biraz kuvvet kalabilmişse ruhunun çıkartıldığı anda boğazından ve göğsünden hırıltılar gelir. Artık rengi solmuş, çehresi ekşimiştir. Sanki rengi asıl yaratıldığı şey olan toprak rengine dönmeye başlamıştır. (Gergin olan) damarları kendi yerlerine çekilmiştir. Elem ve ıstırap içine ve dışına vurmuştur, öyle ki, göz bebekleri gibi yukarıya yönelmiştir. O anda insanın dudakları kasılır, dili büzüşür, yumurtalıkları merkezine çekilir ve parmak uçları yeşil gibi bir renk almaya başlar.
Bedeninden bütün damarları çekilen birsinin hâlini bana hiç sorma! Damarlarından birisi çekilen kişinin durumu bile gerçekten pek çetin olurdu. O hâlde acı ve ıstırap içerisinde ruhu çıkarılan birisinin durumu nasıl olur! O, bir değil bütün damarları çekilen birisidir!
Sonra her uzuv yavaş yavaş ölmeye başlar. Önce ayakları soğumaya başlar, sonra bacakları, ardından da uylukları.. Her aza acı üzerine acı; belâ üzerine belâ hissetmeye başlar ve nihayet can gırtlağa kadar dayanır. işte o zaman, bakışlarını dünyadan ve ailesinden çevirir. Artık (önceden tövbe etmemişse) tövbe kapısı ona kapanır, kendisini hasret ve pişmanlık kuşatır. Bu hususta Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Can (ruh) boğaza dayanmadıkça kulun tövbesi kabul olunur.” [1]
Mücâhid (rah) Nisâ sûresinin:
“Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca «Ben şimdi tövbe ettim» diyenler için kabul olunacak tövbe yoktur” [2] âyetinin tefsirinde şöyle demiştir:
“Bu vakit ölüm meleğinin kişiye göründüğü vakittir. O vakit Azrâil'in yüzü yavaş yavaş görünmeye başlar. işte bu sebeple can çekişme anındaki peş peşe gelen sancılar ve ölüm acısı öyle şiddetli olur ki, nasıl olduğunu hiç sorma!” Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöyle duada bulunmuştur:.
“Allah'ım! muhafazid'e (s.a.v) ölüm sancılarını kolaylaştır.” [3] -
342.
0Atatürk'ün Vatanseverlik ve Milli Benlik Bilincine ilişkin GörüşleriTümünü Göster
Prof. Dr. Akif ABBASOV
Azebaycan Cumhuriyeti, Tahsil Problemleri Enstitüsü, Bilim Kurulu Başkanı, Bakü-Azerbaycan
Özet
Makale Türk Dünyasının büyük önderi Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ün kendi milletine ve halkına bağlılığından onun milli kahramanlığından, milletini zafere gitmesine ruhlandırmasından, yurttaşlık terbiyesinden ve düşmanlığını yenerek bağımsız müstakil cumhuriyet kurmaktan bahsediyor.
Abstract
The thesis deals with Mustafa Kemal Ataturk's, the great and prominent figure of the Turkish world, relation to his nationwide heroism, his way of enspiration his nation to win a victory, his feeling of patriottism and struggung adainst the enemies and winning a victory over them.
Giriş
Mustafa Kemal Paşa Atatürk (1881-1938) Türk dünyası tarihinde ve aynen tüm dünyada ismi ebedi kalan şahsiyetlerdendir. Bugün dünya devletleri sırasında kendine has yer alan, günden güne gelişen Türkiye Cumhuriyeti müstakil ve bağımsız ülke gibi varlığını sürdürmesinde kuşkusuz Atatürk'e borçludur.
