/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
    başlık yok! burası bom boş!
  1. 276.
    0
    Goro oturduğu yerde kalıp onları nereye göndermişse bakışlarını o taraftan ayırmaz. Göze görünmez iplikler onları bunun iradesine bağlı tutarlar. Bazıları yıldızlar arasında seyahat ederek bunlardaki hâdiseleri, tanımayan milletleri, hayat ve kanunları mütalaa ederler. Görüşmeleri dinler, kitapları okur, talihleri ve talihsizlikleri, sevapları ve günahları, zühdü ve fıskı öğrenirler... Bazıları da aleve katılır ve dinlenmeksizin mücadele eden yıldızların derinliklerinde madenleri eritip çekiçleyen, gayzerler ile sıcak su membalarını kaynatan, ergime [Fusion] haline getirdiği kayaları dağ başlarındaki deliklerden yeryüzüne atan hiddetli ve merhametsiz ateş yaratıcısını görürler. Bir kısmı ise son derece küçük, doğar doğmaz ölen ve şeffaf olan yaratıklar arasına karışıp varlıklarının sır ve hedefine erer, ve bir takımı denizin derinliklerine dalan ve rüzgârları, fırtınaları idare ederek toprağa iyi sıcağı getirip yayan şuaları diyarının uslu ve akıllı mahlûklarını tetkik ederler. Erdeni Cu manastırında vaktiyle Agarti'den gelmiş olan pandita Hutuktu yaşardı. Ölürken, Goro'nun iradesi veçhile doğudan kırmızı bir yıldızda yaşamış, buzlarla örtülü Okyanus üstünde uçmuş ve yerin dibinde yanan kasırgalı ateşler arasından gelip geçmiş olduğunu söyledi.

    Prens yurtalar ile Lamaist manastırlarında dinlediğim hikâyeler işte bunlardır. Bunlar bana anlatılırken takılan tavır zerrece iştibah göstermeme elverişli değildi.
    Sır bu.[1]
    ···
  2. 277.
    0
    Karanfil Devrimi, (Portekizce, Revolução dos Cravos) Portekiz'de 25 Nisan 1974 günü şiddet kullanılmadan gerçekleştirilen askerî darbedir.[1] Darbe, General Antonio Spinola'nın yönettiği [2] düşük rütbeli subaylar ve sol görüşlü askerler tarafından yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi ve devrimi başlatan yüzbaşı olarak bilinen Maya isimli bir askerdir. Bu askerler Spinola'nın aksine devrimci ve sosyalist askerler olup, askeri idare sonrasında rejimin sosyalist devlete çevrileceğini düşünmüşlerdir. "Karanfil Devrimi" adını, darbeyi yapan askerlerin tankların ve silahların namlularına karanfil takmalarından ve şiddet kullanmamalarından almıştır. Devrim sonucu Portekiz'in yönetimi radikal bir biçimde sıkıyönetim diktatörlüğünden iki yıllık geçiş süresi sonrası liberal demokrasiye dönmüştür.[1]

    Ordu içinde Salazar iktidarına karşı muhalif kıpırtıların gelişmesi aslında daha eski tarihlere uzanır. Faşist iktidar ordu içindeki muhalefet kaynaklarını kurutmak amacıyla elinden geleni ardına koymasa da, örneğin General Delgado 1958 seçimlerinde Salazar'a muhalif aday olarak ortaya çıkmayı deneyecekti. Delgado 1965 yılında faşist iktidarın gizli istihbarat örgütü (PIDE) tarafından öldürüldü. Bu gibi olaylar ve en çok da Portekiz sömürgelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı yürütülen haksız savaşın yarattığı maddi ve manevi kayıplar, özellikle genç subaylar arasında muhalif bir ruh halinin yaygınlaşmasına neden oldu. Portekiz'de toplumsal muhalefet geniş kesimleri kapsayacak biçimde yükselişe geçti. ispanya örneğinde olduğu gibi burada da Katolik Kilisesi, olası değişim karşısında kitlelerden soyutlanmamak için faşist yönetime cephe aldı.

    1973 sonuna doğru, öğrenci hareketi izinsiz gösteriler ve mitinglerle sokaklara damgasını vurmaya başlamıştı. Ordu içinde, Salazarcı yönetime son vermek amacıyla gizli bir örgütlenmeye gidildi. Temmuz 1973'te Silahlı Kuvvetler Hareketi (MFA) adını alacak bu örgütlenme, Salazarcı rejime aşırı derecede bağlı bazı birlikler hariç, kara, deniz ve hava kuvvetlerinin tümünü bir yıl içinde yanına çekmişti. Başında yaklaşık iki yüz subayın bulunduğu bu silahlı kuvvetler hareketi, Salazarcı diktatörlüğe son darbeyi indirmek üzere Nisan 1974'te ileriye atıldı.[3]
    Bu devrimi tetikleyen en önemli olay, o zamanlar Portekiz sömürgesi olan Mozambik'teki direniş ve bağımsızlık hareketiydi. Özellikle küçük rütbeli subaylar arasında yayılan huzursuzluk, 25 Nisan 1974'te yüzbaşıların önderlik ettiği darbeyi getirdi. Çoğu marxist eğilimli olan bu subaylar, bürokraside ve orduda geniş çaplı tasfiyelere giriştiler ve kurucu bir meclisle, yeni bir anayasa oluşturdular. ilginç olarak dünyada örneği az görülecek biçimde bu anayasada sosyalizme geçiş hedefi açık ve net biçimde ortaya konmuştu.[4]

    Devrimin başlangıç şifresi, 24 Nisan 1974 tarihdeki Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz'i temsil eden Paulo de Carvalho'nun "E depoi do adeus" isimli parçasıyla başlatılmış ve ertesi gün 25 Nisan 1974 saat 12.15 de Zeca Afonso'nun Ulusal radyo kanalında seslendirdiği "Grandola, Villa Morena" adlı şarkısının çalınmasıyla "Mavimento das Forcas Armadas" hareketi başlatılmış.[5]

    Tasarlanan askeri operasyon 25 Nisan günü başarıyla gerçekleştirildi. Radyo idaresini ele geçiren darbeci subayların faşist rejimin sona erdiğini ilân etmeleriyle birlikte kitle hareketi sokakları zaptetmişti. Kitleler, uzun yıllar boyunca kendilerini yoksulluğa sürükleyen ve baskılara maruz bırakan Salazarcı diktatörlükten kurtulmalarını sağlayan askerleri sevgi gösterileriyle karşılıyorlardı. Çok geçmeden askerlerin silahları, coşkulu halkın kendilerine sunduğu kırmızı karanfillerle donanmıştı. Bu karanfilli tablo Portekiz'in 25 Nisanı ile o denli özdeşleşecekti ki, Salazarcı diktatörlüğü deviren bu siyasal devrim Karanfil Devrimi adıyla anılacaktı.[3]

    Şehir teslim alınmadan önce 4 kişinin istihbarat başkanı tarafından bizzat halk üzerine ateş açarak öldürülmesine rağmen, pek çok askeri darbenin aksine darbeci güçler amaçlarına ulaşmak için zor kullanmaya mecbur kalmamışlardır. Bu askeri darbede, Portekiz Devleti'nin sömürgeci politikası ve Afrikalı yerli halkın katlinden sorumlu olduğu gerekçesiyle halk, askerlere ellerinde kırmızı karanfillerle destek vermişlerdir. Bu devrim ile Batı Avrupa'nın en uzun süreli diktatör yönetimi olan Estado Novo olarak anılan ve Salazar'la başlayan sıkıyönetim sona ermiştir. Bu darbeyle Avrupa'daki son (bu olaydan bir yıl kadar sonra 1975'de Francisco Franco'nun ölümü ile biten ispanya'daki diktatörlük) diktatörlüklerden biri yıkılmıştır.

    Günümüzde Portekiz'de 25 Nisan günü, “Viva 25 Abril” / "Dia da Liberdade" (Özgürlük Günü) olarak kutlanmaktadır.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  3. 278.
    0
    Coğrafi keşifler, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalı denizcilerin bilmedikleri bilmedikleri kıtalara ya da coğrafyalara seferler yapmaları ve ulaşmalarına verilen addır. Kolomb’un Amerika’yı, Vasco da Gama’nın Ümit Burnu’nu, Cortes’in Mekgiba’yı, Pizzaro’nun Peru’yu ve Magellan’ın Pasifik’i geçmesi gibi bir çok gelişme, hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok yerinde tarih kitaplarında keşifler olarak anlatılmaktadır. Gerek mantıki gerekse de tarihi olarak bunların birer "keşif" olarak adlandırılması ne kadar doğrudur? Bu sorunun tek bir cevabı var: Hayır bunlar kesinlikle keşif değildir. Keşif, kimsenin bilinmediği bir şeyi ortaya koymak ve çıkarmaktır. Bu bağlamda bir şeyin keşif olabilmesi için onun hiç kimse tarafından bilinmemesi, tanınmaması gerekiyor.

