-
76.
0Astral Seyahat Tekniklerine Giriş
Pratik Astral Seyahat tekniklerine geçmeden önce deney öncesi sağlanması gereken çok önemli şartlar vardır. Ve hemen belirtelim ki, bu şartlar yerine getirilmeden, Astral Seyahat yapılabilmesi mümkün değildir. Deney öncesi sağlamanız gereken şartları yerine getirebilirseniz; çalışmanızda elde edeceğiniz başarıya ` yaklaştınız demektir.
ilk olarak uygun bir yer seçimiyle çalışmaya kendinizi hazırlayın. Herkes yattıktan sonra odanızda bu çalışmayı yapabilirsiniz. Üzerinizde sizi rahatsız etmeyecek, sizi sıkmayacak bir elbise olmasına dikkat edin. Odanız ne çok soğuk, ne de çok sıcak olmamalıdır.
Evdeki diğer insanları, özel bir çalışma yapacağınızı ve sizi kesinlikle rahatsız etmemeleri konusunda uyarın. Bedeninizden ayrıldığınızda, herhangi bir kimsenin yanınıza gelmesi sizin bedeninize ani dönmenize sebebiyet verebilir. Bu konuda dikkatli olun.
Eğer herhangi bir sebepten dolayı, ani geri dönüş yaparsanız, yatıp uyumak yapılacak en iyi şey olacaktır. Böylelikle astral bedeniniz uyku esnasında kendiliğinden ayrışıp tekrar fizik bedene geri döneceği için, az önceki ani girişin olumsuz etkisi kendiliğinden kaybolacaktır.
NiYETiNiZ
Bu çalışmalara başlamadan önce, konunun ciddiyetini fark etmek çok önemlidir. Niyetinizi önceden belirleyin…
Bu tür bir deneyi gerçekleştirmek istemenizin sebebi olarak; diğer insanlara hava atmak, diğer insanlara karşın üstünlük sağlamak gibi düşüncelerinizin şuuraltınızda olup olmadığını çok iyi tespit edin… Eğer böyle bir düşünceye sahipseniz bu çalışmaya hiç başlamamanız sizin açınızdan daha yararlı olacaktır. Çünkü bu tür negatif düşünceler negatif tesirleri üzerinize çeker ve başarınızı olumsuz yönde etkiler.
Ayrıca bu tür negatif enerjiler arzu edilmeyen sonuçlarla karşılaşılmasına sebebiyet verebilir. Bu çalışmaya sizi yönlendiren etken bu tür bir isteğin sonucuysa, Astral Seyahat deneyinde başarı elde etseniz bile, bedeninizden ayrıldıktan sonra serbest hale gelen şuuraltınıza negatif enerjilerin birikmesi sonucuyla karşılaşabilirsiniz. Bu da sizin pgibolojik ve fizyolojik dengenizi olumsuz yönde etkileyecektir. -
77.
0DENEY HAKKINDAKi DÜŞÜNCELERiNiZTümünü Göster
Her şeyden önce arzu edilen başarıya ulaşabileceğinizden emin olmalısınız. Başarıya olan inancınız ve konsantrasyonunuz sizi başarıya hızla yaklaştıracaktır. Buna karşı her türlü tereddütleriniz sizi başarıdan uzaklaştıracaktır. Bu çalışmada başarı elde edemeyeceğinizi düşündüğünüz müddetçe, Astral Seyahat yapabilmeniz mümkün değildir. Çünkü Astral Seyahat tamamıyla düşüncelerinizin konsantrasyonuyla yapılabilecek bir çalışmadır… Ve kesinlikle unutmayınız ki, bedeninizi terk ettiğiniz andan itibaren bütün hareketlerinizi düşüncelerinizle yönlendireceksiniz. Düşünceleriniz, bu çalışmanızın başlangıcından sonuna kadar çok önemli bir fonksiyon görecektir
Her alanda olduğu gibi, bu alanda da; itimatsızlık, şüphe, korku endişe gibi duygular her türlü isteklerinizin gerçekleşmesine engel olurlar. Buna karşılık olumlu, yapıcı düşünceleriniz sizin en büyük yardımcınız olacaktır.
Unutmayın! istediğinizi yapabileceğinize kuvvetle inandığınız andan itibaren başarıya çok yaklaşmış olacaksınız. Aslında bu durum, Duyular Dışı Algılamalarımızla ilgili bundan sonraki yapacağımız her alandaki çalışmalarımızda önemli bir yer işgal eder… Ancak Astral Seyahatte bu bir kat daha fazladır….
iÇ HUZURUNUZ
Bu deneyi gerçekleştireceğiniz gününüzün, sakin ve huzur içinde geçirilmiş bir gün olmasına dikkat etmelisiniz. O gün birisiyle aranızda sizi sinirlendirecek şekilde bir münakaşa olduysa, aynı günün akşamında deneye girişmekte fayda yoktur. Bu sinirlilik hali konsantrasyonunuzun bozulmasına sebebiyet verebileceği için başarınızı engelleyecektir… Bu yüzden deneyci, deney günü huzur içinde olmalıdır. Hareketlerine çok dikkat etmeli ve huzurunu bozabilecek olaylardan uzak durmalıdır.
Konsantrasyonunuzu bozacak, düşüncelerinizin belli bir noktaya odaklamanıza engel olacak, zihninizin dağılmasına sebebiyet verecek her türlü iç sıkıntılarınızdan uzak bir zihin haliyle bu çalışmaya başlamalısınız. Bu da gerçek anlamda bir iç huzuruyla yakalayabileceğiniz bir haldir… Hiç değilse çalışmaya başlamadan birkaç saat önce tüm sorunlardan arının… Streslerden kurtularak istenen hale kendinizi sokabilmek için “Gevşeme Egzersizlerinden yararlanabilirsiniz…
KORKULARINIZ
Deneyci korku hissini mutlaka yenmek zorundadır. Bu çalışmalarda sizlere en büyük engel: Korkularımızdır…
Korkularınızı yenemediğiniz müddetçe bu çalışmada başarı elde etmenize imkan yoktur. Çünkü korku hissi derhal bedeninize geri dönmenize sebebiyet verir. Heyecanlanmanıza ve korkmanıza bu çalışmalarda hiç bir gerek yoktur. Ancak korkmanıza gerek yoktur demekle, korkunun ya da heyecanın ortadan kaldırılmasının mümkün olamadığını da biliyoruz. Korkunuzun ya da heyecanınızın yenilebilmesi bu konulardaki teorik ve pratik bilgilerinizin artmasıyla mümkün olabilecektir.
Korkunun temelinde; bilgisizlik vardır… Bu nedenle korkumuzu yenebilmeniz için yapılacak tek şey; bu konuyla ilgili bilginizi artırmaktır… Böylelikle korkulacak yegane şeyin korkunun kendisinden başka bir şey olmadığını gerçek anlamda fark edebileceksiniz. Bunu gerçek anlamda fark etmeden korkularınızı, endişelerinizi ve heyecanlarınızı yenebilmeniz mümkün değildir.
BEDENi ŞARTLAR
Bedeninizin Pozisyonu
Bedeninizin çok rahat bir şekilde olması gerekmektedir. Burada bedenin en rahat pozisyonu uzanma halidir. Bedenin rahat olması, dikkatin dağılmaması, sakinlik devresine kolayca erişebilmeniz bakımından önemlidir. Bu yüzden, fiziki bedeniniz en rahat olacak şekilde uzanınız. Bacaklarınızı çapraz yaparak kanın damarlardaki dolanımına engel olmayınız. Aksi takdirde tecrübenizin bitiminde rahatsızlık hissi duyabilirsiniz. Ellerinizi vücudunuzun yanına koyunuz. Başınızın altında da bir yastık olmalıdır.
Beslenme ve Sağlık Durumunuz
Çalışma saatinden hemen önce hiç bir şey yemeyiniz. Normalin üzerinde yemek yemek tecrübelerinizdeki başarınıza engel teşkil eder. Aç kalma çoğunlukla dublenin serbest kalmasına yardım eden bir unsurdur. Sebze ve meyve türü yiyeceklerle o gün beslenmiş olmanız, çalışmanızda size yardımcı olacak unsurlardandır. Aşırı olmamak kaydıyla sıvı alınan gıdalar faydalıdır. Mütevazı bir yemekten 3-4 saat sonra denemeye başlanabilir.
Bu çalışmaya başlamadan önce kesinlikle anestezik ilaçlar, alkol ve her türlü uyuşturucu ya da uyarıcı maddeler alınmamalıdır. Bedeninizin sağlıklı olması çok önemlidir. Eğer vücudunuzun herhangi bir yerinde ağrı, sızı varsa, düşüncelerinizi konsantre edemezsiniz. Kalbinizle ilgili herhangi bir rahatsızlığınız varsa, kesinlikle bu çalışmayı yapmayınız.
Ayrışmayı Kolaylaştırıcı Teknikler
Buraya kadar sizlere bazı teorik bilgiler aktarıldı. Herkes bu teorik bilgilerin ve deney öncesi sağlanması gereken şartların ne kadar önemli olduğunu kendi tecrübeleriyle görecektir.
Deney öncesi şartlar yerine getirildiği takdirde, bu çalışma herkes için rahatlıkla başarılacak bir deneye dönüşebilir. Daha önce de söylediğimiz gibi her şey size bağlı…
Şimdi adım adım ilerleyelim…
ilk önce bedenin nasıl gevşetileceği, nasıl nefes alınacağı öğrenilip, konsantrasyon kabiliyeti geliştirilmelidir. Bunlar sağlandıktan sonra sizlere vereceğimiz metotlardan birini seçip onun üzerinde düzenli olarak çalışmalara başlayabilirsiniz. Bu metotların içinde bazıları daha kolay uygulanabilir özelliktedir.
Ancak size hangisi uygun geliyorsa onunla başlayabilirsiniz. Hatta bazı metotları birleştirerek de kullanabilir ve size en uygun gelen metodu kendi kendinize de geliştirebilirsiniz.
Bu alıştırmalara başlamadan 1 hafta önce zihin yoluyla ziyaret edeceğiniz mekanı seçin. ilk alıştırmalarda çok yakın bir yer seçmek daha doğrudur. işe 1-2 metre uzaklaşarak başlayın. Bedeninizden çıktıktan sonra bulunduğunuz odada kalmak istediğinizi önceden kendi kendinize telkin edin. Sonraları tecrübeniz arttıkça çok uzak noktaları da seçebilirsiniz.
Tam 1 hafta süreyle kendinizi o güne pgibolojik olarak hazırlayın. Amacınız duyu ötesi algılamanızı harekete geçirip orada geçen olaylar hakkında doğru bilgiler almak daha doğrusu orada gelişen olayları yukarıdan izlemektir.
Aradan geçen 1 haftalık süre içinde her sabah kalktığınızda ve gece yatmadan önce kendi kendinize şu telkinde bulununuz:
“……… tarihinde beden dışı bir deneyim çalışması yapacağım. Kendi isteğime bağlı olarak bedenimi terk edip, odamın içinde kısa bir süre kalacağım. Kendimi ve çevremi bedenimin dışında seyredeceğim. Düşüncelerime kolaylıkla hakim olacağım. Ve tekrar bedenime geri döneceğim. Bu deneyi gerçekleştirebilecek yeteneğe sahibim. Onu kullanacağım. Bedenimi terk edebilir ve onu yukarıdan izleyebilirim.” -
78.
0Cin Padişahları (7 Cin Padişahı)Tümünü Göster
Pazartesi günü, Abdullah el-Hiyem ibni Ehlim Mürre'dir (Müreh). Tacı vardır. Çadırı yündendir ve yardımcılarının giyimi beyazdır. Müslüman olup adını Yusuf olarak değiştirmiştir. Mekanı Mardin'in Musaybin ilçesi olup oranın sakini ve kralıdır. 150 cm boyunda olup elleri, olduğundan daha uzun bir görüntüye sahiptir. iki hizmetkârı da kendisine benzer. Şimşek hızına sahiptir. Bu cin, Hz. muhafazid'in elleri arasında bu dini kabul eden cin padişahıdır.
Salı günü, Mihrez el-Ahmer'dir. Tacı, altındır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi, kırmızıdır. iblis'in çocuklarından biridir. Kırmızı renkte ve insan görünümündedir. insanlara tasallut ettiğinde (musallat olduğunda) burunlarından kan akıtır. Kuyuları kurutur. Ateşten yatanların çoğuna halisünasyon gösterme yeteneğine sahiptir.
Çarşamba günü, Burkan'dır. Tacı vardır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi, sarıdır
Perşembe günü, Şemharuş'tır (Şemhurış). Tacı vardır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi,.beyazdır. Çok bilge bir görüntüye sahiptir. Görüntü itibariyle insana çok benzer. Görevi; altın, hazine vs. işlere hakimlik yapmak ve bu işleri yönetmektir.
Cuma günü Ebyab (Ebyed) ya da Zevba'dır (Zubea). Bunun iki adı vardır. Tacı vardır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi yeşildir. Ay'ın etkisindeki cin padişahıdır. Her yanı beyazdır ve ürkütücü bir şekli vardır. Soğukkanlı bir görünümdedir. Bilgin ve akıllı cin liderlerinden biridir. Emrinde onlarca cin hizmetkârı bulunur. Aşk ve iki şahsı birleştirme gücüne sahiptir. Görüntü olarak ihtişamlı bir kral görümündedir. Davetlere hemen hemen hiç cevap vermez.<
Cumartesi günü,.Meymun Ebu Nuh'tur. Tacı vardır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi, siyahtır. Uranüs'ün yeryüzü cini de diyebiliriz. Görünüm olarak yaşlıdır ve elinde bir asa ile dolaşır. Çenesinde yedi kıl vardır. Genelde kuyu kenarları ve harabe yerlerde dolaşır. Uçma özelliğine de sahiptir. Babasının adı, Deybac Afif'tir.
Pazar günü, Ebu Abdullah Müzheb'dir. Tacı vardır ve çadırı yündendir. Yardımcılarının giyimi beyazdır
Bu 7 padişahların emrinde toplam 378 kabile vardır. Her bir padişaha 54 kabile düşüyor ve bu kabilelerin sayını yanız Allah-u Teâlâ bilir. Bu padişahların hükmüne girmeyen 42 kabile daha vardır. Bunlar şeytânî ve azgın cinlerdir. Taçı altın olan Mihrez el-Ahmer, bütün kabilelere hükmedebilir.
Diğer Cin Padişahları
Denaheş: Gezici cinlerdendir. Tayfasındaki cinler, hayal gösterme (halisünasyon) ve insanların aklını çelme (vesvese) gücüne sahiptirler. Hayallerde uzman olduğundan gerçek yüzünü gören hiç olmamıştır.
Fekacin Meğmet: Davetlerde en hızlı cinlerden biridir. Hemen hemen tüm Arapça kitaplarda ondan bahsedilir.
Kemtemin: En korkunç cin krallarından biridir. Davetlerde genellikle korkunç bir yüze sahiptir.
Mazerin: Arap Yarımadası'ndaki dört büyük cin kralından biridir. Savaşçı bir görüntüsü vardır. Güçlü bir ordusu vardır ve bu kralı, bir tabutu taşır gibi tahtını omuzlayan hizmetkârlarıyla davetlere katılır.
Se'nik: Çok güçlü bir cin kralıdır. ifritlerden oluşan bir ordusu vardır. Diktatör bir yapıya sahip olduğu gibi, kontrol edilmesi zor bir cindir. Mekanı, Arap ülkesindeki yarımadalardır. Tahtına oturmuş, soğul ve orta yaşlardaki bir insan görümündedir.