Birkaç yüzyıl boyunca dünyaya kendi iradesini gösteren Osmanlı imperyası XIX. yüzyılın sonlarında çökme devri yaşıyor, yarı bağımlı durumdaydı. XX. Yüzyılın ilk yıllarında O artık bağımlılık altında idi. Emparyalist devletler Osmanlı Türkiye'sini kendi içlerinde paylaşmakla ilgili anlaşmaya varmışlardı. Onların yaptıkları anlaşmaya esasen doğu bölgeleri Rusya'ya, Suriye ve etrafı Fransa'ya verilecekti. Anadolu'yu Almanlar, Mezapotamya ve izmir-Aydın demiryolu boyunca olan bölgeni ingilizler işgal etmek istiyordu.
Tüm bunlar düşmanların 1915-1917 yıllarının planları idi. istanbul hükümetinin 10 Ağustos 1920'de baskı altında zor duruma düşürülüp imzalatıldığı Sevr Anlaşması Türkiye'nin bir devlet gibi mahv olması demekti. Türkiye'nin elinde yalnız orta Anadolu kalıyordu. Bu hususta sonralar Mustafa Kemal Paşa yazıyordu: “Osmanlı memleketleri tamamen bölüştürülmüştü. Ortada bir avuç Türk'ün donandığı bir ata yurdu kalmıştı. Son amaç bunun da bölünmesini hayata geçirmekti. Osmanlı devleti onu istiklale, padişah ve halife, hükümet, bunların hepsi kendi anldıbını yitirmiş ifadeden oluşmuştu (1.s., 109-110).
Mustafa Kemal anavatanın durumuna ilgisiz kalamazdı. O, Türk halkının milli bağımsızlık mücadelesine katılmaya çağırdı ve 1918 yılında bu mücadeleye önderlik görevini yapmayı üstlendi.
Atatürk becerikli, uzak gören politikacı, metin ve kudretli önder, ölümün gözüne dik bakan ünlü harp adamı olduğunu daha 1915'te Conkbayırı'nın savunmasında, Çanakkale Savaşları'nda ispatlamıştı. O Türk askerlerinin de zafere iman duygusu oluşturmayı beceriyor ve kendisi de onlara örnek oluyordu. Conkbayırı'nın savunulması zamanı at belinde ordunun karşısına çıkarak askerlere şu sözlerle müracaat etti: “Ben size geri dönmeyi değil, ölmeyi emrediyorum!”.
Büyük önderin, ordu kumandanlarının ve Türk askerlerinin fedakarlığı sonucunda Çanakkale savaşları ingilizlere karşı zaferle sona erdi. Böyle kudret, azim, inat, irade, kahramanlık ve iman sayesinde Türkiye kurtuldu. Arazi bütünlüğünü, bağımsızlık korudu ve 1922'de düşmanlara karşı tam zafer kazandı. Daha 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar bölgesinde 200 bin kişilik Yunan ordusu kuşatmaya alındı, düşman mağlup duruma düşürüldü ve Yunan kumandanı mahvedildi. Az sonra 1.Yunan ordu komutanı Trikopis, 2. Yunan ordu komutanı General Diyenis ve birkaç yüksek statülü Yunan harp adamı esir alınmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bu büyük insanın hayatı, faaliyeti ve mücadelesi vatana, millete hizmetin, sadakat ve itibarın güzel örneğidir. Bunun için de vatan, millet, vatanseverlik, bağımsızlık ve istiklal konusunda Onun söylevleri cevapsız kalmıyordu. Kitleleri mücadeleye çağırıyor, savaşa, düşmanı yenilgiye uğratmaya, zafere zütürüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ölmez önderi Atatürk'ün vatan, vatanseverlik, millet, milli benlik bilinci ve liyakati ile ilgili söylediği düşünceler bugün de kendi önemini yitirmemiştir.
Mustafa Kemal şu ilkeyi önemsiyordu ki, her milletim kendi mukadderatına kendinin hakem olmasına hakkı var ve gösteriyordu ki, yeryüzünde yaşayan tüm milletler için bu hukuku geçerli sayıyor. O, vatan için ölmeyi şerefli iş zannediyor ve halkı bu mukaddes iş için mücadeleye çağırıyordu. “Kurtuluş çarelerini vatanın göğsünde ölünceye kadar birlikte temin etmeye çalışacağız” (2.s.30).