    Bu aşamada bir soru daha sormak gerekiyor: Avrupalı kâşifler, yaptıkları seferler sonucunda ulaştıkları memleketler, daha önceden başkaları tarafından bilinmiyor muydu? Bu sorunun tek ve basit bir cevabı var: Elbette biliniyordu. Amerika’da Kızılderililer, Mekgiba ve Lâtin Amerika’da Aztek, inka ve Mayalar, Afrika’da bir çok kabile, Hindistan’da Müslümanlar ve Hindular, Malezya ve Endonezya’da Malaylar, Avustralya’da Aborjinler vs. gibi milletler yüzyıllardır bu kara parçalarında yaşamaktaydılar. Belli devletlere ve sistemlere sahiptiler. Yine bu memleketler eskiden beri başka milletler tarafından bilinmekteydi. Bunlar ziyaret edilmekteydiler ve bunlarla ticari münasebetler kurulmaktaydı. Bütün bunlardan haberdar olmayan tek bir kara parçası vardı. Avrupa ve Avrupalılar.[1]

    Avrupa’da önce keşif kolları yola çıkıyor, bunu rahipler, askerler ve hazine avcıları izliyordu. Aztek-Maya ve inka uygarlıkları da bu şekilde yok edildiler. Buradan elde edilen paralar, Avrupalıların Müslümanlara karşı verdikleri savaşlarda büyük mâlî destek sağlıyordu. Yeni kaynaklar bulmak için yeni seferler düzenleniyor ve sonuçta sömürgeler hızla artıyordu. Daha sonra batılı yazarlar bu cinayetleri örtbas etmek için katliamı ve yağmayı, coğrafi keşifler gibi ilmi bir temele oturttular. Keşif, aldatmacadan ibaretti. Müslümanlar, oraları çok önceden keşfetmiş ve oralarda devlet kurmuşlardı ve bunları yaparken kimsenin canına kast etmemişlerdi.[2]

    Amerika kıtasının Avrupalılardan önce diğer milletler tarafından ve özellikle Müslümanlar tarafından keşfedildiğine dair birçok iddia halk arasında ve
    akademisyenler arasında dolaşmakta ve konuyla ilgili bazı çalışmalarda bulunmaktadır.[3]

    Cenovalı denizci Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği, Batılıların uydurduğu tarih yalanlarından biridir. Kristof Kolomb, Amerika’yı ilk değil, esasen son keşfedenlerden biridir. Bu olay, Batı’nın, tarihe ben merkezli bakışının, tek yanlı propagandasının ve başka milletler ve uygarlıklardan üstünlük iddiasının/pgibolojisinin çarpık mahsullerindendir.[4]

    Kolomb’un Amerika’yı keşfi bir ilk olarak sunulmuş ise de esasında ilk olan keşif değil, bu muazzam kıtanın tamdıbının “sarı ilah”a (altına) kurban edilmesidir. Çünkü Braudel’in de belirttiği gibi açık denizin fethi, ilk kez onlar tarafından gerçekleştirilmemiştir. Esasında, Fenikeliler Vasco de Gama’dan 2000 yıl önce, Firavun’un isteği üzerine Afrika çevresini dolaşma işini başarmışlardı. Yine, irlandalı denizciler Kolomb’dan yüzyıllarca önce, 690’a doğru Feroe adalarını keşfetmişlerdi ve irlandalı keşişler 795’e doğru irlanda’da karaya çıkmışlardır ki, Vikingler burayı 860’a doğru yeniden keşfedeceklerdir. Bir başka keşfin Müslümanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Müslüman coğrafyacılar, (Batlamyus’un teorisine karşı olarak), Afrika kıtasının denizden geçilme olanağından söz etmişlerdir. Müslüman denizci ya da gezginlerin sağladıkları bilgiler, her halükârda Hıristiyan dünyasına kadar sızmıştır.[5]

    Dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi eski profesörlerinden, ABD Bilim Sanat Akademisi üyesi Prof. Barry Fell’in 1980’de yayımladığı “Saga America” (Efsane Amerika) isimli çalışmasındaki bilgiler gösteriyor ki, Müslümanlar, daha Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinden itibaren Amerika’ya ulaşmıştır.

    Prof. Barry Fell, Prof. Robert F. Heizer ve Prof. Martin A. Baumhoff’un yaptıkları arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular sonucunda, ABD’nin Nevada, Colorado, New Mexico ve Indiana eyaletlerinde 7. ve 8. yüzyıllarda açılmış Müslüman okulları olduğu; burada islâm’ın ve bilimin, özellikle denizciliğin okutulduğu bir okulun varlığı ortaya çıkmıştır. Batı Amerika’nın el değmemiş bölgelerinde kayalar üzerinde bulunan yazılar, çizimler ve tablolar, Müslümanların o zamanlar ilk ve orta düzeyde bir eğitim sistemini uyguladıklarının kalıntıları durumundadır.[4]

    ingiltere’de yayınlanan tarih dergisi History Today, Amerika’nın keşfi hakkında detaylı bir makalede, 15. yüzyılda, Kristof Kolomb tarafından keşfedildiği söylenen Amerika topraklarının daha önce iskandinav denizciler ve islam âlimleri tarafından bilindiğini yazmıştır.

    Şu anda Amerika kıtasında yer alan bazı ülkelerin adlarından hareketle bu iddialar kuvvetlenmektedir. Örneğin Amerika kıtasında koca bir devlet olan Brezilya, aslında Birzala ve Brazil, Müslüman bir berberi aşiretinin adıdır.[2]

    "Brazil" kelimesi, etimolojistleri (dil bilginlerini) şaşırtmıştır. Çünkü Brazil kelimesi ne ingilizce, ne Avrupa ve ne de Brezilya (Amerikan) kökenlidir. Müslümanların Okyanuslardaki aramalar dolayısıyla yapmış oldukları seferlerde Kuzey Afrikalı çok ünlü Birzala kabilesi (ya da Benu Birzal) fertlerinden oluşan bir grup burada yerleşti. Bu yer, büyük bir olasılıkla bir adaydı; buraya "Brazil" dediler; sonra da bu isim daha geniş bir alana verildi.

    Bir başka Berberi kabilesi olan Beni Huvarey de "Bené Hoaré" adasına adını vermiştir. Yine Berberi kabilesi Beni Marin de Benemarin adasına isim olarak verilmiştir. Etimolojistler, Kızılderililerin dilinde Arapça asıllı kelimelerin bulunduğunu ortaya çıkarmışlardır.[6] Kristof Kolomb da Kızılderili dilinde pek çok Arapça kelime olduğunu söylemektedir.[2]

    Amerika’nın ilk keşfini araştıran Müslüman araştırmacılardan Nureddin Durki bir dergiye yazdığı ilmi makalesinde, son yıllarda yapılan ilmi çalışmaların eski tezleri kökten çürüterek Amerika Kıtası’nın Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ortaya çıkardığını ileri sürdü. Kristof Kolomb’un eski dünyadan yeni dünyayı ziyaret eden ilk insan olmadığını, bundan dolayı kendisine Amerika’nın kâşifi unvanı verilemeyeceğini belirtti. Amerikalı Dr. Bary’nin ilmî bulgularına dikkat çeken Nureddin Durki, araştırmaların Kolomb’dan yüzlerce yıl önce eski kıta­dan Amerika’ya gidenlerin varlığını ortaya serdiğini kaydetti. Bu araştırmalar Amerika’ya ilk gidenlerin içinde Müslümanların da bulunduğunu doğruluyor. Amerika’ya giden ilk Müslümanların burada anıt eserler ve yazılar bıraktıkları belirtiliyor.

    Durki yazdığı makalede şu önemli soruya cevap aradı: "Müslüman Araplar Kolomb’dan önce ABD’yi ziyaret ettiler mi?" Bu soruya cevabı Durki şöyle veriyor:
    Tümünü Göster
    ···
  4. 279.
    0
    Ben ABD’deki ve Avrupa’daki yaşıtlarım gibi çocukluğumda, Amerika Kıtası’nı keşfedenin Kristof Kolomb olduğu yolundaki inançla büyüdüm ve daha sonraki yıllarda, 1492 yılından önce; bazı Sibiryalı kavimlerin Bering Boğazı’ndan Amerika Kıtası’na geçtiklerini öğrendim. Biz iki Amerika Kıtası’nın da yüzyıllar boyunca uzlet içinde yaşadıklarım sanıyorduk. Bu inanç, birkaç sebepten kaynaklanıyordu. Bu sebeplerden biri de, Hıristiyanlık inancına göre dünyanın düz olması inancıydı. Bu inanca göre denizlerin ötesine gitmek isteyen insan bir müddet sonra kendisini boşlukla karşı karşıya bulacak ve atmosfere doğru düşecekti.

    1492 yılından önce gemiler, bu sebepten dolayı Amerika’ya gidemiyorlardı. Ancak biz Müslüman coğrafyacıların isimlerini ve çalışmalarını öğrendikçe, gerçeğe daha çok yaklaştık. Hicretten sonra 337’de Makdisî’den, Beyrunî’ye ve ondan da ibn-i Hulle’ye kadar birçok Müslüman coğrafyacı, haritalar hazırlamıştı. ibn-i Hülle Mavsilî de milâttan sonra 1275 yılında yaptığı haritada dünyayı yuvarlak olarak gösteriyordu. Kaşgarî de miladi 1333 yılında çizdiği haritada dünyayı yuvarlak olarak çizmişti. Ancak 1492 yılına kadar dünyanın düz olduğu inancı Hıristiyan âleminin zihinlerinden silinemedi. Halbuki Müslüman coğrafyacılar coğrafî kıyaslarla ve kurdukları rasathaneler aracılığıyla ve kendilerinden önceki coğrafyacıların çalışmalarından istifade ederek dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini öğrenmişlerdi."

    Çağdaş birçok araştırma, Kristof Kolomb’un Amerika’ya gitmesinde Müslümanların hazırladıkları haritalardan yararlandığını ortaya koyuyor. Bu konuda Kristof Kolomb’un en çok Endülüslü ve Mağripli Müslüman coğrafyacılardan ve özellikle de Mağripli coğrafyacı Ömer Marakeşî’nin çalışmalarından istifade ettiği belirtiliyor. Müslümanların coğrafi bilgilerinden istifade eden Kristof Kolomb, nihayet dünyanın yuvarlak olduğu inancına varmıştı. Bunu destekleyen deliller de var. Bunlardan biri de birinci yardımcısı Mağripli yani Faslı olması.[7]

    Orta Çağ’da birçok Arap kaynağı Atlantik Okyanusu’na açılan Müslüman gemilerinden bahseder. Öyle ki Khashkhash Ibn Saeed Ibn Aswad (Haşhaş bin Said bin Esved) adındaki Kurtubalı bir tüccarın 889 yılında Palos’dan (Güney ispanya’da bir şehir) okyanusa doğru açıldığı ve muhteşem hazinelerle döndüğü iddia edilir. Yine ünlü Endülüslü haritacı El idrisi de Atlas Okyanusu’na açılan gemilerden bahseder.[8]

    islam coğrafyacısı idrisî’nin. Lizbon’dan batıya doğru denize açılan bazı Müslüman gemicilerin Atlantik’in orta kesimlerindeki Antilla adasına kadar gittiklerini söylemesi ve harita üzerinde bu adayı göstermesi, Endülüslü Müslümanların en az 12. yüzyılda, henüz Amerika’nın keşfinden önce bu kıta ile islamiyet’in ilk temasını sağladıklarını ortaya koymaktadır.[9]

    Ünlü Arap kadısı-tarihçisi Kalkaşandi, değerli eseri Subhü’l-Aşa’da, Atlantik Okyanusundan Amerika’ya doğru seyahate çıkıp da genelde dönmeyen Müslümanların varlığından söz eder. Weiner’e göre, 1513’den önce Darien’de Zenciler yaşamaktaydı. Peter Martyr de ispanyolların bu bölgeye geldiklerinde zencileri gördüklerini ve bunların Kızılderililerle savaş içerisinde olduklarını yazar. Ayrıca Kolomb, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, acaba Afrika zencilerinin köpeklerinin de havlamaması bir tesadüf müdür? Buna göre eski dünya ile yeni dünya arasında trafik ilk kez Müslümanlar tarafından kurulmuştur. Amerika gibi, Güney Denizlerinin ve orta Pasifik adalarından binlercesi Müslümanlar tarafından keşfedilmiştir.[6]

    Prof. Dr. Fuat Sezgin, matematiksel coğrafya, kartografya ve denizcilik bilimlerindeki bilgilerine dayanarak bu meselenin iddia ya da bir teori olmaktan çıkıp ispatlanmış bir realite olduğunu ortaya koymuştur. Kendisi bu konuya dair geniş ve haritalarla desteklenmiş bir makale kaleme almıştır. Ayrıca islam da bilim ve teknik adlı eserinde de konuya geniş yer ayırmıştır. Birçok konuşmasında da konuyla ilgili bilgilere yer vermektedir.