Teykel: Arap yarımadasının en büyü dört cin padişahından biridir. Çok güçlü bir cin ordusuna sahiptir. Emrinin altında dağlar kadar cin vardır. Bu cin, okült sıralamadaki 4 kaba elementten meydana gelme olup, çıplak gözle az da olsa yoğunlaşıp kişilere görülebilir.[1][2][3] -
79.
0Atatürk'ün Gizli Kuzey Irak HarekatıTümünü Göster
Atatürk'ün, 1922 yılında K. Irak'a gizli bir operasyon düzenlettiği, ancak operasyonun başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıktı.
Mustafa Kemal 1922 yılında ingilizler'in faaliyetinden rahatsız olduğu için, Lozan görüşmelerinden önce gizli bir askeri harekât emri verdi. Yarbay Şefik Özdemir Bey'in "şahsen" yürüttüğü izlenimi verilen Revanduz Harekâtı, gerilla taktikleriyle yürütüldü ve bir yıldan fazla sürdü. Barzani aşiretinin lideri Şeyh Mahmut, ingilizler'in girişimlerine karşı koyarak harekâta destek vermişti. Talabani aşiretiyse ingilizler'e bağlı kaldı. Harekât önce başarılı olsa da sonuç vermedi ve belki de tarihin akışını değiştirdi. işte Harekât'ın çarpıcı ayrıntıları….
Günümüzde Kuzey Irak'taki Süleymaniye, Telafer ve Revanduz gibi yerleşim alanlarını kapsayan bölge, Osmanlı döneminde 'Elcezire Cephesi' olarak adlandırılıyordu ve Kurtuluş Savaşı sırasında bugünkü kadar sıcaktı! Hatta Mustafa Kemal 1 Şubat 1922'de telgrafla o sırada Milis Kaymakam (Yarbayı) rütbesindeki Özdemir Bey'e emir vermiş ve bölgeye gizli bir harekât düzenlenmişti. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı'nın (ATASE) arşivinde bulunan bu emrin röprodüksiyonunu Yeni Aktüel'e veren Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi ve 'Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye' kitabının yazarı Doç Dr. Derviş Kılınçkaya, Atatürk'ün Musul sorunu konusunda resmi olarak silahla çözüme gitmemiş görünse de Özdemir Bey'i görevlendirip gayrı resmi olarak doğrudan müdahale ettiğini belirtiyor. Kanıtları Genelkurmay, Başbakanlık ve TBMM arşivlerindeki belgelerde bulunan bu harekât kamuoyunda pek bilinmese de bölge ve Musul sorunu üzerinde çalışan uzmanların araştırmaları karanlıkta kalan bu döneme ışık tutuyor.
Türk Askeri Tarih Komisyonu ve Türk Silahlı Kuvvetleri Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi Genel Kurulu üyesi olan Dr. Zekeriya Tüzmen de bu uzmanlardan. Tüzmen'in Atatürk Araştırma Merkezi tarafından yayımlanan "Musul Meselesi - Askeri Yönden Çözüm Arayışları (1922-1925)" kitabıyla aynı merkezin dergisinde yayımlanan "Özdemir Beyin Musul Harekâtı ve ingilizler'in Karşı Tedbirleri (1921-1923)" makalesi konuyla ilgili en yetkin kaynaklardan ikisi. Kitaba ve makaleye göre, Musul 10 Kasım 1918'den itibaren ingiliz işgali altında kalsa da, ingilizler bölgeye hâkim olamamıştı. Türk Genelkurmayı hâkimiyet kurabilmek için bölgeyi, aşiretleri ve gelenekleri iyi bilen ve Antep'te Kuvayı Milliye komutanlığı yapmış olan Özdemir Bey'i görevlendirdi. Görev resmi değil, şahsi görünecekti; bu yüzden görevlendirilen birlik Aneze ve diğer aşiretlerdeki savaşçılarla Fransız ordusundan kaçan Tunuslu ve Cezayirli erlerden oluşturuldu. Özdemir Bey'e de bölge halkının dininançlarına saygılı olması, halka ve özellikle aşiret reislerine düşüncelerini sorması; halka, ingilizler'in islam birliğini parçalamak ve memleketlerini işgal etmek amacı güttüklerini anlatması, Irak Kralı Faysal'ın da tamamen ingiliz isteklerine göre hareket ettiğini ifade etmesi talimatı verildi. Özdemir Bey'in bölgeye ulaştıktan sonra Diyarbakır'daki Elcezire cephesi komutanlığına gönderdiği bir rapor oldukça anlamlı:
"Bu havalide, mevcut aşiretler ve milli kuvvetlerin miktarı isterse on binlere ulaşsın, her türlü teçhizatı da mevcut bulunsun, kendi kendilerine düşmana bir fişek bile atmaları imkânsızdır. Bunların içlerine her halde az çok bir kuvvet ithaliyle mevcudiyetlerini takviye ve ayni zamanda kendi iradelerine rağmen kafalarına vura vura ateş hattına sevk etmek mümkün olacaktır."
Bu saptamaya karşın Özdemir Bey; Sürücü, Barzani, Zibarlı ve Balıklı aşiretlerini yanına çekebildi. Özdemir Bey'in bölgedeki başarıları üzerine ingiliz yetkilileri Londra'ya gönderdikleri raporlarda Irak'taki birliklerinin ya takviye edilmesini ya da bölgenin tamamen boşaltılmasından yana olduklarını ifade etti. Raporlardaki bilgilere göre, bölgeye asker sevk etmenin zorluğunu dile getiren ingiltere Savaş Bakanlığı mevcut kuvvetlerle Musul'un savunulmasını ve kademeli olarak Türkler'e sezdirmeden bölgeden geri çekilmeyi tavsiye etmişti. Lozan Konferansı öncesinde savaşı büyüterek gerginliği tırmandırmak istemeyen ingilizler, sadece hava bombardımanlarını sürdürdüler.
ingilizler Barzani aşiretinin lideri Şeyh Mahmut'a karşı da önde gelen aşiret reislerinden Seyyid Taha ve Simko'yu kullanmak istedi. Bu sırada Türk ordusu izmir önlerine gelmişti. TBMM Başkanı Mustafa Kemal ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Musul cephesindeki gelişmeleri de izliyordu. Ancak konferans başladıktan sonra Türkiye diplomasiye daha çok önem verdi. ingiliz saldırılarına dayanamayan ve gerekli desteği alamayan Özdemir Bey ise geri çekilerek iran'a geçti ve 10 Mayıs'ta Van'a ulaşınca askeri harekât bitti. Kurtuluş Savaşı'nın önde gelen isimlerinden ve 1922-1923 arasında birkaç ay başbakanlık da yapan Rauf (Orbay) Bey ise, Özdemir Bey'in iran'a gitmesini onaylamıyordu ve Genelkurmay'a yazdığı yazıda Özdemir Bey'in başına buyruk hareket ettiğini belirtmişti.
"Bölgede ingiliz baskısı çok kuvvetliydi"
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Türk Askeri Tarih Komisyonu asli üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Batı cephesinde savaşı sürdüren Türk ordusunun bölgede yeni bir cephe açması mümkün olmadığı için bu yola başvurduğunu belirtiyor. Güler, Özdemir Bey'in başlangıçta önemli başarılar elde etmesine rağmen daha sonra para, malzeme ve silah yardımı alamadığı ve haberleşme zamanında yapılamadığı için başarısız olduğunu, bunda bazı aşiretlerin ihanet etmesinin de etkili olduğunu ekliyor.
'Elcezire ve Özdemir Harekâtı' kitabının yazarı Murat Güztoklusu da bölgedeki irtibatın zorluğuna ve kış şartlarına dikkat çekiyor: "Zaho üzerinden harekât yapılabilseydi başarılı olunurdu ancak askeri birliklerimizin çoğu Batı cephesindeydi". Güztoklusu'na göre asıl nedense harekâtın yönetiminin Özdemir Bey Revanduz'a geldikten kısa süre sonra Elcezire'den alınıp Doğu cephesine verilmesi!
Mustafa Kemal'in çekincesi Kürdistan değil, Ermenistan'ın kurulmasıydı
Prof. Dr. Mim Kemal Öke'nin iddiasına göre Atatürk'ün Musul bölgesine önem vermesinin sebebi petrol kaynakları değil, bölgede Ermenistan devletinin kurdurulmasını engellemekti. Barzani aşiretinin 1919 yılındaki lideri Şeyh Mahmut Efendi'ye gönderdiği şu telgraf Mustafa Kemal'in bu konudaki hassasiyetini göstermesi bakımından anlamlı:
"Şeyh Mahmut Efendi Hazretlerine, Erzurum, 13 Ağustos 1919.
(... ) Yurdumuzun Ermeni ayakları altında çiğnenmesine ve ulusumuzun Ermeniler'e tutsak olmasına olur verecek hiçbir Müslüman düşünülemez. Düşmanlarımızın her yerdeki davranışları hep yurdun parçalanması ve ulusumuzun tutsak olması amacına yöneliktir. Ulustan güç almayan ve tutsak durumunda bulunan hükümet beceriksizlikten başka bir eylem gösterememiştir. (... ) [1][2] -
80.
0Atatürk'ün Vatanseverlik ve Milli Benlik Bilincine ilişkin GörüşleriTümünü Göster
Prof. Dr. Akif ABBASOV
Azebaycan Cumhuriyeti, Tahsil Problemleri Enstitüsü, Bilim Kurulu Başkanı, Bakü-Azerbaycan
Özet
Makale Türk Dünyasının büyük önderi Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ün kendi milletine ve halkına bağlılığından onun milli kahramanlığından, milletini zafere gitmesine ruhlandırmasından, yurttaşlık terbiyesinden ve düşmanlığını yenerek bağımsız müstakil cumhuriyet kurmaktan bahsediyor.
Abstract
The thesis deals with Mustafa Kemal Ataturk's, the great and prominent figure of the Turkish world, relation to his nationwide heroism, his way of enspiration his nation to win a victory, his feeling of patriottism and struggung adainst the enemies and winning a victory over them.
Giriş
Mustafa Kemal Paşa Atatürk (1881-1938) Türk dünyası tarihinde ve aynen tüm dünyada ismi ebedi kalan şahsiyetlerdendir. Bugün dünya devletleri sırasında kendine has yer alan, günden güne gelişen Türkiye Cumhuriyeti müstakil ve bağımsız ülke gibi varlığını sürdürmesinde kuşkusuz Atatürk'e borçludur.
Birkaç yüzyıl boyunca dünyaya kendi iradesini gösteren Osmanlı imperyası XIX. yüzyılın sonlarında çökme devri yaşıyor, yarı bağımlı durumdaydı. XX. Yüzyılın ilk yıllarında O artık bağımlılık altında idi. Emparyalist devletler Osmanlı Türkiye'sini kendi içlerinde paylaşmakla ilgili anlaşmaya varmışlardı. Onların yaptıkları anlaşmaya esasen doğu bölgeleri Rusya'ya, Suriye ve etrafı Fransa'ya verilecekti. Anadolu'yu Almanlar, Mezapotamya ve izmir-Aydın demiryolu boyunca olan bölgeni ingilizler işgal etmek istiyordu.
Tüm bunlar düşmanların 1915-1917 yıllarının planları idi. istanbul hükümetinin 10 Ağustos 1920'de baskı altında zor duruma düşürülüp imzalatıldığı Sevr Anlaşması Türkiye'nin bir devlet gibi mahv olması demekti. Türkiye'nin elinde yalnız orta Anadolu kalıyordu. Bu hususta sonralar Mustafa Kemal Paşa yazıyordu: “Osmanlı memleketleri tamamen bölüştürülmüştü. Ortada bir avuç Türk'ün donandığı bir ata yurdu kalmıştı. Son amaç bunun da bölünmesini hayata geçirmekti. Osmanlı devleti onu istiklale, padişah ve halife, hükümet, bunların hepsi kendi anldıbını yitirmiş ifadeden oluşmuştu (1.s., 109-110).
Mustafa Kemal anavatanın durumuna ilgisiz kalamazdı. O, Türk halkının milli bağımsızlık mücadelesine katılmaya çağırdı ve 1918 yılında bu mücadeleye önderlik görevini yapmayı üstlendi.
Atatürk becerikli, uzak gören politikacı, metin ve kudretli önder, ölümün gözüne dik bakan ünlü harp adamı olduğunu daha 1915'te Conkbayırı'nın savunmasında, Çanakkale Savaşları'nda ispatlamıştı. O Türk askerlerinin de zafere iman duygusu oluşturmayı beceriyor ve kendisi de onlara örnek oluyordu. Conkbayırı'nın savunulması zamanı at belinde ordunun karşısına çıkarak askerlere şu sözlerle müracaat etti: “Ben size geri dönmeyi değil, ölmeyi emrediyorum!”.
Büyük önderin, ordu kumandanlarının ve Türk askerlerinin fedakarlığı sonucunda Çanakkale savaşları ingilizlere karşı zaferle sona erdi. Böyle kudret, azim, inat, irade, kahramanlık ve iman sayesinde Türkiye kurtuldu. Arazi bütünlüğünü, bağımsızlık korudu ve 1922'de düşmanlara karşı tam zafer kazandı. Daha 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar bölgesinde 200 bin kişilik Yunan ordusu kuşatmaya alındı, düşman mağlup duruma düşürüldü ve Yunan kumandanı mahvedildi. Az sonra 1.Yunan ordu komutanı Trikopis, 2. Yunan ordu komutanı General Diyenis ve birkaç yüksek statülü Yunan harp adamı esir alınmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bu büyük insanın hayatı, faaliyeti ve mücadelesi vatana, millete hizmetin, sadakat ve itibarın güzel örneğidir. Bunun için de vatan, millet, vatanseverlik, bağımsızlık ve istiklal konusunda Onun söylevleri cevapsız kalmıyordu. Kitleleri mücadeleye çağırıyor, savaşa, düşmanı yenilgiye uğratmaya, zafere zütürüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ölmez önderi Atatürk'ün vatan, vatanseverlik, millet, milli benlik bilinci ve liyakati ile ilgili söylediği düşünceler bugün de kendi önemini yitirmemiştir.
Mustafa Kemal şu ilkeyi önemsiyordu ki, her milletim kendi mukadderatına kendinin hakem olmasına hakkı var ve gösteriyordu ki, yeryüzünde yaşayan tüm milletler için bu hukuku geçerli sayıyor. O, vatan için ölmeyi şerefli iş zannediyor ve halkı bu mukaddes iş için mücadeleye çağırıyordu. “Kurtuluş çarelerini vatanın göğsünde ölünceye kadar birlikte temin etmeye çalışacağız” (2.s.30).
Bunun için de vatanın müdafaasına mukaddes toprakta sonuncu düşman bulunana kadar devam etmeyi önemli sayıyordu (“Milli müdafaamızı düşmanların bayrakları babalarımızın ocaklarında çekilene kadar devam ettireceğiz”).
Atatürk milli benlik ve liyakat duygusuna sahip olmanın gerekliliğini Türklerin esaretini kabullenmeyen millet olmasını defalarca tekrar ediyor. Bunun pratik faaliyetlerde ispatlamayı kitlere öneriyordu. Bu bakımdan aşağıdaki düşünceleri örnek gösterebiliriz: “Türk milleti ölmek istemez. O, daima yaşayacaktır… (3.2.682). Türk esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır (4.s.230)”. Mustafa Kemal'e göre millet düşmanın esaretinden kurtulduğu zaman asil millet gibi yaşamak hukukuna sahip oluyor. “Yalnız ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır.”.