Bunun için de vatanın müdafaasına mukaddes toprakta sonuncu düşman bulunana kadar devam etmeyi önemli sayıyordu (“Milli müdafaamızı düşmanların bayrakları babalarımızın ocaklarında çekilene kadar devam ettireceğiz”).
Atatürk milli benlik ve liyakat duygusuna sahip olmanın gerekliliğini Türklerin esaretini kabullenmeyen millet olmasını defalarca tekrar ediyor. Bunun pratik faaliyetlerde ispatlamayı kitlere öneriyordu. Bu bakımdan aşağıdaki düşünceleri örnek gösterebiliriz: “Türk milleti ölmek istemez. O, daima yaşayacaktır… (3.2.682). Türk esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır (4.s.230)”. Mustafa Kemal'e göre millet düşmanın esaretinden kurtulduğu zaman asil millet gibi yaşamak hukukuna sahip oluyor. “Yalnız ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır.”.
Atatürk inamla söylüyordu “ ülkemizin ellide biri değil, her tarafı mahv olsa, her tarafı ateşler içinde yansa da biz bu toprakların üzerinde her tepeye çıkacağız ve orada müdafaa ile uğraşacağız” (5. s.78).
Mustafa Kemal Türkiye'nin kurtuluşunun köklerini halkın kahramanlık ve vatanseverlik ruhunda, mücadele azminde, birliğinde görüyordu. Vatan toprağı tehlikede oldukta herkes birlikte ayağa kalkıyordu. Atatürk “Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için tüm ziyalıların, herkesin hazır bulunması gerekir.” Düşüncesini belirtiyor ve halkın onun çağrısına bir bütün olarak yanıt veriyordu. Atatürk görüyor ki, “Milli mücadelenin önünde olan, doğrudan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet bireyleri, anneleri ile, babaları ile, ablaları ile birlikte mücadeleyi kendilerine ideal biliyordu.”
Mustafa Kemal Paşa Lozan barış antlaşmasını Türk milletinin büyük eseri adlandırıyor, onun Osmanlı devletine ait tarihte benzeri görülmemiş bir politik zafer sayıyordu. Bu sebepsiz değildi. 20 Kasım 1992'de toplanan Lozan barış konferansı Atatürk'ün belirttiği gibi “Türk milleti aleyhine yüzyıllar boyunca hazırlanmış ve Sevr anlaşması ile son bulduğu zannedilen büyük bir suikastın lağvini belirten bir belge idi.” Türkiye'nin bir devlet gibi mahv olmamasında, düşmanlarla dürüstçe çarpışmasında Atatürk'ün büyük hizmeti vardır. Fakat bu büyük insan zaferlerin yalnız onun ismine yazılması ile razılaşmıyor ve bu hususta söylüyordu. “ Tüm bu uğurlar yalnız benim eserim değildir ve olamaz… Tüm milletin kararı birlikte imanla çalışmanın sonucudur. Kahraman milletimizin ve ünlü ordumuzun kazandığı uğurlar ve zaferlerdir” (4.s.76-77).
Bu düşünce gösteriyor ki, Mustafa Kemal nasıl tevazukar, büyük kalpli, millet ve vatan sevgisine sahip bir samimi insandır. Fakat bu da bir hakikattir ki, eğer meydanda Atatürk olmasaydı onun yöneticilik, önderlik becerisi, taktiği olmasaydı kısa zaman zarfında orduyu düzenli hale getiremeseydi, halkı seferber edemeseydi Türkiye üzerine yürüyen zulümkar ve amansız birkaç devletin karşısında dayanamazdı.