    Fuat Sezgin, bir röportajında konuyla ilgili söyle demektedir: "4. cilde, bilimler dünyasına sunduğum önemli bir sonuç vardır. O da, Amerika kıtasının, Müslümanlar tarafından keşfedilmiş olması. Müslümanlar tarafından Dünya haritasının yapıldığı ve bu haritaya dayanarak Kristof Kolomb’un, Amerika’ya değil, Asya’ya ulaşmak istediği gerçeğine ulaştım." Bu konuya hasredilmiş makalesinde ise Fuat Sezgin, şu bilgileri özet ve sonuç mahiyetinde dile getirmektedir: “insanların sonradan Amerika diye adlandırılan kıtaya ulaşmaları 3 aşamada oldu:

    1. insanlar eski dünyadan başlangıcı bilinmeyen bir çağdan beri zaman zaman tesadüflerle okyanusun içindeki büyük kara parçasına ulaştılar. Bu günümüzde kabul edilen bir gerçek.

    2. Müslümanlar en geç 10. yüzyılın ilk yarısından itibaren iberik yarımadasından ve Batı Afrika sahillerinden sayısını bilemeyeceğimiz defalar okyanusun karsı sahiline batıya yelkenleyerek ulaşmaya çalıştılar. Onlar aynı sahillere Afrika’nın güneyinden 9. yüzyıldan beri ulaşabiliyorlardı. Müslümanların, okyanustan batıya doğru yaptıkları teşebbüslerinde bizim için bilinmeyen bir tarihten itibaren, ama en geç 15. yüzyılın basında, büyük kara parçasına ulaşmış ve dönmüş olmaları ve bunu çok defa tekrar etmiş olmaları lazım. Onlar, 9. yüzyıldan itibaren matematik, coğrafya ve kartografyayı, geçen 800 yıl boyunca geliştiren bir kültür dünyasının mensupları olarak, Batı Atlantiğin ve sahillerinin büyük bir kısmının haritalarını yaptılar. 16. yüzyıldan itibaren bilimlerin diğer dallarında olduğu gibi onların bu alanlarda da lider konumlarını kaybetmeleri ve yerlerini başkalarına bırakmaları tarihi bir kader olmuştur.

    3. Nasıl Bartolomeo Diaz ve Vasco da Gama, Müslümanların haritaları ile Ümit Burnu’na ve Hint Okyanusu’na yönelmiş idilerse, Kolomb ve Portekizli gemiciler, bu
    arada Macellan, Amerika’ya ellerine geçen islam dünyasının haritalarıyla ulaştılar. Ne eski Portekizliler ne de ispanyollar bu gerçeği saklıyorlardı. Onlar Müslüman öncülerinden üstlendikleri işi büyük bir çalışkanlık ve gayretle geliştirdiler. Yeni bir kıtanın varlığının insanlığın bilgisine sunulmasını onlara borçluyuz.” [3]

    Bütün bunlardan bahsedip de Piri Reis’in haritasını es geçmek olmaz. Deve derisi üzerine sekiz ayrı renk kullanılarak çizilen ve günümüzdeki ölçülerle birebir uyuşan bu haritayı Piri Reis 1513 yılında çizmiştir. Bütün dünyada hayranlık uyandıran harita bugünkü modern ölçümlerle tespit edilen ebatlara birebir uymaktadır. Nitekim, ABD’nin George Town Üniversitesi de 1956 yılında bu haritanın bilimsel olduğunu kabul etmişti. Arapça, Yunanca, italyanca ve ispanyolca bilen Piri Reis Dünya Haritasında Amerika’nın doğu kıyılarını da göstermişti.

    Piri Reis Kitab-ı Bahriya adlı eserinin 77- 85. sayfaları arasında Amerika’yı nazım olarak şöyle tarif eder:

    "Lodos üstünde bulundu bir diyar/ Septe’den dört bin mil öte uzar
    Hangi tarihte bulundu iş bu yer/ Şerhedeyim ehl-i tarih gör ne der
    Tarih-i hicret buydu ol zaman/ Ta sekiz yüz dahi yetmişdi ol an
    işbu tarihde bundu ol zemin/ ismine “Antilya” dediler hemin."

    Bu şiirde de söylediği üzere Piri Reis Amerika’nın keşfini hicri 870 yani 1465 olarak gösterir.[10]
    Tümünü Göster
    ···
  5. 280.
    0
    ilk Müslümanlardan izler

    ABD’deki ilk Müslüman izleriyle ilgili diğer bir çarpıcı bilgi de şudur: 1787’de Massachussets eyaletine bağlı Boston’daki yol çalışmaları sırasında, üzerinde “La ilahe illallah, muhafazidün Rasûlullah” yazan, 9. ve 10. yüzyıllara ait Semerkand dirhemleri bulunmuştur. Nevada’daki kazılarda ise, kayalar üzerinde kûfî harflerle yazılmış “Allah’ın adıyla” ve “muhafazid Nebiyallah” ibarelerine rastlanmıştır.

    Konu hakkında ABD’de çalışmalar yapan Araştırmacı Dr. Salih Yücel, Amerika ve Afrika’da değişik dönemlerde yapılan arkeolojik kazılar neticesinde ele geçen ve Hz. muhafazid’in adının yazılı olduğu yazılar arasındaki arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir. Gün yüzüne çıkarılan bu kalıntılar şu anda Kaliforniya Üniversitesi’nde korunmaktadır.

    Öte yandan, Kristof Kolomb’a, ikinci yolculuğu sırasında Espanola’daki (Haiti) yerliler, kendisinden önce adaya gelen siyah insanlardan bahsetmişlerdir. iddialarına delil olarak da Afrikalı Müslümanların bıraktığı mızrakları göstermişlerdir. Bu dönemde ABD’de yaşayan bu Müslümanların nesilleri, bugünkü Iroquois, Algonquin, Anasazi, Hohokam ve Olmec yerli kabileleri olarak tanınmaktadır.

    Amerika’daki Müslüman varlığıyla alakalı ortaya koyduğu ilmî çalışmalarla islâm Dünyasında adından en çok söz ettiren ilim adamı olan Prof. muhafazid Hamidullah’ın aktardığı şu bilgiler de bunları desteklemektedir:

    “Dil âlimleri Kristof Kolomb’dan evvelki zamanlarda Kızılderililerin dillerinde Arapça asıllı kelimelerin bulunduğunu ortaya çıkarmıştır... Kristof Kolomb, Küba kıyılarında havlamayan köpekler görmüştür ki, bunlar da Batı Afrika cinsi köpeklerdir.” [4]
    ···
  6. 281.
    0
    Damat Rüstem Paşa ve “ikbal Biti”

    Osmanlı târihinde, hemen her “Rüstem” ismi geçtiğinde tekrarlanan bir“Kehle-i ikbâl” öyküsü vardır. Kânûnî Sultan Süleyman Hân’ın tek kız çocuğunun kocası ve de Sadrâzamı Rüstem Paşa'nın, târihe mâl olmuş ünvanı “Kehle-i ikbâl”dir. Kehle, Arapçada “bit” anldıbına gelir. Yâni, pek sevimli bir kelime değildir. “Kehle-i ikbal” ise, “ikbâl biti” ya da “Geleceğin biti” mânâsına gelir.[1] ikbal ise "gelecek" demektir.

    16. yüzyıl Osmanlı imparatorluğu'nun en geniş sınırlarına ulaştığı bir dönem olarak kabul görse bile yönetiminde bulunan rüşvetçi bir sadrazam (ikbal Biti Rüstem) tarafından aleni olarak ahlâki bir yozlaşmaya terk edilmesi, imparatorluk açısından vahim olan bir sonun başlangıcı olmasına (duraklama) temel teşkil etmiştir. Gerçekten de bu sadrazam öldüğünde çoğu pâdişâhtan daha çok mal varlığına sahip olması devlet kayıtlarından tespit edilmiştir. Tabi ikbal biti Rüstem Osmanlı’da rüşvet alan ilk sadrazamdır.[2]

    Kanûnî'ye damat olması söz konusu olduğunda Rüstem Paşa'yı çekemeyen rakipleri, kendisinin cüzamlı olduğu dedikodusunu yayarlar. Bunun üzerine hassa hekimlerinden Mehmet Halife, bu söylentinin gerçek olup olmadığını araştırmak için Rüstem Paşa'yı muayeneden geçirir. Muayene sırasındaysa gömleğinde bir bit bulunur. O günlerdeki tip bilgisine ve halk inanışına göre "bir cüzamlının üstünde bit barınamaz" olduğu kabul edilmektedir. Gömleğindeki bit cüzamlı olmadığına delil olarak kabul edilerek evlenmesine izin verilir.[3]

    “Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yar.
    Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar.”

    anonim beyti Rüstem Paşa için söylenmiştir. Beyit,“Bahtı yaver gidecek bir insanın üstünde bit çıksa işine yarar” anldıbına gelir ve üstünde bit çıkması üzerine dile getirilmiştir. Bu yüzden, tarihçilerin kendisine vermiş oldukları bir diğer isim "Kehle-i ikbal" Rüstem Paşa'dır.[4]
    ···
  7. 282.
    0
    "Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa beni bir Türk anası doğurmadı mı? Türk anaları daha Mustafa Kemaller doğurmayacak mı? Feyz milletindir, benim değildir" Mustafa Kemal Atatürk

    Doğu Türkistan'dan son günlerde gelen toplu infaz haberleri Türk-islam dünyasını derinden yaralamaktadır. Doğu Türkistan meselesi sadece Müslüman Uygur Türkleri'nin bir sorunu olarak görülmemeli ve bu mazlumlara vicdan sahibi insanlar sahip çıkmalıdır. Akıllı, cesur ve uzak görüşlü politikalarla Türkiye'nin de bu sorunun çözümünde önemli bir katkısı olacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır...