Atatürk inamla söylüyordu “ ülkemizin ellide biri değil, her tarafı mahv olsa, her tarafı ateşler içinde yansa da biz bu toprakların üzerinde her tepeye çıkacağız ve orada müdafaa ile uğraşacağız” (5. s.78).
Mustafa Kemal Türkiye'nin kurtuluşunun köklerini halkın kahramanlık ve vatanseverlik ruhunda, mücadele azminde, birliğinde görüyordu. Vatan toprağı tehlikede oldukta herkes birlikte ayağa kalkıyordu. Atatürk “Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için tüm ziyalıların, herkesin hazır bulunması gerekir.” Düşüncesini belirtiyor ve halkın onun çağrısına bir bütün olarak yanıt veriyordu. Atatürk görüyor ki, “Milli mücadelenin önünde olan, doğrudan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet bireyleri, anneleri ile, babaları ile, ablaları ile birlikte mücadeleyi kendilerine ideal biliyordu.”
Mustafa Kemal Paşa Lozan barış antlaşmasını Türk milletinin büyük eseri adlandırıyor, onun Osmanlı devletine ait tarihte benzeri görülmemiş bir politik zafer sayıyordu. Bu sebepsiz değildi. 20 Kasım 1992'de toplanan Lozan barış konferansı Atatürk'ün belirttiği gibi “Türk milleti aleyhine yüzyıllar boyunca hazırlanmış ve Sevr anlaşması ile son bulduğu zannedilen büyük bir suikastın lağvini belirten bir belge idi.” Türkiye'nin bir devlet gibi mahv olmamasında, düşmanlarla dürüstçe çarpışmasında Atatürk'ün büyük hizmeti vardır. Fakat bu büyük insan zaferlerin yalnız onun ismine yazılması ile razılaşmıyor ve bu hususta söylüyordu. “ Tüm bu uğurlar yalnız benim eserim değildir ve olamaz… Tüm milletin kararı birlikte imanla çalışmanın sonucudur. Kahraman milletimizin ve ünlü ordumuzun kazandığı uğurlar ve zaferlerdir” (4.s.76-77).
Bu düşünce gösteriyor ki, Mustafa Kemal nasıl tevazukar, büyük kalpli, millet ve vatan sevgisine sahip bir samimi insandır. Fakat bu da bir hakikattir ki, eğer meydanda Atatürk olmasaydı onun yöneticilik, önderlik becerisi, taktiği olmasaydı kısa zaman zarfında orduyu düzenli hale getiremeseydi, halkı seferber edemeseydi Türkiye üzerine yürüyen zulümkar ve amansız birkaç devletin karşısında dayanamazdı.
Tarihte şahsiyetin önemi büyüktür. Sanki büyük Tanrı Türkiye'nin böyle ağır günlerde ağır sınava maruz kaldığı bir devirde Türk halkına kudretli bir evlat, tüm zorluklara tehlike ve zulümlere gögüs germeyi beceren, masallarda söylenildiği gibi “ok geçmez, ateşte yanmaz, suda batmaz” efsanevi bir kahraman göndermiştir. -
81.
0Bu büyük şahsiyet kendi halkını, sonsuz sevgi ile seviyordu. Milli egemenliğe özel önem veriyordu. Bu sebepsiz değildir. Çünkü “milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler eriyor taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerinde yaratılmış kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdur” (4.s.179).Tümünü Göster
Bunun için de Türk halkı, devleti milli egemenliği elde etmeye çalışıyor. Bu yolda canından bile geçmeye her an hazır bulunuyordu. Dikkat yetirelim: “milli egemenlik ruhunda canını vermek benim için vicdan namus borcu olsun” (4.2.76).
Atatürk gibi büyük şahsiyetler hiçbir zaman yaptığı işlerle öğünmemişler. Bunları vatan, millet, halk karşısında mukaddes, kutsal borç, görev sayıyorlar (“Milli emeller, milli irade yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, tüm millet bireylerinin arzularının, emellerinin birleşmesinden oluşmuştur.) O diğer insanlarda öyle inanç yaratıyor. Tüm insanların emeğini değerlendiriyor. Zaferde her insanın kendi katkısı olduğunu gösteriyor. Dikkat yetirelim: “Askerlerimiz ayakları altında bir metre kadar kar, çamur olmasına rağmen düşmanlara karşı yürüye yürüye, seve seve gidip savaşıyorlardı.”
Budur vatanseverlik, millet, halk, yurt sevgisi! Düşmana kul, köle olmaktansa, onun esareti altında yaşamaktansa savaş meydanında ölüme gitmek daha şereflidir. Tarihen Türk yatakta değil, savaşta, at belinde, elde kılıç ölmüştür. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal “Ya istiklal, ya ölüm!”. ilkesi ile milli bağımsızlık mücadelesine başlamış, halkın da kendi ardınca zütürebilmiştir. O diyordu “Türk'ün haysiyeti, benliği ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle millet esir olmaktansa mahv olsa daha iyidir”.
Sonuç
Atatürk'ün kendi söylevleri Onun şahsiyeti konusunda çok açık bilgiler veriyor: “Bağımsızlık ve istiklal benim özelliğimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirası olan aşkı ile yaratılmış bir insanım. Küçüklüğümden bugüne kadar ailevi, özel ve resmi hayatımın her safhasını yakından tanıyanlar bu aşkı görmüşlerdir. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı olmalıyım. Millet ve ülkenin yararına olduğu takdirde insanlığın oluşturan milletlerden her biri ile çağdaş dünya için gerekli olan dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir hassasiyetle beğeniyorum. Fakat benim milletimi esir etmek isteyen bir milletin de bu arzusundan vazgeçene kadar amansız düşmanıyım… benim aciz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır.” (6.s.34).
Mustafa Kemal Paşa “Atatürk” soyadını kendisi seçmemiştir. Türkiye'nin bağımsızlığı ve müstakilliği onun daha da gelişmesi, Türk halkının mutluluğu ve refahı için yaptığı hizmetlere göre Büyük Millet Meclisi özel bir kararla Ona bu soyadını vermiştir (1934).
Mustafa Kemal Atatürk 65 senedir ki, kutsal toprağa verilmiştir. Fakat Onun emelleri, ilkeleri yaşıyor ve her zamana yaşayacaktır. Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti günden güne gelişiyor. Dünya devletleri sırasında onun kendi yeri, konumu ve önü vardır. Bugün bir zamanlar Sovyetler Birliği'nin içinde yer alan Türk dilli Cumhuriyetler –Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan- bağımsızlığını kazanmış, kendi devletlerini kurmuşlar. Bugün Birleşmiş Milletlerin karşısında Türkiye Cumhuriyeti'nden başka beş Türk devletinin bayrağı dalgalanıyor. -
82.
0izmir SuikastiTümünü Göster
1925 yılı içinde ve 1926'nın başlarında inkılâpların önemli bir kısmı gerçekleşmişti. Bu arada Terakkiperver Fırkası irtica ile ilgili görülerek kapatılmıştı. irtica dalgaları zaman zaman ortada görülmekte idi. Eskiye bağlı olmaktan kurtulamayanlar, çıkarcı düşüncelerin etrafında birleşenler, cumhuriyete ve onun başındaki Cumhurbaşkanına karşı bir takım çalışmalar içindeydiler.
Bu arada, Gazi, 8 Mayıs 1926'da Konya'ya, 9 Mayıs'ta Tarsus'a, 10 Mayıs'ta Tarsus'a gelmiş, Taşucu Bucağı'ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 Mayıs'ta Adana'ya, 18 Mayıs'ta tekrar Konya'ya, 20 Mayıs 1920'de Bursa'ya, 13 Haziran'da da Balıkesir'e gelmişti. Bir ara Mudanya'ya geçen Gazi, 13 Haziran'da Balıkesir'de şerefine verilen ve elli kişiden fazla insanın katıldığı baloda, Muallimler Mugibi Heyetini takdirle dinlemişti.[1] 14 Haziran günü Balıkesir'den izmir'e geçeceği sırada izmir Valisi'nden izmir'de kendisine karşı bir suikast düzenlendiği haberini aldı. 14 Haziran gecesi Mustafa Kemal'e suikast girişiminde bulunacaklardan, ulusal bağımsızlık savaşında Mustafa Kemal'in yanında yer almış olan Kadı Hurşit'in oğlu da vardı. Mustafa Kemal, babasının hizmetlerinden ötürü, 1920'de Büyük Millet Meclisi'ne Rize Milletvekili olarak Ziya Hurşit'i seçtirmişti. Mustafa Kemal, suikastçıların yakalanmasından sonra, 15 Haziran saat 19.00'da izmir'e doğru yola çıktı. 16 Haziran'da, Soma, Menemen'e uğrayarak, 16 Haziran akşamı saat 18.00'de izmir'e vardı.
Olayda, Terakkiperver milletvekillerinin parmağı olduğu anlaşılmıştı. 14 Haziran akşamı, ismet Paşa, izmir'den aldığı telgraflarla suikast olayını öğrenmişti. Gece yarısına doğru, Maraş Milletvekili Nurettin Bey'in evinde kalmış olan istiklâl Mahkemesi savcı ve yargıçları, gece yarısı, ismet Paşa'nın kendilerini, içişleri Bakanlığı'nda beklediğini öğrendiler. ismet Paşa, onlara, suikast ile ilgili izmir valisinin mektubunu gösterdi.ilk iş olarak kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partili milletvekillerinin tümünün nerede olurlarsa olsunlar, tutuklanmalarına, evlerinin aranmasında bulunan belgelerin izmir'e gönderilmesine karar verildi. istiklâl Mahkemesi acele izmir'e hareket etti.
Suikastçı Ziya Hurşit kaldığı otelde tutuklanmıştı. Yatağının altından silah ve bombalar çıkarıldı. Ayrıca, yanında üç bin lira kadar para vardı. Diğer oteldeki üç kiralık katil, Çopur ismail, Laz ismail, Gürcü Yusuf adlı kişiler de yakalandılar. Suikast, Ziya Hurşit'in kaldığı Gaffarzâde Otelinin dar sokağında olacaktı. Sonra, suikastçılar motorla Sakız Adası'na geçeceklerdi. Suikastçıların yardımcıları kuva-yı milliye komutanlarından Sarı Edip, Çopur Hilmi ve Şevki adlı kişilerdi. izmir Milletvekili Şükrü Bey de bu işin içindeydi. Daha sonra, izmir suikastını Ankara'da planlandığı ortaya çıktı. Konu derinlemesine incelendi. Eskişehir Milletvekili Arif Bey, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurucuları ve öncüleri yakalandılar.
16 Haziranda izmir'e gelmiş olan, Gazi, Ziya Hurşit'i otele getirtip, kendisiyle görüştü. Hükümet, bu arada suikast olayını ve tertipçilerinin yakalandığını halka duyurdu. Suikast girişimi nedeni ile kurulan istiklâl Mahkemesi ise daha önce belirttiğimiz üzere izmir'e gelmiş ve çalışmalarına başlamıştı.
Suikastçılar şunları söylemekteydiler: Ziya Hurşit ve bir grup kişi Mustafa Kemal'e suikast yapmayı bir zamandır hesaplamaktaydılar. Onlar, bunun için kiralık katiller bile tuttular. Suikastı ilkin Ankara'da gerçekleştirmeyi düşünenler, tertibi, Gazi, Çankaya'dan köşke giderken, ya da gece Anadolu Klubü'nden ayrılırken, ve meclis binasındaki Cumhurbaşkanı locasında harekete geçmeyi hesaplamışlardı. Ama, bunlar hep plân aşamasında kaldı. Nihayet, Mustafa Kemal'in yurt gezisinden yararlanmak istediler. Laz ismail, kuşku çekmemek için, kız arkadaşı ile birlikte, suikast olanağını araştırmak için Bursa'ya gönderildi. Ama, Bursa'da sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Bunun üzerine suikastı izmir'de gerçekleştirmeye karar verdiler. Ziya Hurşit ile yardımcıları, San Efe lakabıyla anılan ve eski bir jandarma subayı ve ittihat fedaisi olan Edip ile bağlantı kurdular. Edip, ulusal bağımsızlık savaşında çete lideri olarak ün kazanmıştı. Edip, Ziya Hurşit ve adamlarını daha sonra ele verecek Giritli Şevki ile tanıştırdı. Şevki, onlara yatacak yer sağladı.
Plân, bir virajda, Mustafa Kemal'in duraklaması ile geçilen hareket sonucu O'nu tabanca ile vurmak suretiyle gerçekleşecekti. Ancak, Gazi'nin gelişinin ertelenmesi plânı bozdu.[2]
Olayın duyulması, yurdun her yerinde büyük üzüntü ve heyecan yarattı. izmirliler, Gazi'nin kalmış olduğu Naim Plas Oteli'nin önüne gelip, sevgi ve saygı ve bağlılık gösterilerinde bulundular. Gazi, kapının önüne çıkarak halkı selamladı ve “Beni öldürürlerse vatandaşlarımın intikamımı alacaklarına güveniyorum. Ben ölürsem bile soylu ulusumun beraber yürümekte olduğumuz yoldan ayrılmayacağına inancım vardır. Bu nedenle gönül rahatlığı içindeyim. Düşmanlarımız istedikleri kadar düşündükleri iğrenç çarelere başvursunlar. Onların son güçleriyle yapacakları davranışlar bizim devrim ateşimizi söndüremez. Onların, kendilerini zarara ve zaman zaman da milleti üzüntüye sokan akılsızlıklarına acıyorum. Cumhuriyet Hükümeti'mizin demir pençesi ve istiklâl Mahkemesinin adaletli eli duruma tam olarak hakim bulunuyor. Sayın halka, onun adaletli kararlarını soğukkanlılıkla beklemelerini tavsiye ederim” dedi.[3]
Gazi, bu suikast nedeni ile halkına önemli olanın inkılâpların yürümesinin olduğunu, bu yüzden halkına inancı nedeni ile rahatlık içinde bulunduğunu belirtmekle, halkına duyduğu güveni dile getirmiştir. Olayın adliyeye intikal ettiğini de açıklayarak, aşın hareketlerin önünü almak, lehinde büyük gösterilerin olmasını engellemek istemiştir.
Gazi, Ziya Hurşit ile yaptığı ilk konuşmada, kendisine uzun zaman beraber çalıştıklarını, bu harekete niye giriştiğini sormuş, Ziya Hurşit de “- Paşam, ne yapayım ki bugün huzurunuzda bu vaziyetteyim” demiştir. ikinci kez görüşmek isteyip, isteği kabul edilince, sığınıcı sözler söylemiş, Gazi de adliyeyi kastedip “- Ben intikamcı bir adam değilim. Fakat, iş artık mahkemeye intikâl etmiştir. Neticeyi beklemekten başka çare yok. Müdahale edemem” demişti.[4] -
83.