Tarihte şahsiyetin önemi büyüktür. Sanki büyük Tanrı Türkiye'nin böyle ağır günlerde ağır sınava maruz kaldığı bir devirde Türk halkına kudretli bir evlat, tüm zorluklara tehlike ve zulümlere gögüs germeyi beceren, masallarda söylenildiği gibi “ok geçmez, ateşte yanmaz, suda batmaz” efsanevi bir kahraman göndermiştir. -
343.
0Atatürk'ün Gizli Kuzey Irak HarekatıTümünü Göster
Atatürk'ün, 1922 yılında K. Irak'a gizli bir operasyon düzenlettiği, ancak operasyonun başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıktı.
Mustafa Kemal 1922 yılında ingilizler'in faaliyetinden rahatsız olduğu için, Lozan görüşmelerinden önce gizli bir askeri harekât emri verdi. Yarbay Şefik Özdemir Bey'in "şahsen" yürüttüğü izlenimi verilen Revanduz Harekâtı, gerilla taktikleriyle yürütüldü ve bir yıldan fazla sürdü. Barzani aşiretinin lideri Şeyh Mahmut, ingilizler'in girişimlerine karşı koyarak harekâta destek vermişti. Talabani aşiretiyse ingilizler'e bağlı kaldı. Harekât önce başarılı olsa da sonuç vermedi ve belki de tarihin akışını değiştirdi. işte Harekât'ın çarpıcı ayrıntıları….
Günümüzde Kuzey Irak'taki Süleymaniye, Telafer ve Revanduz gibi yerleşim alanlarını kapsayan bölge, Osmanlı döneminde 'Elcezire Cephesi' olarak adlandırılıyordu ve Kurtuluş Savaşı sırasında bugünkü kadar sıcaktı! Hatta Mustafa Kemal 1 Şubat 1922'de telgrafla o sırada Milis Kaymakam (Yarbayı) rütbesindeki Özdemir Bey'e emir vermiş ve bölgeye gizli bir harekât düzenlenmişti. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'nın (ATASE) arşivinde bulunan bu emrin röprodüksiyonunu Yeni Aktüel'e veren Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi ve 'Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye' kitabının yazarı Doç Dr. Derviş Kılınçkaya, Atatürk'ün Musul sorunu konusunda resmi olarak silahla çözüme gitmemiş görünse de Özdemir Bey'i görevlendirip gayrı resmi olarak doğrudan müdahale ettiğini belirtiyor. Kanıtları Genelkurmay, Başbakanlık ve TBMM arşivlerindeki belgelerde bulunan bu harekât kamuoyunda pek bilinmese de bölge ve Musul sorunu üzerinde çalışan uzmanların araştırmaları karanlıkta kalan bu döneme ışık tutuyor.
Türk Askeri Tarih Komisyonu ve Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi Genel Kurulu üyesi olan Dr. Zekeriya Tüzmen de bu uzmanlardan. Tüzmen'in Atatürk Araştırma Merkezi tarafından yayımlanan "Musul Meselesi - Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925)" kitabıyla aynı merkezin dergisinde yayımlanan "Özdemir Beyin Musul Harekâtı ve ingilizler'in Karşı Tedbirleri (1921-1923)" makalesi konuyla ilgili en yetkin kaynaklardan ikisi. Kitaba ve makaleye göre, Musul 10 Kasım 1918'den itibaren ingiliz işgali altında kalsa da, ingilizler bölgeye hâkim olamamıştı. Türk Genelkurmayı hâkimiyet kurabilmek için bölgeyi, aşiretleri ve gelenekleri iyi bilen ve Antep'te Kuvayı Milliye komutanlığı yapmış olan Özdemir Bey'i görevlendirdi. Görev resmi değil, şahsi görünecekti; bu yüzden görevlendirilen birlik Aneze ve diğer aşiretlerdeki savaşçılarla Fransız ordusundan kaçan Tunuslu ve Cezayirli erlerden oluşturuldu. Özdemir Bey'e de bölge halkının dininançlarına saygılı olması, halka ve özellikle aşiret reislerine düşüncelerini sorması; halka, ingilizler'in islam birliğini parçalamak ve memleketlerini işgal etmek amacı güttüklerini anlatması, Irak Kralı Faysal'ın da tamamen ingiliz isteklerine göre hareket ettiğini ifade etmesi talimatı verildi. Özdemir Bey'in bölgeye ulaştıktan sonra Diyarbakır'daki Elcezire cephesi komutanlığına gönderdiği bir rapor oldukça anlamlı:
"Bu havalide, mevcut aşiretler ve milli kuvvetlerin miktarı isterse on binlere ulaşsın, her türlü teçhizatı da mevcut bulunsun, kendi kendilerine düşmana bir fişek bile atmaları imkânsızdır. Bunların içlerine her halde az çok bir kuvvet ithaliyle mevcudiyetlerini takviye ve ayni zamanda kendi iradelerine rağmen kafalarına vura vura ateş hattına sevk etmek mümkün olacaktır."