    Bugün Doğu Türkistan'da yaşayan Müslüman Türkler, "Mao'nun Kızıl Çini"nde yaşananların tekrarını yaşamaktadırlar. Gençler, sebepsiz yere tutuklanmakta; rejime karşı oldukları iddiası ile idama mahkum edilerek kurşuna dizilmekte, Müslümanların ibadetlerini topluca yapmaları engellenmekte, kazançları acımasız vergilerle ellerinden alınmakta, halk açlık tehlikesiyle ölümün eşiğinde yaşamakta, yanıbaşlarında yapılan nükleer denemelerle ölümcül hastalıklara yakalanmaktadır. Batılı ülkeler, Çin tarafından tüm dünya ile irtibatı özellikle kesilen bu topraklardaki insan hakları ihlallerini her zamanki gibi görmezlikten ve duymazlıktan gelmektedir.

    Türk Vatandaşına Çin işgali

    Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşamaktalar. Çinliler, bir islam toprağı olan Doğu Türkistan'a "kazanılmış topraklar" anldıbına gelen "Sincang" adını koydular ve burayı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim politikası, asimile olmayı reddeden Müslümanlar'ın fiziksel olarak imha edilmesine yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlara ulaştı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin, 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin, 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin, 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından katledildiler ya da rejimin doğurduğu kıtlık sebebi ile ölüme terk edildiler. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaştı.

    Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakıldı. Doğu Türkistan'ın uzun süre sürgünde yaşayan merhum lideri isa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında söz konusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatılır. Bu kitaplarda anlatılana göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırplar'ın Bosna'da Müslüman Boşnaklara veya Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin Mahkemeleri'nin "ceza" yöntemleri de son derece acımasız ve vahşidir. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağından iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır.

    Köklü Bir Kültürü Yok Etmeye Yönelik Uygulamalar ve Asimilasyon

    Çin yönetimi, 1949 yılından itibaren Müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirdi. Çin hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi son derece düşündürücüdür. 1953 yılında bölgede % 75 Müslüman, % 6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında S Müslüman, % 40 Çinli olarak değişti. 1990 yılında yapılan nüfus sayımında ortaya çıkan % 40 Müslüman, % 53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir.

    Günümüzde Uygurlar, köylerde oturmaya zorlanırken Çinliler şehirlere yerleştirilmektedir. Bu sebeple bazı şehirlerde Çinli nüfus yüzdesi €'lere çıkmaktadır. Hedef, şehirlerde Çinliler'i çoğunluk haline getirmektir. Çin Hükümeti'nin Doğu Türkistanlılar'ı Çinliler'le evlendirmek için uyguladığı yöntemler ise bu asimilasyon çalışmalarının bir parçasıdır.

    Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı Müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır. Bölgede ilk olarak 16 Ekim 1964 tarihinde başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanları ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer denemeler nedeniyle 210 bin civarında Müslüman ölmüş, binlercesi sakat kalmış, binlercesi de kansere yakalanmıştır.

    Çin 1964'den günümüze kadar Doğu Türkistan topraklarında 50'ye yakın atom ve hidrojen bombası patlatmıştır. isveçli uzmanlar, 1984 yılında yapılan yeraltı nükleer denemesinde 150 ton gücündeki bombanın rihter ölçeğiyle 8.8 büyüklüğünde yer sarsıntısına sebebiyet verdiğini tespit etmişlerdir.

    Bebek Katliamı

    Çin hükümeti , Doğu Türkistan'da Müslüman Türk nüfusunun artmasına engel olmak için , "doğum kontrolu kanunu"nu acımasızca uygulamaktadır. Bu kanuna göre şehirlerde oturanların 2, köylerde oturanların 3'ten fazla cocuk sahibi olmaları yasaktır. Bu yasağa uymuyanlar çok ağır cezalara çarptırılmaktadır. Geniş kırsal kesimlerde yasağa uymuyan kadınlara; hiçbir tedbir alınmadan toplu kürtaj operasyonları yapılmaktadır. Hamile kadınların karınlarındaki çocukları zorla çıkarılarak öldürülmektedir. Kural dışı doğan çocuklara isim verilmemekte, vatandaşlık hakkı tanınmamaktadır. Dini inaçları gereği, yönetimin bu konudaki yasaklarına karşı gelenler ise hapsedilmektedir. 1991 yılına Hoten vilayetinin Karakaş ilçesinde zorunlu kürtaja tabi tutulan annelerin sayısı 18.765'tir. Bu rakam ilçede anne adaylarının I'unu teşkil eder. Doğum yasağını tam kontrol edebilmek için 1992'de bu bölgeye 432 Çinli memur tayin edilmiştir.

    Nükleer Denemeler ve Doğu Türkistan'daki Kanser Vakalarındaki Artış

    Çin'in en büyük nükleer merkezi vedeneme alanı Doğu Türkistan'dadır. Hükümet hiçbir koruyucu tedbir almaksızın, bölgede nükleer denemeler yapmaktadır.

    1964'ten bu yana 11'i yeraltında olmak üzere bugüne kadar (bilinen) 46 nükleer deneme yapılmıştır.En son nükleer deneme ise 1996 yılının Ağustos ayı içinde gerçekleştirilmiştir.
    Tümünü Göster
    ···
  8. 283.
    0
    Atom denemeleri sonucunda; çevre kirlenmekte, tabiat ve ürünler tahrip olmakta, halk çeşitli hastalıklara yakalanmakta, çocuklar ise sakat doğmakta yada ölmektedir... Bu tehlike ve tehdit karşısında halk tamamen savunmasız ve korunmasızdır. Sebze ve meyve çeşitlerinde azalma ve radyoaktif etkiler görülmektedir. Nitekim; batı ülkelerinin Çin'den ithal ettikleri Doğu Türkistan'da üretilen kuru yemişlerde radyasyon tespit etmeleri üzerine Doğu Türkistan kaynaklı ürünlerin ithalini yasaklamaları, bunu bir kanıtıdır. Ayrıca Çin hükümeti hiç çekinmeden diğer ülkelerin nükleer artıklarını ve çöplerini ekonomik menfaat karşışığı kabul etmiş ve bu konuda antlaşmalar imzalamıştır.

    1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmelerinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar eskisine oranla daha da arttı. Komünist rejim politikası, asimile olmayı reddeden Müslümanlar'ın fiziksel olarak imha edilmesine yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlara ulaştı. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin, 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin, 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin, 1961-1965 yılları arasında 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından katledildiler ya da rejimin doğurduğu kıtlık sebebi ile ölüme terk edildiler. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, katliamlar, salgın hastalıklar ve açlık gibi nedenlerden hayatını kaybeden Doğu Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştı. Çin zulmu günümüzde tüm acımasızlığıyla devam ediyor...

    Bugün, Doğu Türkistan'da yaşanan zulmün nedeni, Uygur Özerk bölgesinde yaşayan insanların Türk-islam kimliğine sıkı sıkıya sarılmalarıdır. Bu yüzden Doğu Türkistan Davası, sadece Uygur halkının değil, başta Türkiye olmak üzere bu kimliği taşıyan tüm devletlerin davasıdır.
    Maocuların Din Düşmanlığı

    Lenin ve Stalin'in Çin'deki temsilcisi olarak sahneye çıkan Mao da dine karşı bir düşmanlık beslemiş ve bu yönde bir politika uygulamıştır.

    Mao'nun iktidara gelmesiyle birlikte Çin'de dine ve dindarlara karşı büyük bir savaş başlatılmıştır. Bu savaş Lenin'in komünistlere gösterdiği yöntemle, yani "örtülü" olarak gerçekleşmiştir. Komünist parti, "kendi kendini yönetme hareketi" adı verilen bir politika uygulamaktadır. Bunun anlamı, bütün dini kurumların "kendini finanse eden, kendini yöneten ve kendini organize eden" bir 3'lü yapıya sahip olmasıdır. Görünüşte "din özgürlüğü" gibi duran bu politika, tamamen dini yok etmek amacına yönelik bir kampanya olarak uygulanmıştır. Ülke içindeki tüm dini kurum ve ibadethaneler devlet tarafından kurulan merkezi organizasyonlara bağlanmıştır. Kısa süre içinde de bu dini kurumlar, "Maoizm propaganda merkezi" haline gelmiştir. Harry Wu isimli Çinli bir Hıristiyan, Amerikan Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu'na 16 Mart 2000 tarihinde verdiği ifadesinde, bunu şöyle anlatmaktadır:

    Mao Tse-Tung, herhangi bir Çin vatandaşının Komünist Parti dışındaki bir otoriteye bağlanmasına izin vermediği için, Mao yönetiminde hükümet tarafından yönetilen bu merkezi din organizasyonları hiçbir dini faaliyette bulunmamıştır. Mao'nun Çin'i yönettiği 30 yıl boyunca, bu 3 "kendi-kendine hareketi" Çin Komünist Partisi ile birlikte dini yok etmek ve Komünist Parti ideolojisini yaymak için çalışmıştır. "Maoizm" Çin'in yasal dini, Mao'nun "Kızıl Kitabı" ise kutsal kitabı olmuştur.