0Gazi'nin en büyük inkılâbı hiç şüphesiz cumhuriyetti. O, O'nun Türk halkı tarafından korunacağına inanıyor ve güveniyordu. 19 Haziranda, Anadolu Ajansı'na verdiği demeçte bunu şöylece belirtmişi: “Alçak teşebbüsün benim şahsımdan çok kutsal cumhuriyetimize ve onun dayandığı yüksek ilkelere dönük bulunduğuna şüphem yoktur. Bu nedenle, genel olarak gösterilen duygularla, cumhuriyetimize ve ilkelerimize olan aşırı bağlılığın ne kadar kopmaz güçte olduğu kanısına bir kez daha vardım. Temeli, büyük Türk milleti ve onun kahraman evlatları olan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda kurulmuş bulunan cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan ilham alan ilkelerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceğini sananlar çok zayıf dimağlı bahtsızlardır. Bu gibi bahtsızların, cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde hak ettikleri işleme uğramaktan başka elde edecekleri bir şey olamaz. Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır (Sonsuza kadar yaşayacaktır). Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir.[5]Tümünü Göster
Mustafa Kemal, böylece en değer verdiği inkılâbın cumhuriyet olduğunu bir kez daha vurgulamak olanağını bulmuştur. O'na göre, Türk milleti, cumhuriyet ve yapılan inkılâplarla uygarlık yolunda bundan sonra durmadan ilerleyebilecektir.
Suikastçıların yakalanmasından ve haberin her yerde duyulmaya başlamasıyla, 19 Haziran'a kadar olan süre içinde, Gazi'ye, suikastı lanetleyen ve kınayan telgraflar gelmişti. Ayrıca, istanbul'daki bütün yabancı elçiler ve delegeler Gazi'ye yapılmak istenen suikasttan duydukları üzüntüyü dile getirmişlerdi.[6] Ayrıca, her yerde suikast girişimini lanetleyen mitingler yapılmaktaydı. Gazi, 22 Haziran 1926'da, millete bir bildiri yayınlayarak, kendisi lehinde yapılan mitingler dolayısıyla yaptığı konuşmada, halkın inkılâpları koruma konusunda ne kadar titiz olduğunun bu mitinglerle ortaya çıkmış olduğunu belirterek şunları söylemişti: “Benim şahsımdan çok devletin varlığına yönetilmiş olduğu beliren gizli politik düzenler karşısında tüm ulusun duyduğu, pek ağır başlı ve soylu bir şekilde gösterdiği temiz duygular beni avutmaktadır. Bu gösteriler, inkılâp ülkümüzün, bütün ulusça, canı gibi koruduğuna parlak ve güçlü bir belge olmaktadır. Bu itibarla istiklâl için milletin saadet ve refahı ndıbına hissetmekte olduğum emniyet ve itimadı muvacehei millette (millet önünde) beyan etmekle büyük bir fahri sürür (onur ve sevinç) duymaktayım. Bu tezahürat esnasında muhterem ve necip (soylu) milletimiz tarafından şahsım hakkında lütfen izhar buyrulan samimi ve kalbi asarı (candan) muhabbetten mütevellid (doğan) derin şükranlarımı alenen ifaya müsaraat eylerim (açıkça duyururum)” Gazi, 23 Haziran'da da, basın mensuplarına cumhuriyetin ne kadar sağlam olduğunu açıkladı.[7]
Mustafa Kemal bu beyannamesi ile, Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı, üniversite, belediyeler, Türkocaklarının her tarafta lehinde yapılan mitinglere teşekkür etmiş olmaktaydı. 24 Haziran'da da, Genelkurmay Başkanlığından gelen ve ordunun üzüntülerini bildiren telgrafı da cevaplamıştı. Aynı gün, Yunus Nadi'ye verdiği demeçte, suikastın şahsına yönelmiş gibi görünmesine karşın, aslında, milletin talihine yönelmiş bir kurşun olduğunu açıkladı.[8] 27 Haziran'da ise, gazetecilere verdiği demeçte, insanların kutsal ve büyük hedeflere yürümesinin gerektiğini, böyle hareket edenlerin yaptıkları büyük fedakarlıklar sonucunda yükselebileceklerini ve bu şekildeki hareketlerin mutlaka açık olduğunu açıklamıştı. Ancak, gizli yolda hareket edenlerin sonuçlarının hüsran olacağını belirtmiştir.[9] Böylece, Îzmir suikastına yönelenlerin sonucunun ne olduğunu açıklayan Mustafa Kemal, inkılâp doğrultusunda yürüyenlerin hareketlerinin her zaman açık olduğunu da vurgulamıştır.
izmir suikastı nedeni ile 26 Haziran'da çalışmaya başlayan istiklâl Mahkemesi sorgulamalarını süratle tamamlamaktaydı. Bunlardan, Kara Kemal Bey kaçacak, ama sonra intihar edecektir. Eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey de batı sınırında yakalanacak, istiklâl Mahkemesi'ne gönderildikten sonra, yargılanıp, asılacaktır. -
84.
0Gazi, 9 Temmuz 1926'da, izmir'den Ankara'ya hareket etti. 26 Haziran'da Millî Sinema Salonu'nda çalışmalarına başlayan izmir istiklâl Mahkemesi, 13 Temmuz'da, davanın izmir bölümünü karara bağladı ve idam kararlarını hemen yerine getirdi. Daha sonra, istiklâl Mahkemesi 16 Temmuz'da Ankara'ya geldi ve çalışmalarına orda devam etti. izmir'de 13 kişinin iddıbına karar verilmişti. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşalar ile bazı kişilerin suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar.Tümünü Göster
ittihat ve Terakki Kâtib-i Umumisi olan Mithat Şükrü Bleda, istiklâl Mahkemeleri'nde süren davaları iki kısımda mütalaa etmektedir. Birincisi, izmir suikastı ile ilgili olaylar ve kişiler, cumhuriyetin ilânından sonra olagelen siyâsî olaylar ve bunlarla ilişkisi olan kişiler. Mithat Şükrü'nün ifadesine göre, O'nun davası ikinci grupta görülmekteydi. Daha önceleri, hilâfetin kaldırılmaması yolunda yayın yapan, gazetecilerle ilgili olarak 9 Aralık 1922'de istanbul istiklâl Mahkemesi'nde başlayan gazeteciler davası, 2 Ocak 1924'te sonuçlanmıştı. Bundan daha önce etraflıca bahsetmiştik. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'e suikast anlamı taşıyan bu dava sonunda gazeteciler niyetlerinin kötü olmadığını ispat etmiş ve beraat etmişlerdi. istiklâl Mahkemesi'nin çalışması sürerken, ilyas Sami (Kalkavanoğlu), komünist Hemşinli Mehmet Azapkaptı, Sandalcılar Kahyası Hasan, Dayı Mesut, Kör ibrahim, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e ve Cumhuriyete suikast iddiasıyla tutuklanmışlardı, ilyas Sami Bey, 30 Aralık 1923'de mahkemeye baş vurarak suçsuz olduğunu iddia etti. Ancak, sonuç çıkmadı.
12 Ocak 1924'de başlayan ilk yargılamadan sonra, 5 Şubat 1924'de mahkeme sonuçlandı. Ancak delil yetersizliğinden sanıklar beraat etmişlerdi. Daha sonra, Şeyh Sait isyanı nedeni ile Şark istiklâl Mahkemesi kurulmuştu. 28 Haziran 1925'te, mahkeme Şeyh Sait isyanına katılanlar hakkındaki kararını vermişti. Aynı mahkemede tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda 30 Haziran ve 10-15 Ağustos 1925'te çeşitli yerlere yazılar yazılması kararının alındığını da bilmekteyiz. Şeyh Sait isyanı ile ilgili duruşma sırasında, gazeteciler de kışkırtıcı yayında bulunduklarından yargılanmışlar ve affedilmişlerdi. Bu arada 1926 Ocağı'nda Hazro'da ve Pötürge'de isyan edenlerin mahkemeleri de ocak ve şubat aylarında sonuçlanmış ve suçlular cezalandırılmışlardı. istiklâl Mahkemelerinin daha başka pekçok davaya baktıklarını bilmekteyiz. Ancak bizim burada konu ettiğimiz, 1926'daki izmir suikastı ve diğer siyasî olaylardır. Az önce belirttiğimiz üzere, Mithat Şükrü'nün davası siyasî tutuklular kısmına dahildir. izmir suikastına katılan Ziya Hurşit, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya'ya olayları kesin bir şekilde anlatmıştı. 27 Haziran günü başlayan mahkeme, 12 Temmuz 1926'da son bulmuş ve 13 Temmuz 1926'da karar okunmuştu. Bu mahkemede suçunu itiraf edenlerle, bazı inkarcılar yüzleştirilmekte ve gerçek ortaya çıkarılmaktaydı. Nitekim, suçsuz olduğunu ısrarla söyleyen Şükrü Bey ile Sarı Efe'nin (Edip) ve Ragıb Beylerin yüzleştirilmesi bu davanın esas noktalarından birini oluşturmuştu. Mahkeme izmir Milletvekili Şükrü, Saruhan Milletvekili Halis Turgut, istanbul Milletvekili ismail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü, Eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit, Eski Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet, Sarı Edip Efe, Çapur Hilmi, Rasim, Laz ismail, Gürcü Yusuf, Eski Ankara Valisi Abdülkadir, Kara Kemal, Saruhan Milletvekili Abidin Beylerin iddıbına karar vermişti. izmir Mahkemesi'nden sonra, az sonra, siyasî suçluların yargılanması için mahkeme görevine Ankara'da devam etmiş, 26 Temmuz 1926 günü Mithat Şükrü'nün suçsuzluğu ortaya çıkmıştı.
17 Temmuzda Ankara'ya varmış olan istiklâl Mahkemesi, 18 Temmuzda çalışmalarına Ankara'da devam etti. Ankara'da ittihatçıların duruşması başladı. Sonuçta eski maliye bakanlarından Cavit Bey, Doktor Nâzım, eski Ardahan milletvekili Hilmi, ittihat ve Terakkî Partisi'nin sorumlu sekreterlerinden Nail Bey, Anayasa'yı değiştirmek, kaldırmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni devirmek ve zorla görev yapmasını önlemekten idama, bir kısım ittihatçı ise on yıl hapse mahkûm olmuşlardı.[10][11][12][13][14] Rauf Bey sürgüne mahkum edilenler arasındaydı. izmir suikastının teşebbüs haberini izmir valisine (Kâzım Bey'e), motorcu Şevki Bey bildirmişti, kendisine 6500 lira mükâfat verilmesi kararlaştırıldı.[15][16]
Yahya Galip Kargı anlatıyor.
izmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra birgün bize şu olayı anlatmıştı:
«Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:- Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi?- Evet, dedi. Ben yine sordum:- Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?- Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.- Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun?- Hayır.- O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?- Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:- Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.» [17] -
85.
04. Murat ve Yenikapı EfsanesiTümünü Göster
4. Murat devri. Padişah tarafından, mey (şarap), afyon ve fal bakmak yasaklanmış. istanbul'da bütün meyhaneler ve keşhaneler, artık gizlice çalışmaya başlamışlar. 4. Murat, bir gece, tebdil-i kıyafet (kılık değiştirerek) istanbul'a indiğinde, karşıya geçmeye karar verip bir sandal kiralamış.
Sandalcı, müşterisinin sultan olduğunu bilmiyomuş tabii. Bir ara, sandalın yanından sarkan bir ipi çekmiş. ipin ucunda bir testi! Sultan, "Ne var o testinin içinde?" diye sormuş. Sandalcı, "Ne olacak, mey işte" diye gülerek müşterisine ikram etmiş. Her ne kadar yasaklamış olsa da, 4. Murat'ın alkolle arasının iyi olduğu bilinir. ikramı kabul etmiş; ama yine de, "Mey yasak. Hünkarımız görse kafanı vurdurtur diye korkmuyor musun?" diye sormaktan da geri kalmamış. Sandalcı da hâliyle, "Yâhu hünkâr nereden görecek bizi denizin ortasında?" demiş.
Aradan biraz zaman geçmiş. Sandalcı bu kez de, teknenin tahtalarından birini kaldırıp aradan afyon çıkarmış ve nargilesine atarak körüklemeye başlamış. Gönlü zengin adam, hemen müşterisine de ikram etmiş. Sultan yine kabul etmiş; ama yasağı yine hatırlatmış. Sandalcı aynı şekilde, "Kim görecek ki bizi denizin ortasında!'" demiş. Biraz daha vakit geçmiş. Bizim sandalcı cebinden fal taşlarını çıkarmış. Hünkâra, "Ver 5 akçe de falına bakayım." demiş. Fal 4. Murat'ın en kızdığı şeymiş, ama "Hadi biraz daha sabredeyim." diye düşünüp, "Bak bari... " demiş.
Fal taşlarını elinde çalkalayıp atan sandalcı, "Efendi, sorunu sor bakalım." demiş. Padişah, "Hünkâr, şu anda nerededir?" diye sormuş. Sandalcı taşlara bakıp; "Hünkâr, şu an denizdedir." demiş. 4. Murat, endişelenmiş gibi yapıp, "Sakın yakınımızda bi yerde olmasın?!" diye sormuş sandalcıya ve tekrar iyice bakmasını söylemiş. Sandalcı, taşlara tekrar bakmış ve birden, 4. Murat'ın ayaklarına kapanıp, "Affet beni hünkarım!" diye yalvarmaya başlamış. Kıyıya dönene kadar yalvarmaya devam etmiş. Padişah, dayanamayıp, "Sana bir soru soracağım. Eğer bilirsen, seni affederim. Bilemezsen kıyıya dönünce ânında boynunu vurduracağım." demiş. Sandalcı sevinçle, "Padişahım çok yaşa!" demiş ve merakla soruyu beklemeye başlamış.
4. Murat, sandalcıya, "Dönüşte istanbul'a hangi kapıdan gireceğim?" diye sormuş. Tabii sandalcı hemen itiraz etmiş, "Hünkarım, şimdi ben hangi kapıyı söylesem, siz başka kapıdan girersiniz. Affınıza sığınarak, gireceğiniz kapıyı bir kağıda yazsam ve size versem; kapıdan geçtikten sonra okusanız olur mu?" demiş. Hünkâr, başını "Olur" anlamında sallayınca, sandalcı tahminini yazıp kağıdı vermiş.
Padişah, kağıdı alır almaz, daha bakmadan, yanındaki fedâîsine, "Hemen boynunu vur şu kâfirin" emrini vermiş. Sonra da, "Surlara yeni bir kapı açıla! istanbul'a oradan gireceğim." demiş çevresindekilere. Kapı 5-10 dakikada açılıp, padişah ve erkânı şehre girmiş. 4. Murat, bir ara, sandalcının kağıda hangi kapıyı yazdığını merak etmiş. Kendinden çok eminmiş, laf olsun diye cebindeki kağıda bakmış. Ama okuyunca hayretler içinde kalmış. Sandalcı, kağıda şunları yazmışmış: "Hünkarım, yeni kapınız vatana millete hayırlı uğurlu olsun"
O gün bugündür de işte o kapı, "Yenikapı" olarak anılıyormuş. -
86.
0Yüzbaşı Burkay ve Açığma-KünTümünü Göster
*
Kamlançu ülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca; Yüzbaşı Burkay, yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Ona yaklaşıp şöyle dedi: "Yüzün, aya benziyor. Kaşın, yaya benziyor. Gözlerin, yeşil alası... Saçların, aslan yelesi... Yürüyüşün, turna gibi. Salınışın, suna gibi. Hangi yerden, kaynaktansın? Hangi boydan, oymaktansın?"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, bir şey söylemedi. Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay'a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini oynattı. içine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: "Bakışların ışık mı? Saçların sarmaşık mı? Yıldız mısın, güneş mi? Alev misin, ateş mi? Neden sessiz bakıyorsun? Beni niçin yakıyorsun? Çiçek gibi her bir yanın. Söyle, nedir senin adın, sanın?"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, bir şey söylemedi. Gülümseyerek Burkay'a baktı. Bu bakışla onun aklını başından aldı. Yüreğini derde saldı. içine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi: "Beni niçin üzüyorsun? Gözlerini süzüyorsun. Kirpiklerin paralıyor. Bakışların yaralıyor. Rengin sanki çiçekten. Bilmem hangi çiçekten? ister darıl, ister kız. Tek adını söyle kız!"