Bu saptamaya karşın Özdemir Bey; Sürücü, Barzani, Zibarlı ve Balıklı aşiretlerini yanına çekebildi. Özdemir Bey'in bölgedeki başarıları üzerine ingiliz yetkilileri Londra'ya gönderdikleri raporlarda Irak'taki birliklerinin ya takviye edilmesini ya da bölgenin tamamen boşaltılmasından yana olduklarını ifade etti. Raporlardaki bilgilere göre, bölgeye asker sevk etmenin zorluğunu dile getiren ingiltere Savaş Bakanlığı mevcut kuvvetlerle Musul'un savunulmasını ve kademeli olarak Türkler'e sezdirmeden bölgeden geri çekilmeyi tavsiye etmişti. Lozan Konferansı öncesinde savaşı büyüterek gerginliği tırmandırmak istemeyen ingilizler, sadece hava bombardımanlarını sürdürdüler.
ingilizler Barzani aşiretinin lideri Şeyh Mahmut'a karşı da önde gelen aşiret reislerinden Seyyid Taha ve Simko'yu kullanmak istedi. Bu sırada Türk ordusu izmir önlerine gelmişti. TBMM Başkanı Mustafa Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Musul cephesindeki gelişmeleri de izliyordu. Ancak konferans başladıktan sonra Türkiye diplomasiye daha çok önem verdi. ingiliz saldırılarına dayanamayan ve gerekli desteği alamayan Özdemir Bey ise geri çekilerek iran'a geçti ve 10 Mayıs'ta Van'a ulaşınca askeri harekât bitti. Kurtuluş Savaşı'nın önde gelen isimlerinden ve 1922-1923 arasında birkaç ay başbakanlık da yapan Rauf (Orbay) Bey ise, Özdemir Bey'in iran'a gitmesini onaylamıyordu ve Genelkurmay'a yazdığı yazıda Özdemir Bey'in başına buyruk hareket ettiğini belirtmişti.
"Bölgede ingiliz baskısı çok kuvvetliydi"
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Askeri Tarih Komisyonu asli üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Batı cephesinde savaşı sürdüren Türk ordusunun bölgede yeni bir cephe açması mümkün olmadığı için bu yola başvurduğunu belirtiyor. Güler, Özdemir Bey'in başlangıçta önemli başarılar elde etmesine rağmen daha sonra para, malzeme ve silah yardımı alamadığı ve haberleşme zamanında yapılamadığı için başarısız olduğunu, bunda bazı aşiretlerin ihanet etmesinin de etkili olduğunu ekliyor.
'Elcezire ve Özdemir Harekâtı' kitabının yazarı Murat Güztoklusu da bölgedeki irtibatın zorluğuna ve kış şartlarına dikkat çekiyor: "Zaho üzerinden harekât yapılabilseydi başarılı olunurdu ancak askeri birliklerimizin çoğu Batı cephesindeydi". Güztoklusu'na göre asıl nedense harekâtın yönetiminin Özdemir Bey Revanduz'a geldikten kısa süre sonra Elcezire'den alınıp Doğu cephesine verilmesi!