    Doğu Türkistan'daki Müslüman Uygur Türkleri veya Tibet'teki Budistler ise kanlı vahşet uygulamalarına hedef olmuşlar, Çin Komünist Partisi bu halkları hem nüfuslarını azaltarak hem de dini inançlarını yok ederek kontrol altına almaya çalışmıştır. Maoizm'in dine düşmanlığı, Mao'nun yolunu izleyen diğer komünist Asya rejimleri tarafından da sürdürülmüştür. Kamboçya'daki Kızıl Khmer rejimi, Kamboçya halkına karşı yürüttüğü soykırımda, ülkenin Müslüman azınlığı olan Çam topluluğuna özellikle zulüm uygulamıştır. "Komünizmin Kara Kitabı"nda Kızıl Khmerler'in Çamlar'a karşı uyguladıkları vahşetten şöyle söz edilir:

    1973'ten itibaren kurtarılmış bölgelerde camiler tahrip edildi ve ibadet yasaklandı. 1975'ten başlayarak bu önlemler yaygınlaştı. Kuran'lar yakılmak üzere toplandı, camiler ya başka amaçlarla kullanıldı ya da yıkıldı. Haziran'da 13 dindar Müslüman, bazıları ibadeti mitinge tercih etmiş olmaktan, bazıları ise dini nikah hakkına sahip olduklarını açıklamaktan dolayı idam edildi... Din adamları özellikle hedef alınarak öldürüldü. 1000 kadar hacının yalnızca 30 kadarı sağ kaldı. Diğer Kamboçyalılar'ın aksine Çamlar sık sık ayaklandı; bu ayaklanmalara misilleme Kızıl Khmerler çok sayıda katliam yaptılar. Kızıl Khmerler 1978 yılı ortasından itibaren birçok Çam topluluğunun, kadın ve çocuklar da dahil, sistematik biçimde soyunu tüketmeye koyuldu.
    Tümünü Göster
    ···
  9. 284.
    0
    Arnavutluk

    Maoculuğun din düşmanlığını sergileyen bir başka komünist rejim, Arnavutluk'taki Enver Hoca diktası olmuştur. Arnavutluk, II. Dünya Savaşı'nın ardından bir Sovyet uydusu olarak ortaya çıkmasına rağmen, 1960'lardaki Çin-Sovyet çatışması sırasında Çin'den yana tavır almış ve kısa sürede Kızıl Çin'in ve Maoculuğun Avrupa'daki temsilcisi haline gelmiştir. Enver Hoca, bütün dini ibadethaneleri (camileri ve ülkenin kuzeyindeki katoliklerin kiliselerini) kapatmış, insanların kendi evlerinde bile ibadet yapmalarını yasaklamıştır. Herhangi bir dine inanmak ve bunu ifade etmek suç haline gelmiş, buna karşı gelenler çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalmıştır. Enver Hoca tüm bu uygulamalarla dini inançları tamamen ortadan kaldırdığını zannederek "dünyanın gerçek anlamda ateist olan ilk devletini kurduğunu" ilan etmiştir.

    Çin'in Uzakdoğu'da Anti- islami Rolü

    Doğu Türkistan'da Müslüman Türklere yönelik zulüm, şiddetle devam etmiştir. Çin resmi görevlileri, Türk gençlerini potansiyel olarak rejim karşıtı görerek sebepsiz yere evlerinden toplamaktadırlar. Gençler bu zulümden kurtulmak için dağlara veya çöle kaçmaktadırlar.

    1996 yılından beri onbinlerce Uygur Türkü kamplarda ağır işkence altında tutulmaktadır. Bir insan hakları örgütünün resmi yazısında da belirtildiği gibi sanıklar, tek celsede biten davalarda ya kürek cezasına mahkum edilmekte veya meydanlarda infaz mangaları tarafından kurşuna dizilmektedir. Mahkemeler, Komünist Partinin talimatı ile çalışmaktadır. En dehşet verici olan ise hamile kadınların evlerinden alınarak gayrı sıhhi şartlarda kısırlaştırılmaları, sınırlama fazlası doğan bebeklerin ailelerine rağmen öldürülmeleridir.

    1997 yılının Şubat ayında tekrar alevlenen olaylar sırasında yaşananlar, Çin zulmünün bir özeti niteliğindedir. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre Çin milis güçleri, 4 Şubat'a rastlayan Kadir Gecesi'nde bir mescitte toplanan 30'un üzerindeki kadını, Kuran okurlarken demir sopalarla dövdüler ve sürükleyerek Emniyet Merkezi'ne zütürdüler. Mahalle sakinleri Merkez'e giderek kadınların serbest bırakılmalarını isteyince işkence ile öldürülen 3 kadının cesedi önlerine atıldı. Bunun üzerine galeyana gelen halk ile Çinliler arasında çatışmalar başladı. 4-7 Şubat arasında 200 Doğu Türkistanlı hayatını kaybederken, 3500'den fazla Uygur kamplara kapatıldı. 8 Şubat sabahında ise bayram namazı için camilerde toplanan halkın namaz kılması güvenlik güçlerince engellendi. Bunun üzerine çatışmalar tekrar alevlendi ve sonuç olarak Nisan-Aralık 1996 arasında 58 bin olan tutuklu sayısı, bir anda 70 bini geçti. 100 kadar genç meydanlarda kurşuna dizilirken, 5 bin Uygur Türkü çırılçıplak soyularak 50'şer kişilik gruplar halinde meydanlarda teşhir edildiler.

    Batılı güçler her zamanki gibi tüm bu vahşete karşı tepkisiz kalmaktadır. Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar BM'nin koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. BM'ye yapılan tüm başvurular geri çevrilmiştir. 25 milyon Doğu Türkistanlı Müslüman, halen Çin baskısı altındadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır ve bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" tur. Tutuklulara işkence yapılması ise artık sıradan bir olay haline gelmiştir.

    Kısacası Çin, Uzakdoğu'da zulüm politikası uygulayan en önemli islam-karşıtı güçlerden biridir. Doğu Türkistanlı Müslümanlara yönelik politikasının yanında, etrafındaki islami potansiyel için de ciddi bir düşmandır. Dünyanın en kalabalık ülkesinin bu stratejik "Anti-islami" konumu, komünist rejimden kapitalist rejime geçilmesiyle de hiçbir şekilde azalmamıştır.
    Tümünü Göster
    ···
  10. 285.
    0
    Türkistan Sorununu Türk Milleti Çözecektir

    Son 150 yıldır islam alemi dünyanın birçok bölgesinde benzeri zulüm ve baskıya maruz kaldı. Bu zulmün arkasındaki çevrelerin en büyük hedefi dini, özellikle de Müslümanlığı ortadan kaldırmaktı. Bu amaçla, neredeyse bir asır boyunca Müslüman katlidıbına giriştiler. Bugün Çeçenistan'ın Ruslar'dan gördüğü zulmün aynısı, Doğu Türkistan'da da Çin tarafından uygulanmaktadır. Dünya bu zulme göz yummaktadır. Ancak, vicdan sahibi insanlar bu zulmü durduracak bir yol bulabilirler. Herşeyden önce, Doğu Türkistan meselesi sadece Uygurların bir sorunu olarak görülmemeli ve onların tüm sorumlulukları vicdan sahibi insanlar tarafından sahiplenilmelidir. Akıllı, cesur ve uzak görüşlü politikalarla Türkiye'nin ve Türk Milletinin de bu sorunun çözümüne önemli bir katkısı olacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır...

    Çin, Uzakdoğu'nun en önemli islam-karşıtı güçlerinden biridir. Doğu Türkistanlı Müslümanlar'a yönelik politikasının yanında, etrafındaki islami potansiyel için de ciddi bir düşmandır. Dünyanın en kalabalık ülkesinin bu stratejik "islam Karşıtı" tutumu, komünist rejimden kapitalist rejime geçilmesiyle de hiçbir şekilde azalmamıştır.

    Zulmün Asıl Nedeni: Türk-islam Düşmanlığı

    Çin'in, Doğu Türkistan'daki halka uyguladığı zulmün en önemli nedenlerinden biri halkın Türk ve Müslüman olmasıdır. Çin, bölge halkının Türk-islam kimliğini Çin Hakimiyet ve Sultası'na karşı en büyük tehlike olarak görmektedir.

    Halkı dininden vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemini kullanan Çin Şovenizmi en fanatik dönemini Mao'nun 1966-1976 yılları arasında uygulattığı Kültür Devrimi esnasında yaşadı. Camiler yıkıldı, toplu ibadet yasaklandı, Kuran kursları kapatıldı ve bölgeye yerleştirilen Çinliler özellikle Müslümanları taciz etmek için domuz beslemeye başladılar. Okullarda dinsizlik propagandası yapıldı. Ayrıca iletişim araçları vasıtasıyla insanların dinden soğutulmaları için yoğun çaba harcandı. Dini ilimlerin öğrenilmesi ve dini bilgilere sahip öncü kişilerin halkı eğitmeleri tamamen yasaklandı. Buna rağmen halkın islami kimliği yok edilemedi.

    Türk halkına uygulanan bir başka sindirme ve baskı yöntemi ise eğitim alanında kendini göstermektedir. Bölgedeki üniversitelerde eğitim Çince olarak yapılmaktadır. Öğrencilerin ise ancak 'si Müslümandır. Okullarda din dersi programlarının esası ateizm üzerine bina edilmiştir.

    30 yıl içinde 4 defa alfabelerinin değiştirilmiş olması da yine bölgedeki Müslüman Türkler'e yapılan zalim uygulamanın bir parçasıdır. Mao, kültür devrimine rağmen Çin alfabesine dokunmazken Uygur alfabesini islam Harfleri'nden 'Krilce'ye çevirmiştir. Bir müddet bu alfabe kullanıldıktan sonra Rus korkusu ile Latin Harfleri'ne geçilmiş, ancak bu defa da Türkiye ile kültür köprüleri kurulmasın diye tekrar islam Harfleri'ne dönülmüştür. Alfabe ile bu kadar sık oynamanın nesiller arası anlaşmayı ne kadar zor bir hale getireceği ise açıktır.
    Tümünü Göster
    ···
  11. 286.
    0
    Genç Osmanlılar ve Jön Türkler (Jeunes Turcs)

    Jön Türkler (Alm. Jungen Turken, Fr. Jeunes Turcs, ing. Young Turks), 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletinde batı tarzı idâre ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen isim.[1] Dönemin şartlarında bu grubun üyeleri özgürlük ve demokrasi yanlısı olan kişiler olarak kâbul edilirdi.[2]

    19. yüzyılda Avrupa'da Meşrutiyet ve Cumhuriyet idarelerinin yaygınlaşmaya başlaması Osmanlı topraklarındaki birçok ulusu da etkiledi. Balkanlar'da bağımsızlık isteyen uluslar sürekli ayaklanmalar çıkarmaya başladılar. Kurtuluşu meşrutiyette gören bazı Osmanlı gençleri bir araya gelerek Avrupalıların Jön Türkler dediği Genç Osmanlılar cemiyetini kurdular. Başlıca üyeleri Mehmet Bey, Reşat Bey, Nuri Bey, Ayetullah Bey, Namık Kemal, Refik Bey, Ziya Paşa, Ali Suavi ve Agah Efendi'dir. Bu gençler her ne kadar rejimi yıkamadılarsa da Osmanlı Devleti'nde, Hürriyet ve Meşrutiyet fikirlerinin kökleşmesinde büyük rol oynadılar. ittihat ve Terakki Cemiyeti (Birlik ve ilerleme) önemli Jön Türk teşkilatlarından biriydi.[2]