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız, gözlerini Burkay'ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların, kırlarda esen rüzgarın, ormanda öten kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi: "Beşbalık'ta doğdumsa da Karluk kızıyım. Nice erin yüreğinde saklı sızıyım. Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür. Bilen, bilir; adım, sanım: Açığma-Kün'dür. Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana. Belam, çoktur; görünmeden dokunur sana…"
Burkay'ın yüreğine od düştü. Yeryüzü, gözüne karanlık oldu. iyi yürekli kişi idi. Tanrı'ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapıncağa gidip Tanrı'ya yalvardı. "Tanrım! Yüreğimdeki odu söndür!" dedi.
Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti. Her gidişte Açığma-Kün'ü orada gördü. Her gidişte içindeki ateş yalazlandı. Her dönüşte tapıncakta Tanrı'ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam ağacının yanına gitmemeye karar verdi. Fakat güneşin her yeni doğuşunda kızın hasretine dayanamadı. Verdiği kararı unutup çam ağacının yanına geldi. Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip kendinden geçti.
Kırk birinci gün, çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı. Gözleri bulandı. Yüreği yandı. içi sıkıntıyla doldu. Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-Kün gelmeyince onu çam ağacına sordu. Ağaç, âh edip ağladı. "Onu ben de bekliyorum. Artık gelip bana yaslanmayacak." dedi.. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir akdoğan ah edip ağladı. "Onu ben de bekliyorum. Artık gelip beni koluna almayacak." dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü, öldü. Yeşil otlara sordu. Otlar ah edip ağladılar. "Onu biz de bekliyoruz. Artık gelip bizi çiğnemeyecek." dediler. Yanıp duman oldular.
Burkay, bezginleşip yerine, yurduna döndü. Açığma-Kün'den başka bir şey düşünmez oldu. Tapıncağa gidip yalvardı, olmadı. Ekşi kımız içip esridi, kâr etmedi. Tatlı şarap içip kendinden geçti, fayda vermedi. Kağan, savaş açınca; o da katıldı. Ölmek için atına zırhsız bindi. Oklar sağından solundan uçtu; biri değmedi. Kalkansız, tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından, solundan geçti; biri vurmadı.
Yine yurduna döndü. Açığma-Kün'den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı. Hasta olup yatağa düştü. Burkay'ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye okuyucular, bakıcılar, kamlar, bakşılar getirtti. Hiçbir ilaç, dua, hiçbir büyü fayda vermedi.. Günden güne eridi, soldu, bitti. Ölecek hale geldi. Bir gece Açığma-Kün'ün adını sayıklayınca; kadın, işi anladı. Bütün Kamlançu'ya adamlar çıkarttı. Kırk gün aradılar, taradılar. Açığma-Kün bulunmadı. Birgün ihtiyar, çirkin bir büyücü kadın geldi. "Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir. O, şeytanların akıllısıdır." dedi. Burkay'ı şeytan Kilimbi'ye zütürdü. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. "Bana onu verirsen, senin ordunda çeri olurum." dedi. Kilimbi, başını salladı. "Yüreğin, büyük derde girmiş. Kurtulmak zor. Buna çareyi bulsa bulsa Şeytanlar Başı Madar bulur." dedi. Burkay'ın içi yandı. Gözü dumanlandı. "Hiçbir çare yok mu?" diye sordu. Madar, başını salladı. Ellerini açtı. "Var," dedi. "Eğer evdeşini zütürüp Ejderler Kağanı Naranta'ya kurban adarsan Açığma-Kün'ü kaybettiğin yerde bulursun."
Burkay, hiçbir şey düşünmeden kabul etti. Gözünü sevda bürümüş, kanın çılgınlık yürümüştü. Evdeşini Naranta'ya adak verdi. Naranta, onu öldürüp yedi. Kadın, ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: "Burkay! iyiliğe kemlik ettin. Tanrı, seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde rûhun ıstırap içinde çalkalansın." dedi. Tanrı, bu dileği kabul etti.
Burkay, şeytan Madar'ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye yaprakları dökülüp kuruyan çam yine yeşermişti. Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay, yaklaşıp şöyle dedi: "Nerede kaldın ay bakışlı? Neden gittin inci dişli? Senin için hasta düştüm. Eller gezip dağlar aştım. Artık bana varmaz mısın? Derdime em vermez misin? Gel, benim ol çiçek yüzlüm! ipek saçlım, ışık gözlüm!"
Açığma-Kün, bir şey demedi. Büyülü gözlerle Burkay'a bakarak gülümsedi. Burkay'ın aklı başından gitti. Az kaldı kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu. Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-Kün'ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doyamadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. "Sen, insan değilsin. Peri Kan Katun'sun." dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. Sevgisi dinmez oldu. "Sen, Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun'sun" dedi.
Birgün; ihtiyar, çirkin büyücü kadın yine geldi. "Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir." dedi. Birlikte Madar'a gittiler. Madar, güldü. "Sen, Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun" dedi.
Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün'e "Beni seviyor musun?" diye sordu. Kadın, saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay "Beni seviyor musun?" diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu.
Böyle aylar geçti. Yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgına döndü. ıstırap ıstırap üstüne, keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi, ilaç bulamadı. Bakışlar geldi, çare edemedi. "Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı'nın cezasıdır" dediler. Burkay büyük ıstıraplar içinde öldü. Ölürken yine "Beni seviyor musun?" diye sordu. Kadın, onu saçlarıyla sardı, kollarıyla sıktı, öptü. Fakat bir şey demedi .Burkay'ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. inci gibi yaşlar aktı. "Istırap çekiyorum!" diye inledi. Fakat; "Ben de seni seviyorum" demedi.
Burkay, ölmekle ıstıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün'ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor. "Istırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun" diye inliyor. O günden bu güne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay, her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün; "Sus sus, ben de ıstırap çekiyorum" diye yanıp yakılıyor. Fakat; "Ben de seni seviyorum." demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor.[1] -
87.
0Ölüm ve ÖtesiTümünü Göster
Hz. Adem'den beri gönderilmiş bütün semavi dinlerdeki en temel mesaj Allah'tan başka ilah olmadığı ve tekrardan diriliş yani ölüm ötesi ahiret hayatıdır. Kudreti sonsuz yüce Rabbimiz, insanı yaratmış ona akledebilme yeteneği vermiş ve yaşdıbını, yaratılışına en uygun şekilde sürdürebilmesi için Kutsal Dinleri göndermiştir. insanlar ise, çoğu zaman işlerine gelmediği için bu dinlere karşı çıkmış, bunları birer sapıklık ve bozgun olarak ilan etmiş, Allah'ın buyruklarını yerine getirmediği gibi bir de Allah'ın dinine savaş açma cesaretini gösterebilmiştir. Kuran'ın ayetlerinin söylediği gibi insan en güzel suretle yaratılmasına rağmen yaptığı bozgunculuktan dolayı aşağıların aşağısına da çekilmiştir.
Bugün, yaşadığımız dünya hayatına dört elle sarınılıp sanki sonsuz olan yaşam burası gibi yaşam sürülmekte ve zihinlerde ölüm ötesi hayat düşüncesinden en ufak bir eser bile bulunmamaktadır. inanan insan ise, attığı her adımı ölüm ötesi hayatı düşünerek atar, yaptığı her davranışı, söylediği her sözü... Bilir ki, bu dünya sadece bir imtihan sahasıdır ve tek kurtuluş bu dünyayı ahirete göre yaşamaktır.
Günümüzde dinsizliğe sahip çıkan, insanları dinsizliğe sevk etmeye çalışan, ömrünü bu davaya adayan insanoğlunun aldığı cesaretin sebebi de ölüm ötesi hayatı kabullenmemektendir. insanoğlunun sapkınlıklarının ve bozgunculuklarının önüne geçebilecek tek şey ahireti düşünebilmek ve ona göre davranabilmektir. inananlar, çoğu zaman dinlerine, dinsizlerin dinsizliklerine sahip çıktıkları kadar sahip çıkmamakta, "Din, Allah ile kul arasındadır." kavrdıbını dar anlamda yorumlayıp, insanları inandıkları ve savundukları düşünce ile sorumlu tutmayı yeterli görmekte ve bunca karalamalara ve sapkınlıklara kulak tıkamaktadır.
Muhakkak ki Allah dinini korumaya güç yetirebilir. Ancak inananlar da pasif olmamalı ve dinlerine sahip çıkıp her türlü şekilde Allah yolunda mücadele etmelidir. inanan bir kişi, kendini en güzel şekilde yetiştirmiş, Kuran'ı ahlakını almış, kendini Allah yoluna adamış olmalıdır. Ahireti her an düşünebilen, dilinden güzel sözleri Allah'ın hatırlanmasını, duaları düşürmeyen, gönlünde gerçek Allah sevgisini taşıyan, ruhu bu sevgi ve aşk ile tatmin bulmuş bir kişi olmalıdır. Duyarlı, düşünceli ve Rabbine karşı kalbi ürpererek boynu bükük olan, bir gülümsemeyi çok görmeyen ve kötülükten alıkoyup iyiliğe sevk eden... Daha sayabileceğimiz bir çok güzelliği ve özelliği ancak ölüm ötesi hayatı sürekli düşünerek ve Allah'tan isteyerek edinebiliriz. -
88.
0Can Çekişme AnıTümünü Göster
Şu iyi bil ki, miskin ve zavallı olan bu kulun önünde, can çekişmenin dışında, karşılaşacağı keder, korku ve azaptan başka hiçbir şey olmasaydı bile sadece ruhunun çıkış anındaki sancılar onun hayatını zehir etmeye, neşesini kaçırmaya, onu gafletten uzaklaştırmaya yeterdi. Bu, insanın üzerinde uzun uzun düşünüp çare araması ve en büyük hazırlığı yapması gereken bir haldir. Özellikle bu hal insanın (bilgisi ve yetkisi dışında) her nefes önüne çıkabilecek bir iş olunca, durum daha nazik olmaktadır.
Bu konuda hikmet ehlinden birisi şöyle der: “Başkasının elinde olan bir sıkıntının ne zaman gelip seni saracağını bilemezsin!”
Lokman Hekim oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Ey oğlum! Ölüm seni ne zaman karşılayacağını bilemediğin bir olaydır. Onun için sana anîden gelmeden önce ona hazırlıklı ol!”
Hayret etmemek elde değil! Eğer insan bir eğlence yerinde zevk-u sefa içerisinde eğlenirken bir asker gelip kendisine üç-beş sopa vursa hayatı zehir olur, ağzının tadı kaçar, zevki kalmaz. Aynı insan, her nefes alıp verişinde ölüm meleğinin her an canını alması tehlikesiyle karşı karşıya iken bundan gafildir. Bunun tek sebebi, cehalet ve içinde bulunduğu hayat ile aldanıştır.
Şunu da iyi bil ki, ölüm sancılarının verdiği acıyı onu tadandan başkası bilemez. Ölüm sancılarını tatmayanlar ise onu çektiği diğer acılara kıyas ederek ya da insanların son nefeslerini verirken geçirdikleri hâllere bakarak anlamaya çalışırlar.
Ölüm sancılarının kıyas yoluyla anlaşılmasına gelince: Şüphesiz ki içinde ruh olmayan bir aza/organ acı duymaz. Acıyı ve sancıyı hisseden ruhtur. Ne zaman ki bir aza yaralansa veya yansa bunun etkisi ruha sirayet eder, azaya isabet eden maddî zarar nispetinde ruh etkilenir. Acı veren şey ete, kana ve diğer uzuvlara dağıldığından ruha bu acıdan çok az bir şey isabet eder. Ama bu acılar içerisinde doğrudan doğruya ruha isabet eden, parçalara ayrılmayan bir acı bulunursa o gerçekten büyük, şiddetli ve dayanılmaz olur.
YANIK VE YARALANMA GiBi OLAYLARLA CAN ÇIKIŞININ KIYASLANMASI
Canın çıkma anı, acının bizzat ruhun kendisine isabet ettiği bir olaydır ve ruhun bütün kısımlarını kaplar. Vücudun derinliklerine dalan ruhun her zerresi bu acıyı hisseder. insanın vücudunun herhangi bir yerine bir diken batsa, kişinin hissedeceği acı, ruhun dikenin battığı yerdeki mevcudiyeti kadardır, sadece o kısımda acıyı hisseder. Yanığın acısının şiddetli olmasının nedeni ise ateşin (yakıcı maddenin) bedenin her bölümüne dağılarak sirayet etmesindendir. Yanan azanın gözüken ve gözükmeyen her yerine ateş değmiş gibidir. işte bu sebeple etin etrafında olan ruhun diğer cüzleri de bu acıyı hissederler. Yaralanma sadece bıçağın dokunduğu yerde olur; bu açıdan yaralanmanın verdiği sızı ve acı ateşin verdiği kadar olmaz.
Canın çıkışı anında duyulan acı ise bizzat ruhta olur ve onun bütün kısımlarını kapsar. Zira tepeden tırnağa; damarlardan, sinirlerden, mafsallardan ve eklemlerden kıl diplerine kadar bütün vücuttan çekilip çıkarılan ruhtur. Bu sebeple onun vereceği keder ve acıyı hiç sorma!
Nitekim ölüm sancıları hakkında şöyle denilmiştir: “Ölüm kılıç darbelerinden, testere ile biçilmekten ve makaslarla doğranmaktan daha acı verici bir olaydır.”
Bunun sebebi şudur: Kılıçla kesilmenin ruha acı vermesinin nedeni kesilen yerin ruhla irtibatlı olmasıdır. Bunun yanında, doğrudan doğruya ruhu kesen ve biçen bir şeyin ona verdiği elem ve ıstırabın nasıl olduğunu bir düşün!
Dayak yiyen birisi bağırıp yardım dileyebiliyorsa bu, onun bedeninde ve dilinde güç ve kuvvetin hâlâ var olduğu anldıbına gelir. Ölen bir kimsenin bu şiddetli sancılar içerisinde iken bağırıp çağıramayışının nedeni; üzüntü ve kederinin en son safhaya ulaşıp bu acı ve sızıların bütün bedenini kaplaması, etrafındaki insanlardan yardım dilemeye dahi takat ve kuvvetinin kalmayışındandır. O anda insanın aklı karışmış hatta gitmiş; dili ise tutulmuştur. Etrafındakiler ise ona yardımda bulunmaktan aciz kalmışlardır. Şayet iniltilerinden birazcık olsun kurtulabilse etrafındakilere seslenmek ve onlardan yardım dilemek ister ama buna güç yetiremez.