Mustafa Kemal'in çekincesi Kürdistan değil, Ermenistan'ın kurulmasıydı
Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin iddiasına göre Atatürk'ün Musul bölgesine önem vermesinin sebebi petrol kaynakları değil, bölgede Ermenistan devletinin kurdurulmasını engellemekti. Barzani aşiretinin 1919 yılındaki lideri Şeyh Mahmut Efendi'ye gönderdiği şu telgraf Mustafa Kemal'in bu konudaki hassasiyetini göstermesi bakımından anlamlı:
"Şeyh Mahmut Efendi Hazretlerine, Erzurum, 13 Ağustos 1919.
(... ) Yurdumuzun Ermeni ayakları altında çiğnenmesine ve ulusumuzun Ermeniler'e tutsak olmasına olur verecek hiçbir Müslüman düşünülemez. Düşmanlarımızın her yerdeki davranışları hep yurdun parçalanması ve ulusumuzun tutsak olması amacına yöneliktir. Ulustan güç almayan ve tutsak durumunda bulunan hükümet beceriksizlikten başka bir eylem gösterememiştir. (... ) [1][2] -
344.
0Bilgisayarınızdaki Gizli TehlikeTümünü Göster
Bilgisayar ve cep telefonu kullanıyorsanız, bu haberi çok dikkatli okuyun...
Bilgisayarlardan, cep telefonlarından, PDA'lerden ve diğer benzeri dijital depolama alanı kullanan cihazlardan silindiği sanılan bilgiler, bilinenin aksine hemen silinmiyor ve duruma göre yıllarca kalabiliyor, istenilen zaman yeniden elde edilebiliyor.
Dijital depolama alanlarına yüklenen her bir bilgi için bilgisayar bir adres ya da veri yolu oluşturuyor. Böylece örnek.doc ya da örnek.jpg gibi herhangi bir dosyayı açmak isteyen kullanıcının komutunu alan bilgisayar, söz konusu adres yolunu kullanarak ilgili dosyayı ekrana getiriyor. Bilgisayar, dosya "Geri Dönüşüm Kutusu/Çöp"e atıldıktan sonra bile adres bilgisini saklarken, kutu boşaltıldığında; bu adres, bilgisini kaybediyor; ancak dosya dijital depolama alanında kalmaya devam ediyor.
Örneğin, 10 MB depolama alanı olan ve 9 MB'ı (Yani yüzde 90'ı) resim, video gibi yazılımlar gibi çeşitli bilgilerle dolu olan bir harddisk'ten 1 MB büyüklüğündeki bilgi silinerek "Çöpe" gönderildiğinde tekrar yerine koymak mümkün. Ancak çöp kutusu boşaltıldığında bilgisayar adres yolunu kendi hafızasından siliyor ve o dosyalar görünmez oluyor. Bu durumda bilgisayarda adreslenebilir ya da adreslenemez 2 MB'lik bir alan kalıyor. Kullanıcı bilgisayarına 2 MB'lık bilgi yüklemez ya da silmezse, silindiği sanılan ve görünmez olan söz konusu 1 MB'lık bilgi daha sonra özel adresleme yazılımları sayesinde recover (yeniden adresleme/geri kazanma) edilebiliyor.