    “Yeni Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır. Bu tâbir, genel olarak o yıllarda Avrupa'da politika, fikir ve edebiyâtta aşırılık taraftârı gençlere (Jeunes France/Genç Fransızlar gibi) veriliyordu. Yeni Osmanlılar için ise, ilk defâ Mustafa Fâzıl Paşanın yayınladığı bir mektupta "Yeni Osmanlılar" karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tâbir, uzun müddet Osmanlı topraklarında yetişen devlet idâresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamâmının ortak adı olmuştur.[1]

    Yeni Osmanlılar 1865 yılında ortaya çıkan, Osmanlı milliyetçiliğini savunan, Montesquieu ve Rousseau gibi Fransız devriminin kavramcılarını benimsemiş, Osmanlının ilk anayasasını ve parlamenter sistemini geliştirmiş devlet adamları. Çoğunlukla Jön Türkler ile karıştırılmalarına rağmen, bu grup Tanzimat reformlarını yeterli bulmayan bürokratik, mükemmeliyetçi ve demokratik çözümü öngören kesimdir.[3]

    Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız ihtilâli'nden sonra Avrupa'da süren 1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların netîcesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine heveslenenler tarafından 1865'te gizli bir teşkilât olarak istanbul'da kuruldu. Yine bu târihte Mısır Hidivi Kavalalı ismâil Paşa, verâset usûlünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti. ikbâl küskünü olan bu paşa, Abdülazîz Hana ve üst kademe devlet ricâline karşı düşman kesildi. intikam için Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi. Mustafa Fâzıl Paşanın Abdülazîz Hân'a hitâben Pâris'te yazdığı ve küstahça ifâdelerin yer aldığı mektup, 1867'de Türkçe'ye tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr Gazetesi'nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Mektup, Meşrûtiyet fikirleri ve meşrûtiyetin îlânı arzusu bahânesiyle Osmanlı Devletine ve bâzı devlet ricâline karşı ağır ifâdeler ihtivâ ediyordu. Bu mektubun akâbinde Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris'e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle Avrupa'da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu. Jön Türkler bu yayınlarından mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar.
    Tümünü Göster
    ···
  12. 287.
    0
    Nâmık Kemâl, Ali Süâvî ve Ziyâ Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri, “Osmanlı Devletine meşrûtiyet idâresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupâî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir. Bunların sağlanması için aralarında birlik kuramadılar. Çoğu ihtilâl ve kanlı mücâdele istedi, bir kısmı da fikrî mücâdele taraftârı gözüktü. Abdülazîz Hân'ın Fransa ve ingiltere ziyâretleri esnâsında Pâdişâh'tan af diledikten sonra kendisine nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı. Pâdişâh'ın bu ziyâretinden sonra Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecbûriyetini hisseden Fransa ve ingiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı istanbul'a dönüp Pâdişâhtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bâzıları da yayıncılık faaliyetlerine devâm ettiler. Birinci Meşrûtiyetin îlânı ile canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce ikinci Abdülhamit Han tarafından kapatılarak ortadan kayboldu. Böylece Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi.

    Bundan sonra yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları sayıları yüze varan dergi ve gazete ile ikinci Abdülhamit Hân'ın şahsında Devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve ingiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler. Nitekim 4 Şubat 1902'de Paris'te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre Contalis'in evinde yapıldı. Bu kongreye Osmanlı Devletinin hâkim olduğu hemen her bölgeden çağrılan delegeler katıldı. Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibâretti. Bunun dışında aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben çekişmesi sebebiyle kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler. Delegeler, Osmanlı Devletinin yıkılması hâriç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar.

    27-29 Aralık 1907'de yine Paris'te toplanan ikinci Jön Türk Kongresine; ittihat ve Terakki, Prens Sebahattin'in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetleri yanında, Ermeni Taşnaksütyun Komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ilhamlar yapıldıktan sonra, iran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya'daki Rum, Bulgar vs. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.

    Jön Türklerin uzun yıllar devâm eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları vardı. Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtâriyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve arzularını tatmin etmek peşindeydiler. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ Mithad Paşada olduğu gibi, kendi âilelerini hânedan âilesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyâlarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur. Netîce olarak Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan idâresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Savaşı Jön Türk faaliyetinin Türkiye'de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi, yine yurt dışına kaçmışlardır.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  13. 288.
    0
    Abdülhamid Han'ın yaptırmış olduğu "Alâmet" isimli robot; dünyada ezan okuyan ilk saat olma özelliğine sahiptir. Sultan, bu muhteşem özelliklere sahip saati Japonya'ya göndermiştir. Muhtemel ki Japonlar, bugünkü robot teknolojilerini, semâ yapan, ezan okuyan bu saatten almışlardır.

    1887 yılında Japon imparatoru'nun yeğeni Prens Komatsu bir savaş gemisiyle istanbul'a gelir. Abdülhamid Han'a birtakım hediyeler takdim eder ve Sultan ile görüşmelerde bulunur. 1889 yılında ise; Japon imparatoru Meiji, istanbul'a özel elçiler gönderir. Bu elçilerle birlikte; Sultan Abdülhamid Han'a özel hediyeler ve bir de özel bir mektup gönderir. Gönderilen bu hediyeler içersinde; Japonya'nın en büyük nişanı olan, Büyük Krizantem Nişanı'nı da vardır. Bu Nişan, Sultan Abdülhamid Han'a takdim edilir. Özel mektupta ise Japon imparatoru, Abdülhamid Han'dan; "islâm dini, ilim ve teknolojik gelişmeler, vakıflar, hayır kurumlar vs. konuları ile ilgili olarak kendilerine Japonca veya Fransızca olarak bilgiler," gönderilmesini rica eder.

    Abdülhamid Han, konuyu Şeyhülislam Cemâleddin Efendi'ye açar. Osmanlı'nın bilgi ve teknolojisi hakkında bilgi isteyen, deniz aşırı bir ülkeye, eli boş elçiler gönderilemezdi. ilk etapta; tezhipli bir Kuran-ı Kerim ve daha bir çok hediye, elçilerle Japon imparatoru'na gönderilir. Diğer bilgiler için de süre istenir. Bu süre zarfında Sultan Abdülhamid Han, Yeni Kapı Mevlihânesi saat sanatkârı, Musa Dede'yi Huzur'a çağırır. Musa Dede, saat mekaniğini çok iyi bilen zattı. Sultan, Musa Dede'den; "çok iyi bir ekip kurarak, daha önce hiç yapılmamış, eşi benzeri olmayan, teknolojik bir saat yapmasını" ferman buyurur. Bunun üzerine Musa Dede, yedi kişilik bir ekip kurarak çalışmalara başlar. "Daha önce hiç yapılmamış, dengi olmayan nasıl bir saat yapmalı?" diye derin düşüncelere dalar.

    Birkaç gün sonra, Sultan Abdülhamid Han, çalışmalar hakkında bilgi almak için Musa Dede'yi Huzur'a çağırır. Musa Dede ve ekibinin çizdikleri projeleri inceler, ancak bunlardan tatmin olmaz. Çünkü Musa Dede'nin getirdiği çizimler, klagib saat örneklerinin değişik versiyonlarıdır. Huzur'da bulunan Derviş Dede'ye fikri sorulur. Derviş, kağıttaki çizimleri inceler ve şöyle der: "Bu saat, Semâzen şeklinde olsun. Her saat başı, kollarını açıp semâ etsin ve gong çalsın." Sultan Abdülhamid Han, projeyi eline alır, dikkatlice inceler, tefekküre dalar ve dahiyane şu fikri söyler: "Hayır gong çalmasın! Ezan okusun. Öyle bir tertip yapın ki, saat başı ezan okusun." der. Kağıda birkaç ayrıntı çizerek Musa Dede'ye verir. Musa Dede, "Ferman Sultanımındır." diyerek düşünceli bir şekilde huzurdan ayrılır.

    Guguklu, gonglu ve değişik melodili saatler mevcuttu. Bunlar; körük ve mekanik düzenlerle halledilebilirdi. Ama ezan sesi, insan sesiydi. Bu nasıl yapabilirdi? Sultan'a, "Efendim bu nasıl olur?" demeden Huzur'dan çıkmıştı. Musa Dede, bu düşüncelerde sahafları dolaşırken, Fakir Dede'ye rastlar. Fakir Dede, Melâmi-Mevlevî meşrep bir zattı. Musa Dede, konuyu gizlice Fakir Dede'ye açar. Fakir Dede, Musa Dede'yi neşeye boğan şu bilgileri vermişti: Frenk icadı Gramofondan ilham alınabilir. Edison, 1877 yılında fonograf cihazını bulmuştu. Ses kaydı yapan bu cihazı önerir. Gramofonun 1887 yılının 20 Eylülü'nde Emil Berliner tarafından patenti alınmıştı. Yani ezan okuyan saat yapmak mümkündü.

    Hemen çalışmalara başlandı ve kısa bir süre sonra, semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot yapıldı. Robotun özellikleri şu şekilde idi: Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyordu. Etek kısmının üstündeki mazgallardan ezan sesi geliyordu. Öyle bir mekanizma kurulmuştu ki, tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyordu. Robot'un tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robot'un arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.

    Robot'u Sultan Abdülhamid Han'a gösterdiklerinde; Sultan, çok beğenmiş ve biraz da şaşkınlıkla; "Bunun ismi ALÂMET olsun. Bu, tam bir ALÂMET," demişti.

    Alâmet'in, gövdesinin boyun kısmına yakın yerinde; altın işlemeli ay-yıldız, eteğindeki mazgalların altında ise, Osmanlı Devlet Arma'sı bulunuyordu. Sağ kolunun altında ise, bu projede yer alan ustaların baş harfleri yer almıştı.

    Sultan Abdülhamid Han; asrın harikası, sanat ve teknoloji eseri olan, ezan okuyan bu robotu, Ertuğrul Firkateyni ile Japon imparatoru'na, özel bir mektup, başka hediyeler ve nişanlar ile beraber göndermişti.

    Firkateynin, kafile Başkanı Albay Osman Bey, gemi komutanı da Yarbay Ali Bey'di. Temmuz 1889 yılında istanbul'dan yola çıkan gemi, 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya'nın Yokohoma limanına varmış ve Japon Hanedanınca görkemli bir tören ile karşılanmıştır.