Eğer onda biraz kuvvet kalabilmişse ruhunun çıkartıldığı anda boğazından ve göğsünden hırıltılar gelir. Artık rengi solmuş, çehresi ekşimiştir. Sanki rengi asıl yaratıldığı şey olan toprak rengine dönmeye başlamıştır. (Gergin olan) damarları kendi yerlerine çekilmiştir. Elem ve ıstırap içine ve dışına vurmuştur, öyle ki, göz bebekleri gibi yukarıya yönelmiştir. O anda insanın dudakları kasılır, dili büzüşür, yumurtalıkları merkezine çekilir ve parmak uçları yeşil gibi bir renk almaya başlar.
Bedeninden bütün damarları çekilen birsinin hâlini bana hiç sorma! Damarlarından birisi çekilen kişinin durumu bile gerçekten pek çetin olurdu. O hâlde acı ve ıstırap içerisinde ruhu çıkarılan birisinin durumu nasıl olur! O, bir değil bütün damarları çekilen birisidir!
Sonra her uzuv yavaş yavaş ölmeye başlar. Önce ayakları soğumaya başlar, sonra bacakları, ardından da uylukları.. Her aza acı üzerine acı; belâ üzerine belâ hissetmeye başlar ve nihayet can gırtlağa kadar dayanır. işte o zaman, bakışlarını dünyadan ve ailesinden çevirir. Artık (önceden tövbe etmemişse) tövbe kapısı ona kapanır, kendisini hasret ve pişmanlık kuşatır. Bu hususta Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Can (ruh) boğaza dayanmadıkça kulun tövbesi kabul olunur.” [1]
Mücâhid (rah) Nisâ sûresinin:
“Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca «Ben şimdi tövbe ettim» diyenler için kabul olunacak tövbe yoktur” [2] âyetinin tefsirinde şöyle demiştir:
“Bu vakit ölüm meleğinin kişiye göründüğü vakittir. O vakit Azrâil'in yüzü yavaş yavaş görünmeye başlar. işte bu sebeple can çekişme anındaki peş peşe gelen sancılar ve ölüm acısı öyle şiddetli olur ki, nasıl olduğunu hiç sorma!” Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöyle duada bulunmuştur:.
“Allah'ım! muhafazid'e (s.a.v) ölüm sancılarını kolaylaştır.” [3] -
89.
0ÖLÜM SANCILARININ ŞiDDETi VE RUHUN ÇIKIŞ ŞEKLiTümünü Göster
insanların ölüm sancılarının büyüklüğünü bilmelerine rağmen ondan sakınmamalarının nedeni cahil olmalarındandır. Çünkü bir şeyi daha meydana gelmeden önce bilmek (Allah'ın izni ve müsaadesi ile) ancak peygamberlik ve velâyet nuru ile mümkündür. Bu sebeple peygamberlerin ve evliyaların ölümden korkuları çok büyük olmuştur. Öyle ki, isâ (a.s) ashabına şöyle demiştir:
“Ey havarîler! Allah'a dua edin de şu ölüm sancılarını bana hafifletsin. Ben ölümden öyle korktum ki, korkum beni ölümden ölüme sürükledi.”
Anlatıldığına göre isrâiloğulları'ndan bir grup bir mezarlığın yanından geçerken birbirlerine:
- Allah'a (c.c) dua etsek de bu kabristandakilerden birini bizim için diriltse; biz de ona sorular sorsak, dediler ve hep birlikte dua etmeye başladılar. Derken kabirlerin birinden, alnında secde izi bulunan bir adam çıkıverdi, onlara:
- Ey insanlar! Benden ne istiyorsunuz? Ölüm acısını tadalı elli yıl oldu, ama hâlâ acısı kalbimden gitmedi, dedi.
Hz. Âişe (r.anh) şöyle demiştir: Hz. Peygamberin (s.a.v) vefatının şiddetini gördükten sonra artık hiç kimsenin ölümünün kolay oluşuna imrenmem.
Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz bir duasını şu şekilde yapmıştır:
“Allah'ım! Ruhu sinir aralarından, damarlardan ve parmak uçlarından çekip alan sensin. Allah'ım! Ölüme karşı bana yardım et ve onu bana kolaylaştır.” [4]
Hasan-Basrî, (rah) şöyle anlatmıştır: “Bir keresinde Resûlullah (s.a.v) sahabelerine ölümden; onun verdiği sıkıntı ve acıdan bahsetti; sonra:
“Onun acısı üç kılıç darbesi kadardır.” [5] buyurdu.
Resûlullah'a (s.a.v) ölümden ve onun şiddetinden sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Ölümün en hafifi, yünün içinde bulunan pıtrağa benzer; hiç pıtrak yünsüz çıkar mı?! Elbette ki onunla beraber yün de gelir.” [6]
Resûlullah (s.a.v) ölüm döşeğinde olan bir hastanın ziyaretine gitti; yanına vardığında şöyle dedi:
“Onun çektiği acıları bilirim! Onun her bir damarı ölümün acısını ayrı ayrı hissetmektedir.” [7]
Hz. Ali (k.v) cihada teşvik eder ve şöyle derdi: “Şayet savaşta öldürülmeseniz de muhakkak öleceksiniz! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, cihat meydanında bin kılıç darbesiyle öldürülmem bana yatakta ölmekten daha kolay gelir.”
Evzaî (rah) der ki: “Bana kadar gelen bilgilere göre; ölü, tekrar dirilinceye kadar ölümün acısını hisseder.”
Şeddâd b. Evs (r.a) ise şöyle demiştir: “Mümin için dünya ve âhiret acılarından en korkutucusu ölümdür. Çünkü o, testere ile biçilmekten, makaslarla doğranılmaktan, kazanlarda kaynatılmaktan daha şiddetli bir acı verir. Şayet ölen birisi tekrar dirilip dünya ehline ölümün acısını haber verse, onlar ne hayattan bir zevk alırlar ne de gözlerine uyku girerdi.”
Zeyd b. Eslem (r.a), babasının şöyle dediğini anlatır:
“Mümin bir kulun (âhirette yüksek mertebelere kavuşmak için) ameliyle ulaşamadığı bir derece kalmışsa, cennetteki derecesine ulaşabilmesi için ölüm sancıları ona zorlaştırılır ve artırılır. Kâfir birisinin karşılığını göremediği bir iyiliği de varsa yaptığı iyiliklerin karşılığını fazlasıyla alabilmesi için ölüm ona kolaylaştırılır, böylece o cehennemi boylar.”
Adamın biri zaman zaman hastaları dolaşır ve onlara:
- Ölümü ve onun sancılarını nasıl buluyorsun? diye sorardı. Gün gelip de kendisi ölüm döşeğine düştüğünde ona:
- Peki, ölüm sancılarını sen nasıl buldun? diye sorduklarında adam şöyle cevap vermiştir:
- Sanki gök yere yapıştırılmış, ruhumsa sanki iğne deliğinden çıkıyor gibi!
Resûl-i Ekrem (s.a.v) buyurmuşlardır ki:
“Anî ölüm mümin kul için bir rahatlık, günahkâr içinse hicrandır (çünkü onun bir hazırlığı yoktur)” [8]
Mekhûl eş-Şâmî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Şayet ölünün kıllarından birine isabet eden ölüm sancısı yer ve gök ehlinin üzerine konulsaydı Allah'ın izni ile hepsi ölürdü. Çünkü (ölüm sancıları çeken birisinin) her tüyünde ölüm vardır. Ölüm de bir şeye yapıştı mı muhakkak onu öldürür.”
Bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir:
“Eğer ölüm sancısından bir damla dünya dağlarının üzerine konulsa idi muhakkak hepsi erirdi.” [9]
Rivayete göre, Hz. ibrâhim (a.s) vefat ettiği zaman Allah Teâlâ kendisine:
- Halîlim! Ölümü nasıl buldun? diye sordu, o:
- Islak yün yumağının içine batırılmış kızgın bir şiş gibi hissettim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah (c.c):
- Unutma ki biz o ölümü sana kolaylaştırdık, buyurdu.
Hz. Mûsâ (a.s) vefat edip de ruhu Allah'a ulaşınca Rabbi ona:
- Ey Mûsâ, ölümü nasıl buldun? diye sordu, o da:
- Kendimi kızgın bir tavanın üzerine konulmuş canlı bir serçe gibi hissetim; ölmez ki rahata kavuşsun, kurtulamaz ki uçup gitsin.
Bir başka rivayete göre Hz. Mûsâ (a.s) şu cevabı vermiştir:
“Kendimi kasabın elinde diri diri yüzülen koyun gibi zannettim.”
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat edeceği sıralarda yanında bir tas su vardı. Ara sıra elini tasa daldırır, ardından çıkarıp yüzüne sürdükten sonra:
“Allah'ım! Bana ölüm sancılarını hafiflet” [10] diye duada bulunurdu.
Hz. Peygamber'in (s.a.v) bu sıkıntı ve sancılar içerisinde böyle duada bulunduğunu işiten Hz. Fâtıma (r.anh):
- Vah başımıza gelenler! Babacığım nedir bu çektiğin sıkıntılar! diye üzüntüsünü dile getirince Resûl-i Ekrem (s.a.v):
- Bugünden sonra artık baban için sıkıntı yoktur, buyurdu.[11]
Hz. Ömer (r.a) Ka'bu'l-Ahbâr'a (rah):
- Ey Ka'b! Bize ölümden bahset, deyince Ka'b (rah):
- Olur, ey müminlerin emiri, dedi ve şöyle anlattı:
- Ölüm bir adamın karnına sokulan çok dikenli bir dal gibidir. Dikenler her bir damara yapışmış iken başka bir adam gelip o dikenli dalı öyle bir çeker ki, kimisi dikenlerle beraber kopup çıkar, kimisi de öylece kalır (işte ruhun bedenden çıkması buna benzer).
Hz. Resûlullah (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Kul ölüm sancıları arasında kıvranırken mafsalları birbirlerine: ‘Artık kıyamete değin birbirimizle görüşemeyeceğiz; selâmette kalın!' derler.” [12]
işte bu anlattıklarımız Allah'ın veli kullarının ve sevgili dostlarının çektiği ölüm sancılarıdır. Ya bizler! Günaha ve isyana dalan bizlerin hâli nasıl olacak? Üzerimize ölüm sancılarıyla beraber daha birçok felâketler de gelecek. -
90.
0Bozkurt DestanıTümünü Göster
Bozkurt Destanı, bilinen en önemli iki Kök-Türk destanından biridir (ötekisi Ergenekon Destanı'dır; ayrıca Ergenekon Destanı'nın, Bozkurt Destanı'nın devamı olması güçlü bir olasılıktır). Bu destan, bir bakıma Türkler'in soy kütüğü ve var olma öyküsüdür. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir var oluş biçiminde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kagan'ın Orkun Anıtları'ndaki ünlü vasiyetinin ilk sözleri olan; "Ben, Tanrı'nın yarattığı Türk Bilge Kagan, Tanrı irâde ettiği için, kaganlık tahtına oturdum." tümcesi ile birlikte düşünülecek olursa, soy ve ırkın nasıl yüceltilmek istenildiğini de anlatmaktadır.
Destan, Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Bozkurt Destanı'nın iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu iki varyant arasındaki fark azdır ve Çinliler'ce yazıya geçirilirken ad ve sözcüklerin Çince'ye uydurulma gayreti yüzünden ortaya çıkmıştır. Kimi araştırmacılar, Türkler'le ilgili başka bir kurt efsanesini de katarak bu varyant sayısını üçe çıkarsalar da, aslında onların Bozkurt efsanesinin üçüncü söylenişi dedikleri bu destan, Hunlar çağındaki Usun Türkleri'nin bir efsanesidir. Bu efsane, Hunlar ve Kurt adlı bölümde anlatılmıştır. Bozkurt Destanı, Çin'de hüküm sürmüş Chou hanedanının resmi tarihinin 50. bölümünde ve yine Çin hanedanlarından olan Sui sülalesinin resmi tarihinde kayıtlıdır.
Bozkurt'tan türeyiş efsaneleri, Türk mitolojisinin en ileri ve romantik bölümüdür. Türk mitolojisinde genel olarak tüm millet düşmanlarca yok edilir, geriye yalnızca bir çocuk kalırdı. Türk özelliğini taşıyan birçok efsanede bu motifi bulmak mümkündür. Aşağıda yer verilen Bozkurt Destanı'na göre Türkler, eskiden Batı Denizi adlı bir yerin batısında oturmakta idiler. Efsanedeki Batı Denizi, Aral Gölü olabilir. Batı Denizi'nin Altay Dağları ya da Tanrı Dağları üzerinde bir göl olması da muhtemeldir. Destandaki, geriye kalan tek çocuğun kolları ile bacaklarının kesilerek bir bataklığa atılması da, Türk mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu tür bataklık motifleri, Hun ve Macar efsanelerinde de vardır.
Türkler'in yeniden türeyişlerini anlatan bir destan olan Bozkurt Destanı'nın özeti aşağıda verilmiştir:
"... Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı. Türkler, Lin ülkesinin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkek-kadın, küçük-büyük demeden öldürdüler. Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir oğlan sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu çocuğu da buldular ama onu öldürmediler; bu yaşayan son Türk'ü acılar içinde can versin diye, kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığa attılar. Düşman hükümdarı, çeri (asker) lerinin son bir Türk'ü sağ olarak bıraktığını öğrendi; hemen buyruk verdi ki bu son Türk de öldürüle, Türkler'in kökü tümüyle kazına... Düşman çerileri çocuğu bulmak için yola koyuldular. Fakat dişi bir Bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı; Altay dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her yanı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya zütürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı; dörtbir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi; onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar. Ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar, atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Ve Türk kaganları atalarının anısına hürmeten, otağlarının önünde hep kurt başlı bir sancak dalgalandırdılar... "
Bu efsaneden anlaşıldığına göre, Türkler'in ilk yurtları, Orta Asya'nın batısına yakın bir yerde idi. Türkler, Turfan'ın kuzey dağlarına daha sonra göçmüşlerdi.
Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt destanı, burada bitmektedir. Çinliler daha sonra nelerin olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu efsanenin son bölümü, Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir. Oysa Moğollar, demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'ın yanına gelen bir Çin elçisi, o çağda bile Moğollar'ın ok uçlarını taştan yaptıklarını, demir işlemeyi bilmediklerini belirtir. Moğollar, demir işlemeyi, Cengiz Han zamanında Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı ise köpektir.
Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Yukarıda değinilen konular, Ergenekon Destanı bölümünde daha geniş olarak anlatılmıştır.
Az önce bir özetini vermiş olduğumuz Bozkurt Destanı, Türk kültürü'ne derinlemesine etki yapmıştır. Bugünkü Moğolistan'ın Bugut mevkiinde bulunmuş olan, 578-580 yıllarından Kök Türkler'den kalma Bugut Anıtı'nın üzerinde elleri kegib bir çocuğa süt emziren bir Bozkurt kabartması vardır. Ayrıca Özbekistan'da çeşitli yerlerde kurda binmiş, kol ve bacakları kegib insan figürleri bulunmaktadır... -
91.
0Atilla DestanıTümünü Göster
I.