Teknolojinin hızla gelişmesine paralel olarak dijital depolama alanlarının da büyüklüğü hızla artıyor. Günümüzde bir çok bilgisayar en az 200 GB (200.000 MB) ve üzeri kapasiteli harddiskler yüklü olarak satılıyor. Ancak normal bir kullanıcı, oyun, yazılım ve film gibi materyallerle bu kapasitenin ortalama yüzde 50'sini değerlendirebiliyor. Bu bilgisayara tek bir A4 büyüklüğünde ve ortalama 25 KB'lik Microsoft "Word" ya da OpenOffice "Writer" sayfasından ya da 100 KB'lık resimlerden binlerce kaydedilebildiği düşünülürse, bunlardan bir bölümü silinse bile, dijital depolama alanına çok yer kaplayan başka yazılımlar yüklenmezse silindiği sanılan bilgiler uzun aylar, hatta yıllar boyunca bilgisayarda kalabiliyor.
ASKERi BiLGiLER MP3'DE
Yeni Zelanda'lı Chris Ogle isimli gencin yaşadığı olay, bilgi güvenliğinin önemine güzel örneklerden birini teşkil ediyor. Ogle, ABD'nin Oklahoma eyaletinden 9 dolara satın aldığı ikinci el MP3 çalıcıyı bilgisayarına taktığı ve recover ettiği zaman, Amerikan ordusunun Irak ve Afganistan'da görevli birliklerinde yer alan personele ait isim listeleri, görev özetleri, sosyal güvenlik ve cep telefonları gibi bilgilere ulaştı.
Afganistan'da, Kabil dışındaki Bagram askeri hava üssünden çalınan bir bilgisayardaki bilgilerde de yine silinmiş ama kaybolmamış stratejik dokümanlar elde edilmişti. Benzer olayların yaşanmaması için Amerikan Savunma Bakanlığı, bilgisayarlarda USB kullanımını yasakladı.
ABD başkan adayı John McCain'in kampanyası sırasında kullanılan ve sonrasında 20 dolara satılan bir cep telefonunda da kampanyaya bağış yapanların bilgileri, cep telefonları, adresleri, elektronik posta bilgileri ve resimleri bulunmuştu.
Cep telefonlarına takılan harici hafıza kartları da telefon çalındığı zaman, resim, video gibi kişiye özel bilgilerin bir anda üçüncü kişilerin kontrolüne geçmesine neden olabiliyor. Bilgi güvenliği uzmanları, kullanıcılardan cep telefonlarını iyi korumalarını ve tamire verecekleri zaman harici hafıza kartlarını mutlaka çıkarmalarını öneriyor.
Denize düşürülmüş, kırılmış ya da yanmış ama tamamen yok olmamış harddisklerden dahi bilgi yeniden elde edilebiliyor.
TAMAMEN SiLMEK MÜMKÜN
Ancak bazı yazılım şirketleri, yeniden kazanımı engellemeye yönelik yazılımlarıyla bilgilerin "gerçekten" silinmesini de sağlayabiliyor. Söz konusu yazılımlar, adres yolu silinmiş ancak harddisk'in görülmeyen bölümünde bekleyen dosyaları buluyor ve aynı ofislerde kullanılan kağıt öğütme makineleri gibi parçalara ayırıyor. Dosyalar yeniden birleştirilemez, dolayısıyla recover edilemez hale getiriliyor. -
345.
0Astral Beden ve AuraTümünü Göster
Varlık, potansiyel enerjisinin ancak 'luk bir kısmıyla bu dünyada yaşarken, şuurunun da tamamım değil sadece 'luk daraltılmış kısmı kullanabilir. Dolayısıyla sahip olduğu pek çok ruhsal yeteneklerini bu dünya yaşamında kullanamama durumuyla karşı karşıya kalır. Bütün bunların sonucu olarak, kendisini sadece bedenden ibâret bir varlık olarak görme yanılgısı içine dâhî düşebilir. Oysa ki, "ben" dediği bilinci, asıl rûhunun sonsuz imkânlarından sadece; ama sadece çok küçük bir kısmıdır...
Şuûrun toplandığı birden fazla merkez vardır ki bunlardan bir tanesi, çok eski devirlerden beri astral beden ya da esiri beden olarak isimlendirilmiştir.