    Şimdi, bu Alâmet isimli ezan okuyan saatin varlığı bugüne kadar niye bilinmedi? Biraz bu konuyu irdeyelim: Japon elçiler istanbul'a gelip, Sultan Abdülhamid Han'a Japonya'nın en büyük nişanı olan Krizantem'i verdiklerinde, mukabiliyet esasına göre, kendilerine Abdülhamid Han'ın da, Osmanlı Devlet'i adına Japon imparatoru'na bir nişan verip vermeyeceği sorulur. Bunun üzerine Ertuğrul Firkateyni ile ; Osmanlı Özel Nişanı ve yanında diğer hediye ve nişanlar, Osman Bey tarafından Japon imparatoru'na takdim edilir.

    Tarih kitapları ve Osmanlı arşivlerinde bu olaylar, belgelerle sabittir. Fakat bilinmeyen konu şudur: Peki Alâmet isimli, ezan okuyan, saatli robottan neden hiç söz edilmez! Bu işin sırrı da şudur: Belgeler de şöyle der: "Osmanlı nişanları, hediyelerle beraber Japon imparatoru'na takdim edilmiştir." Bu kısımlar, Japonlara ait belgelerde ise şu şekilde mevcuttur: "Osmanlı Devleti adına, Sultan Abdülhamid Han'ın elçileri, Osmanlı nişan ve hediyelerini Japon imparatoru'na sunmuşlardır." işin püf noktası, Alamet'ten bahsedilmemesinin sırrı burada saklıdır. Şimdi lütfen dikkat buyurun: Osmanlıca, Alâmet demek, nişan, işaret demektir. Yani ALÂMET kelimesinin Osmanlıca lügat karşılığı NiŞAN'dır. işte sır budur. ALÂMETTEN; NiŞANLAR VE HEDiYELER olarak kayıtlarda bahsedildiğinden, Alâmet, adeta kamufle olmuştur. Yani bilerek bir saklama yoktur. Bugüne kadar tarihin tozlu sayfalarında saklı kalmış bir hakikat böylece ilk defa gün yüzüne çıkmış oldu.

    Fakat yine de akıllara bazı soru işaretleri gelebilir? Meselâ, Japonlar niye bu robot (Alâmet) gerçeğini ifşâ etmemişlerdir? Bu soruya şöyle yanıt bulunabilir: O dönemlerde Japon Hanedanlığı karışıklıklar yaşıyordu. Saraylar ve bazı özel hediye mekânları yağmalandı, soyuldu. Alâmet o karışık dönemde, bu soygunlar esnasında birinin eline geçmiş olabilir. Bir başka soru işareti ise; O dönemlerdeki saat firmaları acaba Alâmet'ten ilham almış olabilirler mi? Mesela, Seikosha saat fabrikası 1892 yılında kurulmuş, 1899 yılında ilk alarmlı saati piyasaya sürmüştür. 1881 yılında Kintaro Hattori tarafından Seiko Co limitet şirketi kurulmuştur. Soru şudur: Acaba Alâmet bu saatlere ilham olmuş mudur? Acaba Alâmet'in üzerinde bulunan 7 ustanın baş harfleri bir şeyler ifade ediyor mudur? Ezan okuyan saatlerin menşeinin Japonya olmasında acaba ne kadar Alâmet'in etkisi vardır? Bilinmez ama bilinen bir şey varsa; ilk ezan okuyan ve robot sayılabilecek saati dünyada ilk defa Sultan Abdülhamid Han sahneye çıkarmıştır.

    SIRDAŞ, Alâmetle ilgili olarak Sultan Abdülhamid Han'a tarihi bilgileri okur ve Kara Kaplı'ya kaydeder. Sultan Abdülhamid Han'da; "bu teknolojinin daha da geliştirilmesi gerektiğini vurgular."
    Tümünü Göster
    ···
  14. 289.
    0
    Alâmet'in tek resmi; muhtemelen YILDIZ yağmasında yanmış olup, deforme olmuş haliyle geride kalkan parçasına baktığımızda; bu projede görev alan ustalardan biri elinde kurma kolu ile görülmekte, yanında ise Alâmet bulunmaktadır. Resmin üzerinde, silinmiş Osmanlıca yazılar ve bir köşesinde silinmiş Japonca harfler yer almaktadır.

    Şunun bilinmesinde fayda vardır; robot teknolojisi çoğunun bildiği gibi, yeni bir teknoloji değildir. 1900 yılların başında yayınlanan Osmanlıca gazetelerin birinde: Robotları kullanarak dünyayı ele geçirilmeye çalışılacağı ve bu yönde çalışmaların olduğu yazılmaktadır.

    islâm bilginleri, robot diye tabir edilen çalışmaları asırlar önce yapmıştır. Fakat bilinen ve işlevi olan ilk robot, ALÂMETTiR. Robot terimi, önceden programlanmış komutları yerine getiren mekanik vs. cihaz demektir.Çok azı insana benzer. Bu vesile ile Ertuğrul Firkateyni şehitlerinin aziz ruhlarına El-Fatiha.[1]
    ···
  15. 290.
    0
    21 Temmuz 1905 Cuma günü, tarihimizde "bomba hadisesi" diye geçen meşhur olay gerçekleşmiş ve Ermeni komitacıları tarafından Cuma namazından hemen sonra Yıldız (Hamidiye) Camii önünde patlatılan 100 kiloluk bir bomba ile Sultan ikinci Abdülhamid Hân'a suikast yapılmıştır. Abdülhamid Hân devrinin önemli olaylarından olan bu bomba hadisesini bütün sebep ve sonuçlarıyla ortaya koyabilmek için Ermeni isyanlarına kısaca göz atalım:

    Akdeniz'e inebilmek gayesiyle memleketimizdeki Ortodoksların himayesini üzerine alan ve Ermenilerle Balkanlar'daki gayritürk unsurları devamlı tahrik eden ezelî ve ebedî düşmanımız Moskof, kendi idaresi altındaki Ermenilerin istiklâllerini hatır ve hayâle getirmemiş iken, Türkiye'deki Ermenileri Doğu'da kuracakları özerk bir Ermeni devleti vaadiyle, gerçekteyse kendi menfaatleri uğruna himâye ve tahrik etmiştir. Bir taraftan Hınçak teşkilatının tehdit ve tahrikleri, diğer taraftan özerk Ermenistan hülyâsıyla ayaklanıp büyük devletler tarafından korunan Ermeniler, istanbul'da, Adana'da ve Doğu'da büyük tedhiş / terör hareketlerine girişmişlerdir.

    Meşhûr 93 Harbi sonunda Balkanlar'dan ümidini kesen Moskof, iskenderun ya da Basra Körfezi'ne inebilmek için bütün çalışmalarını Ermenilerin üzerinde yoğunlaştırmış ve sözde Ermenileri himaye / koruma maksadıyla Berlin Muâdehesi'nin ünlü 61. maddesinin tatbîki için Bâbıâlî'yi sürekli kışkırtmıştır. Doğu'da Ermeniler lehine bazı reformlara mecbûr edildiğimiz bu meşhur 61. maddenin tatbîki konusunda bütün bu kışkırtmalara Sultan II. Abdülhamid Hân, metanetle göğüs germiş, hatta Alman Büyükelçisine; "Bu maddeyi yürürlüğe koymaktansa ölümü tercih ederim!" diyerek direnmiş ve şahsî gayretiyle Doğu Anadolu'yu Ermenilerin elinden kurtarmıştır.

    1894'te Muş'la Siirt arasındaki Sason kazâsında patlak veren Ermeni isyanı sonucunda Ermeniler tarafından yüzlerce Müslüman öldürülmüş, büyük devletlerin müdahalesini temin için Türk köylüsü kıyafetine giren Ermeniler, kendi ırktaşlarını bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Çabuk bastırılan bu isyanın sonucunda, isyanın elebaşısı Hamparsum Boyacıyan kaçmış; fakat ne hazindir ki bu adam, Sason isyanı'ndan 13 yıl sonra, ittihatçi gâfiller tarafından Harput Milletvekili yapılarak Türk Meclîs-i Meb'ûsânı'nda boy göstermiştir!..

    Sason isyanı'ndan 1 ay sonra, Diyarbakır'da, 1 yıl sonra da istanbul'da tekrar ayaklanan Ermeniler, 1896'da Patrik izmirliyan idaresinde istanbul'da büyük bir harekâta girişerek Osmanlı Bankası'nı basmışlarsa da muvaffak olamamışlardır.

    Sultan Abdülhamid Hân, Osmanlı Baskını olayından sonra aldığı sert tedbirlerle Ermenileri sindirmesini bilmiş ve Türk topraklarının selâmeti uğruna alınan bu sert tedbirler neticesidir ki, Sultan ikinci Abdülhamid Hân'a Fransız tarihçisi Albert Vandal tarafından "Le Sultan Rouge" (Kızıl Sultan) adı verilmiştir. Bu vesileyle hemen kaydedelim ki Türk topraklarını Ermenilere vermediği, büyük devletlerin müdahalesini temin etmek gayesiyle ikide bir ayaklanan Ermenileri aldığı sert tedbirlerle sindirip perişan ettiği, dolayısıyla Türk düşmanlarının iştihâlarını kursaklarında bıraktığı için bir yabancı tarafından uydurulan bu "Le Sultan Rogue" adını, bizim millî şuur yoksunu kimi aydın(!)larımız, "Kızıl Sultan"a çevirerek Türk'ün şerefli bir evlâdını lekelemekten utanmamışlardır.[1]

    Abdülhamid Han'ın Ermeniler'e karşı takındığı bu tavrı inceleyen Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa, alınan tedbirlerden bahisle Hâtıratında diyor ki;