Kimse titretemedi Hunlar kadar Roma’yı. Roma ki, Akdeniz’i bir iç göl yapmış, üç kıtaya hâkim ileri karakolları, Tuna’dan Ren ve Fırat’a Oradan Sahra ve Lut Havzasına ulaşan Bir dünya emperyalı Hiçbir kuvvet korkutamadı Hunlar kadar Roma’yı. Hunlarla ittifakı reddeden Gotlar, Trakya- italya’ya; Vizigotlar, Güney Fransa’ya; Vandallar, Kuzeybatı Afrika’ya sürüldü. Zenci köle ticâretini Roma’nın ekonomik öğesi yaparak Roma’ya boyun büktüler. Uranus oğullarını Olympos’a gömmeyi başaran isa, bu yabanıl kavimleri de kanatlarının altına almayı başaralı 200 yıl olmuştu
Pagan Greko-Latin uygarlığı Hıristiyanlaşalı ve isa asılıp "Konsül Hıristiyanlığı" resmi din ilân edileli beri Roma, isa’yı asıp sosyal ve kültürel ihtişâmını koruyacağını düşünmüştü. Oysa isa’nın gölgesiyle acze düşmüştü. Hunlarla Cermenler, aynı amaçla birleşince, Atilla’nın amcası Ruga, Kuzey Avrupa’da bir tehdit odağı olmuştu Başbuğ Ruga, Orta Asya’dan getirdiği töre ve törenlere sâdık kalıp kendi kültüründen geri bir kültüre sahip Cermenleri etkisi altına aldı.
Hunların giyim-kuşamları, pusat ve donanımları, at ve araba koşumları, Romalılardan ileri düzeydeydi Örgüt yapıları da öyle. Hunların dinsel inançlarından da etkilenip Şaman tapınma törenleri, yekten Cermen kültürünün temelini oluşturdu. Hunların etkisiyle ilkel Cermen toplulukları Greko- Latinlere kafa tutar hâle geldi. Ruga Hunları ve Cermenleri aynı bayrak altında toplayıp görevi tamamlanınca, göğe uçtu. Atilla’nın eli, amcasının kanına bulaştı.
II.
Atilla’nın babası Muncuk sağ olmasa da, Cermen anası Yula, abisi Bleda’ya ve Atilla’ya analık görevini yapıp Hun törelerinde iyi bir bahadır olarak yetiştirdi. Bleda, çok genç ve gözü pekti. Batı Roma’ya akınlar düzenledi. Hun ve Cermen silahlı güçlerini yeniledi. Ardından geniş bir coğrafya üzerinde hiçbir muhâlif odak bırakmadı Uyruğundaki halklara dirlik ve düzenlik güvencesi verdi.
Hun ve Cermen ittifakı, öç ve yağma üzerine kur(ul)du. Doğu ve Batı Roma, imparatorluğun alternatifi oldu. Greko-Latin uygarlığı, step uygarlığının atları altında ezildi.
Atilla’nın karısı Albız, boş durmadı. Atilla’nın içine şer tohumları ekildi; “iki kılıç bir kına sığmaz!” diye fısıldadı; Atilla, aldırmadı. “Dünya, iki başbuğa dardır.” diye mırıldandı; Atilla, umursamadı. “Senin akıbetini Bleda tayin edecek!” diye bağırdı. “Bleda mı?" Olmazdı, Olamazdı. Niçin olamasındı? Olur, olurdu elbet.
Atilla’nın kardeş sevgisiyle yanan kalbi, birden öfkeyle kabardı, hınçla bilendi. Sağ kolu Arpad’ı yanına çağırdı. Bleda’nın kesilmiş saçı, iki hafta sonra Atilla’nın tolgasına sorguç oldu. Diriyken esirgediği kutluk değeri başının üstünde tuttu. Kendisine kâtil gözüyle bakanlara “Yeter!” diyordu çığlık gibi yırtıcı sesiyle. “Saygısızlık etmeyin Bela da benim öz karındaşım Ağabeyimdi. Alplik nedir, o öğretti bana. Kendisini öldürtmem gerektiğini de.” Sonra sırtını bir ağaca dayayıp uzak bir sungura bakıyormuşçasına gözlerini kısıp ihânetini ve sebeplerini anlatıyordu ve sonucu şöyle bağlıyordu: “Ağabeyim Bleda’nın mâlum akıbeti, mevcut koşulların ve doğa yasalarının bir gereğiydi. Gerçekte, o ölmedi. Ruhen benim içimde. Gücünü bana bahşetti. Ondan önce saftım, gözüm açıldı. Bleda’nın uçmağa varışından itibâren uslamlama gücüm arttı”
III.
Tolgasıyla, kılıcıyla; çıkık elmacık kemikleri, sakal bırakmış yüzü, kısa boyuyla bir at çobanına benziyordu. Ne Bayındır Han kadar ihtişâmlı; ne Oğuz Kağan gibi bilge; yarı Cermen yarı Hun, sürekli tetikte, sürekli dikkatli. Bir at çobanı, kısık çekik gözleri bir step ejderi gibi kızıl diliyle tıslayarak gülüyordu:
“Ben, Roma imparatorluğu'nun baş belâsıyım Mağdur ve mazlum halkların öç mızrağı.”
Tepeden tırnağa insanı titreten bir sesi vardı. Burhan-haldun Dağı'nın alnacında ulayarak yedi düvele seyr-ü sefer eden Cengiz Han’dan el aldı. Seyr-ü sefer eyleyip köle ticaretinden büyük gelir sağlayan Burgondları kılıçtan geçirdi. Viking ve Saksonları hükümranlık alanlarından kovdu. Kuzey Avrupa’yı tümden ele geçirdi. Kendini kağan ilan edip Şaman kâhinlerinin elinden taç giydi.
Atilla, kağan olur olmaz step törelerini kesintisiz yürürlüğe koydu Uyruğundaki halkların dinler mozaiğine saygılı davrandı Balkanlara Hunlardan önce gelen Hıristiyanlaşan Türk kabilelerine Romalılarla Hunlar arasında ezilmesinler diye özel önlemler aldı. Tebaasındaki karındaşlarına Talan ve yağma ganimetlerini eşit paylaştırdı.
Ne var ki kağanlığına bağlı Kâhinler Kurulu, yeterli bilgi ve bilgeliğe sahip değildi. Step törelerinin temelindeki adalet anlayışı, Onlar(ın) elinde dehşet, kan ve gözyaşına döndü. En büyük müttefiki Cermenler; akıl almaz, tüyler ürpertici cezâlar aldı. Tarihe acımasız bir hükümdar olarak geçti. Oysa aşk ve adalet anlayışını bu ilkel insanlara aşıladığını sanıyor, kendi suretine bürünmüş korkunun kol gezdiğini fark etmiyordu.
O, büyük ideallerin ve Tanrısal aşkların adamıydı Tek amacı, yeryüzünü bir Hun cenneti yapmaktı Bu kutluk ideali uğruna kelleyi koltuğa almış, Ggrçek bir step bilgesiydi
IV.
Atilla, bu idealle durmuyor, yeni seyr-ü seferler düzenliyordu. Doğu Romalılar, “Atilla Konstantinopolis’e geliyor!” diye Trakya Bölgesi'ni olduğu gibi step atlılarına terk ettiler ve Marmara Bölgesi'ne çekildiler.
Atilla, Konstantinopolis’e girmedi. Meriç Havzasında durdu. Marianopolis’le Serdice dâhil, yetmişten fazla kent zapt edildi. "Şimdilik bu, yeter." dedi.
Zamanın sarkacı gidip gelirken, öç duygusu Doğu Romalıların imparator naibi Krysaphios’un Atilla’ya kininiyle birleşince; Krysaphios, kağanın başını Onun sağ kolu Edekon’dan istedi O'na bir servet teklif etti. Edekon, Krysaphios’un teklifini kabul etti ve hemen yola koyuldu. Atilla’yı katletmek şöyle dursun, Krysaphios’un girişimini Atilla’ya bizzat kendi anlattı. Atilla, Krysaphios’un başını istedi. Krysaphios, Hunları hiç tanımamasının bedelini canıyla ödedi. Çünkü elçi Edekon’un indinde Atilla, Gök Tanrı’nın bir suretiydi istese de ona ihânet edemezdi
Kaldı ki Atilla’nın erkânı, Atilla’dan daha iyi koşullarda yaşamaktaydı. Atilla, ihtişâmını tab'asından esirgemezdi de. Rahip Jordanes ve tarihçi Priskos, bu tuhaf gerçekliğin tanıklarıydı.
Trakya’nın ilhâkından ve suikast olayından sonra, Atilla, kuzeye çekildi. Doğu Roma ile Batı Roma birleşip Atilla’ya saldırdı. Atilla, antlaşmalar yapıp bekle-gör politikası uyguladı Ta ki, Hororian’ın sesi, tâ Tuna kıyılarında yankılanınca kendisine 25 yıl önce gönderilmiş yüzüğe dudak büken Atilla, Hororian’ı kurtarmak için ant içti.
imparator Constantius’un kızı ve vârisi Hororian’u imparator ölünce imparatoriçe Plancdia, hapse attırıp oğlu Valentinianus’u imparator yapmıştı. Atilla, Hororian’ın zindana kapatılmaması ve karısı olması için Batı Roma ‘ya dünürcüler gönderip imparatorluğun yarısını drohoma olarak istedi imparatorluk reddedince, bu isteğini Orleans’da Roma ve ittifakı Got ordularıyla Batı Hun silahşorları göğüs göğse çarpıştı Kan, su gibi aktı Gök Tanrı’nın kutluk alpleri, Şaman bahadırlarının ümit ve cesaretle yoğrulmuş step atlıları, Batı Roma ordusunu dağıttı Kuzey Galya, küçük krallıklar halinde parçalandı.
Britanya, Saksonlara; Güney Galya ve ispanya, Vizgotlara, Jura ve Alp bölgesine Burgonlar yerleşti. Step atlıları, vadilerden ağır ağır Po ovasına aktılar. Po ovasında salgın kasırga gibi Atilla’nın ordusuna çullanınca, O görkemli Hun ordusu, hızla eridi. Apeninler, toynak sesleri yerine hasta askerlerin öksürüğüyle yankılandı Atilla, Hıristiyanların Tanrısı’nın hışmına uğradığını düşünüp geri döndü. içindeki ateş, bir türlü sönmüyordu.
Hororian’ın da, Roma’nın da, Gök Tanrı belasını versindi Tekrar evlenmeye karar verdi. Kendisine ilek, Dengizik ve irmek adlı üç oğul veren Albız yoktu artık. ildiko adlı bir peri kızını sevdi. ildiko kimdi, nereliydi, kimse bilmiyordu. Yedi gün şenlik ateşleri yakıldı. Davullar vuruldu. Yedinci gün, Atilla gerdeğe gencelip girdi.
Ecel, onu nice savaştan yara almadan kurtulmuş, stepleri bozkır kurdu ildiko’nun gök gözlerinde boğuldu, yok oldu. Atilla ölmüş, Atilla öldürülmüştü. Şaman kâhinleri, bu kutluk ve bilge hânı gömecek yer bulamadılar. Tuna nehrinin kollarından birinin yatağını değiştirip üç günlük yuğ töreninden sonra kızıl otağın önünden Bbgümler saçlarını yoldu. Alpler, sakalların yolup; beyler, hançerleriyle yüzlerini çizip; Kızıl ateşlerin önünde, sinsin oynadılar. Bu nehir yatağına gömdüler ulu hakanlarını. Definle görevli Yund kabilesi, töreleri gereği Batı Hun topraklarını terk edip atlarını bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya doğru sürdüler. Atilla, göğe uçup gitti, ulu bir sungurun kanadına takılıp... -
92.
0Alp Er Tunga DestanıTümünü Göster
iran padişahı Minûçehr'in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, iran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı: "iranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz. Türk'ün öç alma zamanı gelmiştir. " dedi. Oğlu Alp Er Tonga'nın içinde öç duyguları kaynadı. Babasına: "Ben, arslanlarla çarpışabilecek kişiyim. iran'dan öç almalıyım. " dedi. Boyu, servi gibi; göğsü ve kolları, arslan gibiydi. Fil kadar güçlüydü. Dili, yırtıcı kılıç gibi idi.
Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu Alp Arız, saraya gelip babasına: "Baba! Sen, Türkler'in en büyüğüsün. Minûçer öldü; ama iran ordusunun büyük kahramanları var. isyan etmeyelim. Edersek, ülkemiz yıkılıp gider. " dedi. Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi: "Alp Er Tonga, avda arslan, savaşta savaş filidir. Bahadır bir timsahtır. Atalarının öcünü almalıdır. Sen, onunla birlik ol. Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu Amul'a yürütün. iran'ı atlarınıza çiğnetin. Suları kana boyayın. "
Baharda Türk ordusu, alp Er Tonga'nın buyruğunda iran üzerine yürüdü. Dehistan'a geldi. iki ordu karşılaştı. Türk kahramanlarından Barman, iranlılar'a doğru ilerleyip er diledi. iran kumandanı, ordusuna baktı. Gençlerden kimse kıyışamadı. Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı. Fakat yaşlıydı. Kardeşi, ona dedi ki: "Barman genç, arslan yürekli bir atlıdır. Boyu, güneşe kadar uzanmıştır. Sen, yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker. "Fakat Kubâd, dinlemedi: "insan, av; ölüm, onun avcısıdır. " diyerek savaşa çıktı.
Barman, ona: "Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi. Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir. " dedi. Kubâd: "Ben, zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum. " diye karşılık vererek atını saldırdı. Sabahtan akşama kadar uğraştılar. Sonunda Barman, kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp Er Tonga'nın yanına döndü. Bunu görünce iran ordusu ilerledi. iki ordu, birbirine girdi. Cihanın görmediği bir savaş oldu. Alp Er Tonga, üstün geldi. iranlılar, dikiş tutturamayıp dağıldılar. iran padişahı, iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.
Türk ve iran orduları, iki gün dinlendikten sonra, üçüncü gün Alp Er Tonga, yeniden saldırdı. iran büyükleri, ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin, iranlılar bozuldu. Bunu görünce iran padişahı ve başkumandanı, Dehistan kalesine sığındılar. Alp Er Tonga, kaleyi kuşattı. iran padişahı, kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp Er Tonga, onu tutsak etti.
iran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl, iranlıların yardımına geldi. Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu. Bundan öfkelenen Alp Er Tonga, tutsak bulunan iran pâdişahını kılıçla öldürdü. Öteki tutsakları da öldürecekti. Fakat kardeşi Alp Arız, onu vazgeçirdi. Tutsakları Sarı'ya göndererek hapsettirdi. Kendisi de Dehistan'da Rey'e gelerek iran tacını giydi. iran ülkesinde padişah oldu. Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.
iran tahtına Zev geçtiği zaman, iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular. Ortalıkta kıtlık oldu. Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar. iran'ın şimal ülkeleri, Turan'ın oldu.
Fakat Zev ölünce Alp Er Tonga, yine iran'a saldırdı. Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı. Fakat yeni iran padişahı da ölüp iran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng, oğlu Alp Er Tonga'ya yine haber yolladı. Ceyhun'u geçerek iran tahtına oturmasını bildirdi. iranlılar, Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular. Zâl, artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı. iki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem, Türkler'i yenerek Keykubâd'ı iran tahtına çıkardı.
Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem, Alp Er Tonga ile karşı karşıya geldi. Alp Er Tunga'yı yenecekken, Türk bahadırları onu kurtardılar. Rüstem, bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler. Alp Er Tonga, babasının yanına döndü. Babasını barışa kandırdılar. Barış yaptılar.
iran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar, isyân ettiler. Fakat galip gelen Keykâvus, bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber, iran'ı karmakarışık etti. Alp Er Tonga, büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi. Türk ordusu, iran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. iranlılar, yine Zâl'den yardım istediler. Zâl, Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp Er Tonga, yenilerek kaçtı.