"Belirli sinir merkezlerine bağlı bulunan, bir çeşit seyyal enerjetik maddeler toplamıdır." da diyebiliriz bu astral bedene...
Bu enerjetik bedenin fiziki bedenle irtibatından doğan bir ışınım vardır. Mavimsi-gri renkteki bir dumana benzer görüntüsü olan bu ışınımı, bazı medyomik hassâsiyete sahip insanlar görebilmektedir. Bu ışınım hareketi; fiziki bedenin her yerinde, çeşitli renklerde kendini gösterir. Biyomanyetik bu enerji alanına hepimizin bildiği gibi Parapgiboloji'de "Aura" ismi verilir.
Anlayışımızı kolaylaştırmak için fizikî bedeni bal peteklerine benzetecek olursak, söz konusu enerjetik astral bedenin bu petekleri dolduran bir akışkan olduğunu söyleyebiliriz...
Belirli bir şekli olmayan bu maddeler topluluğu, varlığın düşünceleriyle istenilen bir görünüme sokulabilir. Hayâlet gördüğünü iddia eden insanların gördükleri şey, aslında işte bu astral bedenin çeşitli şekillere bürünmüş h♪lidir... Yâni hayalet denilen şey; rûhun görüntüsü değil, ruhsâl enerjinin şekillendirdiği astral bedendir.
1960'lı yılların sonlarına dünyanın birçok ülkesinde bu konuyla ilgili çalışmalar, doğru önemli sonuçların alınmasına yol açmıştır. Hatta ruhsâl bir enerjinin varlığını kabul etmeyen ve materyalizmin kalesi olan eski Demirperde Ülkeleri'nde bile...
Örneğin; 1968 yılında Çekoslovak ve Bulgar bilim adamları, dünya kamuoyuna ortak bir açıklama yaparak; bitkiler ve hayvanlar da dahil olmak üzere, tüm canlı varlıkların sadece atom ve moleküllerden meydana gelen fiziki bir bedenlerinin olmadığını, fiziki bedenin eşi olan bir enerji bedenin de mevcut olduğunu keşfettiklerini ilan etmişler ve bu bedene de "biyolojik plazma bedeni" adını vermişlerdi...
Herhangi bir organı kesilen hastalar çoğunlukla o organı yerinde hissettiklerini belirtirler. Rus bilim adamları, yaptıkları aura ile ilgili denemelerde, esası Kirlian Fotoğrafçılık Metodu'na dayanan bir metot ile önce sağlam bir yaprağın sonra da üçte biri kesilmiş olan bir yaprağın fotoğraflarım çekmişlerdir.
ilk fotoğrafta yaprak üzerinde yanıp sönen parlak canlı ışık huzmeleri ve yaprağın kenarlarında bir hat şeklindeki aydınlık alanın mevcûdiyeti, yine kendini göstermiştir. ikinci fotoğraftaki görüntü ise oldukça farklı olmuştur. Bu sefer yaprağın yüzeyi yine tam olarak görünmüş ancak kesilen parçanın olduğu yer diğer kısımlardan bir çizgi ile ayırt edilebilecek şekilde şeffaf kalmıştır.
Astral bedenin maddesi, devamlı bir hareket halinde olup akıcıdır. Kendisine has bir titreşim hızı vardır. Frekansı, duyu organlarımızla algılayabildiğimiz maddelerin frekanslarından çok yüksektir. Bu sebeplerden dolayı, fizikî maddeler onun için bir engel teşkil edemezler. Örneğin bir duvarın içinden kolaylıkla geçebilir. Astral bedenin akıcı olması ona bölünerek kendi eşitlerini meydana getirebilme özelliğini kazandırır. Böylelikle astral bedenin bölünmesi sağlanarak frekansı değiştirilebilir. Astral bedenimizin mevcut frekansını yükseltebilmemizle düşüncelerimizin pozitif kalabilmesi arasında büyük bir paralellik vardır.
başlık yok! burası bom boş!