Birgün, iran'ın yedi ünlü pehlivanı, Rüstem'le, Turan'a giderek Alp Er Tonga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler. Sirahs civârındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar. Alp Er Tonga, bunu duyunca ordusuyla geldi. Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları, iranlılar'dan üstün geldilerse de, işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı. Hatta az kalsın Alp Er Tonga da tutsak oluyordu.
Keykâvus, iran'da eğlenceler, aşk oyunları ile uğraşırken; Alp Er Tonga, Türk atlılarıyla ilerledi. Bu haber, Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı. Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar. Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp Er Tonga, beğlerin fikrini de alarak iranlılar'la barış yaptı. Onlara rehineler verdi.
Buhara, Semerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi. Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden; Rüstem, kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp Er Tonga'ya sığındı. Türkler'in payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi. Hatta Türk kahramanlarından Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp Er Tonga'nın büyük kızı olan güzel Ferengis ile evlendi. Pîran'ın kızından bir oğlu oldu. Adını Keyhusrev koydular. -
93.
0Bir müddet sonra, Siyâvuş'u çekemeyenler, Alp Er Tonga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar. Siyâvuş, öldürüldü. Bunun üzerine Rüstem, yine ortaya çıktı. ilk çarpışmada, Alp Er Tonga'nın oğlu Sarka'yı öldürdüler. Alp Er Tonga, bunun öcünü almak için bizzat yürüdü. Fakat savaşı iranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar. Rüstem, Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.Tümünü Göster
Alp Er Tonga, Turan'ın yakıldığını, Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı. Öç almaya and içti. Ordu toplayarak iran'a girdi. Ekinleri yaktı. iran'a hakim oldu. Kıtlık çıkararak iranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar. Bunun önüne geçip iran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı. Keyhusrev, Alp Er Tonga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.
Fakat bu ordu daha Alp Er Tonga ile karşılaşmadan bozuldu. Keyhusrev yine ordu yolladı. Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı. iranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle iran ordusunu doğradılar. iranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.
Alp Er Tonga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı. Bunlar: "Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler. Alp Er Tonga hazırlığa başladı. Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti. Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti. iran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi. Bunun üzerine Turan ve iran orduları çarpıştı.
iranlılar kazandı. Alp Er Tonga kaçtı. Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu. Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından iranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler. Keyhusrev bu işi halletmek için iran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi. Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü. Menîje, Alp Er Tonga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler. Menîje onu Turan'a, sarayına zütürdü. Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti. Kızını da kovdu. iran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı.
Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti. Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tonga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı, Menîje'yi iran'a gönderdi. Alp Er Tonga ise yeniden ordu yığarak yürüdü. iran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı. Yine Rüstem'in sayesinde iranlılar bu savaşı kazandılar. Alp Er Tonga, Karluk'a kadar kaçtı. Beğlerine dedi ki:"Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum. Minûçehr zamanında bile iran Turan'a denk olamamıştı. Minûçehr zamanında bile iran Turan'a denk olamamıştı.
Fakat bugün iranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar. iyi bir öç almayı düşünüyorum. Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar. Fakat bizzat Alp Er Tonga'nın iştirak etmediği ilk savaşı iranlılar kazandılar. iran padişahı Asıl Alp Er Tonga'yı yok etmek istiyordu. Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi.
Alp Er Tonga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu. Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi. Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.
ileriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti. Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi. Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu ilâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler. Çigil, Taraz, Oğuz, Karluk ve Türkmenler çerisini teşkil ediyordu. iki ordu karşılaşınca ilk önce iran padişahı Keyhusrev'le Alp Er Tonga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler. Şide öldü. Alp Er Tonga duyunca saçlarını yoldu. Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.
Daha ertesi gün yine çarpışıldı. Alp Er Tonga kükremiş gibi saldırıyordu. iran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü. Keyhusrev'le Alp Er Tonga karşı karşıya geldiler. Fakat Turan pehlivanları onun iran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri zütürdüler. O gece Alp Er Tonga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti.
Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi. Biraz dinlendiler. Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi. Bu şehir cennet gibiydi. Toprağı mis, tuğlaları altındı. Her yerden ordular çağırdı. Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler. Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi. Bir ay kalıp itaate aldı. Yine ilerledi. Türkler iranlılar'a su vermiyorlar, ordunun arkasında yalnız kalmış iranlı bulurlarsa öldürüyorlardı. Keyhusrev de önüne çıkan saray, kale, erkek, kadın en bulursa yok ediyordu.
iki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler. Alp Er Tonga'nın ordusundan Keyhüsrev'e korku gelmişti. Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı. Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular. Fakat Alp Er Tonga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu. Dönüp iyen savaştılar. Gece çökünce iki ordu ayrıldı.
Alp Er Tonga ertesi günü yine çarpışacaktı. Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi. Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı.
Rüstem'i vurmak istiyordu. Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü. Alp Er Tonga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti. Şehre girdi.
Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. içinde yiyecek boldu. Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı. Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi. Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti. Alp Er Tonga ordusuyla Gang'a kapandı. Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi. Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.
Kalenin çevresine hendekler kazdırdı. Odunlar yığıp katranla ateş verdiler. Duvarlar yıkıldı. Şehire hücumla girdiler. Herkesi öldürdüler. Alp Er Tonga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu. Çin padişahının yanına gitti. Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler her taraftan Alp Er Tonga'nın yanına gidiyorlardı.
Keyhusrev Gang'a, bir kumandan bırakıp Alp Er Tonga'nın üzerine yürüdü. Karşılaştılar. Alp Er Tonga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti.
Keyhusrev kabul etmedi. O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı. Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı. Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi.
Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler. Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı. Türk ordusunu yendiler. Alp Er Tonga kalan çerisiyle çöle çekildi. Keyhusrev Gang'a döndü. Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.
Keyhusrev, Alp Er Tonga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı. Alp Er Tonga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi. Zere denizine geldi. Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı: "Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım. Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim." dedi.
Alp Er Tonga, "Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir" diye cevap verdi. Bir gemi yüzdürttü. Binip yelken açtılar. "Gangıdız" şehrine vardılar. Alp Er Tonga, orada; "Geçmişi düşünmeyelim. Talih yine buna döner." diyerek yatıp uyudu.
Keyhusrev, Alp Er Tonga'nın suyu geçtiğini haber aldı. Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi. Yedi ayda denizi geçtiler. Gangidiz'i aldı. Bulduklarını kestilerse de Alp Er Tonga gizlice kaçtı.
Keyhusrev, buradan Turan'ın payıtahtı oldu. Gang'a geldi. Alp Er Tonga'yı soruşturdu. Kimse bilmiyordu. Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu. Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı.
Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan "Hûm" adında biri vardı. Birgün, mağarada bir ses işitti. Alp Er Tonga, kendi kendine tâliine yanıyordu. Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm, ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Keyhusrev, bu işi duydu. Hile ile Alp Er Tonga'yı sudan çıkararak öldürdüler. -
94.
0Göç DestanıTümünü Göster
Bugün Orkun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu kente Ordu-Balıg denildiği sanılmaktadır. Göç Destanı, bu kentteki saray yıkıntısının önünde bulunan anıtlardan birinde yazılıdır. Bu yazıtlar, Hüseyin Namık Orkun'a göre, Mogol hanı Ögedey döneminde Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.
Göç Destanı'nın Çin ve iran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters düşer nitelikte değil birbirini bütünler niteliktedir. iran kaynaklarındaki söyleyiş biçimi, tarihsel bilgilere daha yakındır. Ayrıca iran söyleyişi, Uygurlar'ın maniheizm dinini benimseyişlerini anlatan bir menkıbe niteliğindedir. iran söyleyişi Cüveynî'nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.
Destanda adı geçen Bögü Kagan, MS 8. yüzyılda yaşamış bir Uygur kaganıdır. 763 yılında Bögü Kagan, Mani (Maniheizm) dininin rahiplerini çağırıp onları dinlemiş ve bu dini Uygur Devleti'nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki efsanenin kahramanı olan Bögü Kagan, Mani dinini benimseyip yayan bu kagandır. Bögü Kagan'ın Mani dinini kabul etmesi, Göç Destanı'nın iran kaynaklarına göre olan varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu, gerekse dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması gerekirdi. Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda Bozkır Kültürü ağır basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri ile donanarak Eski Türk inançları Maniheizm ve Budizm inançlarını adeta efsanenin dışına itmiştir.
Türk destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti olma ülküsünün Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı görülür. Oguz Kagan, Alp Er Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında görülen bu ülkünün Göç Destanı'na da işlenmesiyle, Türk destanlarının yapı bakımından belirgin bir bütünlük kazandığı görülür. Türk destanlarının ayrı adlarla farklı zamanlarda kurulmuş gibi görünmelerine karşın, destanların oluşumunda aynı boyların etkili oluşu destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar.
Çin ve iran kaynaklarınca bir çok kez sözü edilen Göç Destanı ile ilgili en önemli kaynaklardan biri iranlı tarihçi Cüveynî tarafından yazılmış olan "Tarih-i Cihangüşa" adlı yapıtdır. ikinci önemli kaynak da son Uygur hanlarından Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan mezar taşı yazıtıdır. Bu yazıtın metni sonradan özet olarak Çin tarihlerine geçmiş ve kimi Avrupalı yazarlar da ikinci elden kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır.
Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı Arasındaki Benzerlikler
Göç Destanı'nın kahramanı olan Bögü Kagan'ın akınları, Oguz Destanı'nın kahramanı Oguz Kagan'ın seferleriyle benzerlik göstermektedir. Oguz Kagan Destanı'nın islamî söyleyişinde Oguz Kagan, kuzeybatıdaki karanlık ülkelere doğru gittikçe, başları köpek başına benzeyen it-Barak adlı bir kavme rastlar. Oguz Kagan Destanı'nın anlatımına göre artık buradan sonra insanoğlunun yaşadığı topraklar bitmekte, garip yaratıkların ülkeleri başlamakta idi. Bögü Kagan da akınlarında o denli ilerilere gitmişti ki artık elleri ve ayakları hayvanlarınkine benzeyen insan türlerine rastlamıştı. Göç Destanı'na göre Bögü Kagan, tıpkı Oguz Kagan gibi, Hindistan'ı da ele geçirmişti. Ancak Bögü Kagan hakkında destanda geçen bu anlatımlar gerçek tarih olaylarına uygun ifadeler değildir. Büyük olasılıkla, bu efsaneyi yazan/söyleyen Uygurlar'ın elinde Oguz Destanı ya da Oguz Destanı'na benzer bir destan vardı (zaten Oguz Destanı'nın islam öncesine ait versiyonu Uygurlar arasında söylenmekte olup yazılı nüshası Uygurlar'dan günümüze intikal etmiştir). Uygur Türkleri, Mani dinini kabul edip yayan Bögü Kagan'ı, bu eski destana yerleştirmiş ve Göç Destanı'nı yaratmışlardır. Göç Destanı'na göre, Balasagun (=Kuz-Balıg) kentini kuran da Bögü Kagan'dır. Ancak, tarihî kaynaklara göre Uygur Devleti'nin egemenliğinin Isıg-Göl'ün batısına geçmediği de bir gerçektir.
Reşideddin'in Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının nasıl türediği anlatılırken, Kıpçak Türkleri'nin türeyişinin bir ağaç aracılığıyla gerçekleştiği hikaye edilir. Oguzname, Kıpçak Türkleri'nin ortaya çıkışını şöyle anlatır:
Oguz'un çerilerinden birinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu Oguz'un yanına getirdiler, durumu ona anlattılar. Oguz, çocuğun adını Kıpçak koydu. Kıpçak, kabuk sözcüğünden çıkmıştır; Türk dilinde içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler. Türkler'in düşüncesine göre Kıpçak boyları bunun neslinden olmuşlardır.
J.P.Roux'a göre, Reşideddin'in naklettiği Oguz Kagan Destanı'ndaki (Oguzname) ağaç kovuğunda doğum yapan bu kadının çocuğuna Oguz Kagan tarafından Kıpçak adının verilmesi, Bögü Kagan Efsanesi'nin yani Göç Destanı'nın sonraki bir varyantıdır.
Göç Destanı'nda, Oguz Kagan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı Bögü Kagan'ın kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına çıkmamış olan Uygur kaganları, Göç Destanı'nda bir dünya egemeni olarak görülmektedir. Bögü Kagan, Oguz Kagan gibi, bütün seferlerinden zaferle döner. Oguz Kagan'ın ilahi ışıklar içinde bulup evlendiği kıza karşılık Bögü Kagan'a yedi yıl gelen ve birlikte Kutlu Dağ'a gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup Bozkır inançlarına göre kız biçimini almış yardımcı bir ruhtur. Oguz Kagan Destanı'ndaki Oguz Kagan'ın veziri Uluğ Türk'ün düşüne karşılık, benzer biçimde Bögü Kagan ile veziri de bir düş görürler ve bu iki düş de adı geçen kaganların devletlerinin geleceğini etkiler.
Yukarıda sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın kuruluşunda Oguz Kagan Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Destanda Asya'ya hatta dünyaya egemen olan bir devlet portresinin çizilmesi, Oguz Kagan ve Alp Er Tonga (Afrasyab) destanlarındaki geleneğin ve Türkler'in yaşam anlayışının Göç Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç Destanı, Oguz Kagan Destanı kadar görkemli bir destan değildir.
Aşağıda Göç Destanı'nın iki ayrı söyleyiş biçimine de yer verilmiştir. Önce Çin kaynaklarına göre, daha sonra da iran kaynaklarına göre olan Göç Destanı'nı bulacaksınız. -
95.
0Çin Kaynaklarına Göre Göç DestanıTümünü Göster
Uygur ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. iki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler, ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.
Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. içinden beş küçük odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı; onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin Kotur Tigin, üçüncüsünün Tükel Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en küçüğünün adı da Bögü Tigin idi. insanlar, bu beş çocuğu Tanrı'nın gönderdiğine inandılar. içlerinden birini kagan yapmak istediler. Bögü Tigin ötekilerden daha güzel, daha yiğit, daha akıllı idi. Halk, Bögü Tigin'in hepsinden üstün olduğunu anladı, onu kagan seçti. Bögü Han, büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da Uygurlar'ın başında kaldı.
Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar'a kagan oldu. Yolun Kagan'ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kagan, oğlu Kalı Tigin'e çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.
Evlilikten sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun Dağı'na "Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun Dağı'nın çevresinde daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı Dağı'nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ, koca bir kaya parçası idi.
Günlerden bir gün Çin elçileri, yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında konuşup şöyle dediler.
"Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkler'i yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız."
Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kagan'a gittiler. Ona dediler ki:
"Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."
Yeni kagan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını düşünemedi; Çinliler'in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak, Türkler'in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kagan bu kutsal kayayı Çinliler'e verdi. Ama kaya, kolay kolay sökülüp zütürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine zütürdüler.
işte, ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kagan öldü. Ne var ki, kaganın ölümüyle de ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası, Türkeli'nin felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar kurudu, ürün vermez oldu. Yolun Kagan'dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya öldüler.
Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Kagan'ın torunlarından biri oturdu. O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan "Göç!... Göç!... " diye çığrışmağa başladılar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. inlemelere yürek dayanmıyordu.
Uygurlar bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar, yola koyuldular. Yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç ettiler.
Sonunda adına Turfan denilen bir yere geldiler. Burada sesler kesildi. Uygurlar bu yere kondular, beş kent kurup yerleştiler. Adını da Beş-Balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
başlık yok! burası bom boş!