    "Ermeniler, gerek ticaret aleminde ve gerek hükümette müteahhitlik işlerinde çok esaslı ve kuvvetli mevkileri işgâl ediyorlardı. Sultan Hamid, Ermeni ihtilâlinin bu kaynaklardan kuvvet ve para aldığına kâni ve hakikat de bu merkez de olduğundan, ilk tedbir olarak Ermenilerin badema hiçbir münakaşa ve muameleye kabul edilmemelerini ve kendileriyle kat'ı hesap olunmasını suret-i katiyyede emretti. Hünkârın bu iradesi, lâyık-ı vech ile tatbik edilip edilmediği, sık sık kontrol olunmakta idi. O vakit, sarayın Kuyumcubaşılığı, Ermenilerde idi ve bu yüzden külliyetli istifade ederlerdi. Sultan Hamdi bunları da Saray'dan çıkardı. Bu memnuiyet, istanbul'dan vilayetlere de temsile dilerek bilimum vali ve mutasarrıflıklara tebligat-i kat'iye ifâ olundu. Bu tedbir, Ermenileri fevkâlade sarsmıştı. Ermeni milleti, yıllarca çalışıp kazandığı ticaretten, piyasadan ve hükümet kapısından mahrum oluyordu. Ermeniler, bu memnuiyeti kaldırtmak ve eski mevkilerini tekrar ele geçirebilmek için çok çalıştılar. Birçok istirhamlarla Hünkâr'ın merhametine müracaat ettiler. Fakat Hünkâr, Ermeni ihtilâlcilerine ve bu ihtilâlcilere yardım eden diğer Ermenilere o kadar gayz ve gazap taşıyordu ki, o istirham ve niyazlar, netice vermek şöyle dursun, bazen buna kalkışanlar bile fena muamele görüyordu." [2]

    Sultan II. Abdülhamid Hân, aldığı bu ve benzeri tedbirlerle Ermeni melanetine mâni olup Türk'ün hukûkunu midafaa ve muhafaza etmiş ve bu hassasiyeti dolayısıyla o, bütün Ermeniler'in düşmanlığını kazanmıştır. Esasen o devirde yalnız Ermeniler değil; gayrütürk ve gayrimüslim unsurların cümlesiyle onlara uyan kendi içimizdeki gafilleri maşa olarak kullanan büyük devletler, Abdülhamid Hân'a düşmandırlar.

    işte 21 Temmuz 1905 Cuma günü meydana gelen bu suikast olayı, bu düşmanlıkla hazırlanmış ve Ermeni melanetlerine mâni olan Sultan II. Abdülhamid Hân, Yıldız Câmii önünde patlatılan bomba ile öldürülmek istenmiştir. Ermeni komitacıların uluslararası teröristlerle işbirliği yaparak hazırladığı bu suikast planı, en ince teferruatına kadar büyük bir ustalıkla tertiplenmiş ve çok geniş tutulmuştur.

    Hazırlanan plan gereğince, önce Cumâ Selâmlığı'nda padişâhı öldürecekler, sonra Bâbıâlî'yi (medyayı), Galata Köprüsü'nü, Tünel'i, Osmanlı Bankası'nı ve bazı devletlerin ateşelikleriyle yabancı kurumları havaya uçurarak büyük bir kargaşalık çıkaracaklar, böylece büyük devletlerin müdahalesini temin ederek özledikleri Özerk Ermenistan'a (!) kavuşacaklardı. Bu gaye uğruna içlerinde birkaç kadın da bulunan, yurtdışındaki Ermeni komitacıların pek çoğu Türkiye'ye gelmiş, bu arada Belçikalı ünlü terörist Joris'e çengel atılmıştır. 29 yaşındaki bu genç terörist, karısı Anna ile birlikte suikastçiler arasına katılmış ve yapılan uzun çalışmalar sonucunda bir araba içine yerleştirilecek saatli bomba ile Cuma Selamlığı'nda Abdülhamid Hân'ın öldürülmesi kararlaştırılmıştır.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 291.
    0
    Bu suikastte kullanılmak üzere Viyana'da özel bir araba yaptıran ve Cuma günleri padişahın camiye gelip gidişi dolayısıyla tertiplenen "Selamlık resm-i âlîsi"ni bir çok kereler takip edip padişahın her hareketini saniyesi saniyesine tespit eden Ermeni komitacıları, 21 Temmuz 1905 Cuma günü, 100 kiloluk saatli bombayı kurup arabalarına yerleştirerek Yıldız Camii önüne gelmişler ve muazzam kalabalık arasında padişahın camiye gelişini seyredip Abdülhamid Hân camideyken arabayı terk ederek oradan uzaklaşmışlardır.
    Sukastçilerin hesabına göre padişah, camiden çıktıktan sonra 1 dk 42 sn'de saltanat arabasına binmektedir. Saatli bomba, bu süre içinde patlayacak ve böylece Doğu Anadolu'yu Ermenilerin elinden kurtaran Sultan Abdülhamid Hân, Ermeni komitacıları marifetiyle öldürülecektir. O gün, Sultan Abdülhamid Hân, Çok ustalıkla hazırlanan bu plana rağmen, caminin Hünkâr Mahfili koridorunda Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'yle biraz fazla konuşmuş ve bu "fazla konuşma", Abdülhamid Hân'ın suikastten kurtulmasını sağlamıştır.

    Padişahın, merdivenleri indiği sırada müthiş bir gürültü ile patlayan bomba, muazzam kalabalık içinde büyük heyecan ve telaş uyandırmış, bu arada 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, çok sayıda araba ve at telef olmuştur.

    Bu müthiş patlama sırasında araba parçalarının, insan ve hayvan cesetlerinin havada uçuştuğu, herkesin canının derdine düşüp sağa sola kaçıştığı anda Abdülhamid, şahâne bir jestle olup bitenleri bulunduğu mevkiden soğukkanlılıkla takip etmiş, elini kaldırarak kalın ve gür sesiyle telaş edilmemesini ihtar edip "Korkmayın, korkmayın" demiş, bazı emirler vermiş, ve sonra dizginini bizzat kendi eline alarak Saltanat arabasına yürüyüp hayvanların dizginini bizzat kendi eline alarak -yerli, yabancı- bütün orada hazır olanların "Yaşa Sultan!" haykırışları arasında Yıldız Sarayı'na dönmüştür. Bu gerçek, birçok görgü şahidinin itirafıyla sabittir ve Abdülhamid Hân'ın bu şahane jestinde bütün kaynaklar ittifak etmiştir. Etmiştir, ammâ yalan söyleyen târih, bugün hala Abdülhamid Hân'ın "korkak"(!)lığından bahsetmektedir.

    Sultan ikinci Abdülhamid Hân'ın bu menfur suikast hadisesinden kurtulmasına meşhur şairimiz (!) Tevfik Fikret, bir şiirinde şöyle esef eder;

    «Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın,
    Atdın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!»

    diyerek Ermeni komitacılarını alkışlayan Tevfik Fikret, aynı şiirinde Türk Devlet reisine, Ermeni melanetlerine mânî olan Abdülhamid Hân'a küfretmekten de utanmaz!

    Adı "Müverrih"e çıkan Ahmed Refik ise; "Osmanlı milletini Abdülhamid'in zulmünden kurtarmak için bu hareket-i kahramannâmenin Ermeni vatandaşlarımız tarafından icrâ olunduğundan" [3] bahsetmekte ve böylece bu Türk müverrihi (!), nasıl bir tarihçi olduğunu ortaya koymaktadır.

    Tarihimize "Bomba Hadisesi" diye geçen bu meşhur suikast olayı, bütün teferruatlarıyla devrin mâbeyn başkâtibi Tahsin Paşa'nın hâtıratında yer almıştır. Tahsin Paşa'nın yazdıklarına göre Belçikalı meşhur anarşist (terörist) Jorris, bilâhare yakalanmış, yapılan tahkikatta her şeyi itiraf edip idama mahkûm olmuşsa da, Abdülhamid Hân, bu meşhur anarşisti affetmiş, kendisiyle görüşüp 500 altın harcırah ihsan ederek onu Avrupa'ya göndermiş ve böylece bu beyynelmilel anarşist, Yıldız istihbarat Teşkilatına alınarak mühim hizmetler görmüştür.[2]

    Ermeni komitacıların faaliyetleri, "Bomba Hadisesi"nden sonra da devam edip günümüze kadar gelmiştir. Santa Barbara'da iki hâriciyemizi şehit eden Ermeni'nin sözleri, komitacıların bugünkü faaliyetini izaha kafi değil midir? [1]
    Tümünü Göster
    ···
  17. 292.
    0
    Bilinmiyosa sen nerden biliyon mk
    ···
  18. 293.
    0
    ilk Denizaltı

    1719 yılında Sultan III. Ahmed Hân, şehzâdeleriyle istanbul'dan 5000 fakir çocuğu sünnet ettirmişti. Bu vesileyle istanbul'da 15 gün 15 gece şenlikler yapılmış, halkın yüzü gülmüştü. Bu şenliklerde bütün halka yemekler verilmiş, herkese hediyeler dağıtılmıştı. Osmanlı tarihindeki sünnet düğünlerinin en muhteşemi olarak bilinen bu düğünde sanatkârlar ve esnaf da olanca hünerlerini göstermişti. Bu gösterilerden biri vardı ki anlatmaya değer:

    Düğünün son günlerinden bir gün, Pâdişah, Aynalıkavak Kasrı'ndaydı. Herkes, kayıklarla Haliç'e dökülmüştü. Denizin yüzü, kayıklarla örtülmüştü. Kürekleri kımıldatmanın imkânı yoktu. Gemilerin üzeri de mahşer gibiydi. Bu gösteride, Mimarbaşı ibrâhim Ağa'nın yaptığı gemi büyüklüğündeki bir timsah modeli, üst çenesini açıp kapayarak yarım saat kadar deniz yüzünde dolaştıktan sonra denize daldı. Zevkle seyredilen bu gösteri çok da takdir toplamıştı. Fakat o da ne? Bir saat sonra battığı yerden tekrar deniz yüzüne çıkınca, takdirler bu sefer hayrete dönüştü.

    Timsah ağzını açıp durdu, ağzından rengarenk kıyâfetli beş tane çocuk çıkıp oynamaya başladı. Mimarbaşının bu timsahı dünyanın bundan üç asır kadar önce tecrübe edilmiş ilk denizaltı gemisi sayılmaktadır.[1]
    Bu olay Seyyid Vehbî'nin “Sûr-nâme'-i Hümâyûn” adlı kitabında geniş bir şekilde yazılmıştır. Mîmar-başı ibrâhim Efendi'nin yaptığı bu timsah, aslında Avrupalıların bize yıllardır “kendi icatları” diye yutturmaya çalıştıkları, bizim de inanıp bugüne kadar öyle olduğunu zannettiğimiz; bütün ayrıntılarıyla tasarlanmış ilk Türk “denizaltı”sıydı!.. Dünyânın timsah sûretindeki bu ilk “denizaltı”sı kimi zaman “deryâ”nın derinliklerine dalıyor, kimi zaman denizin üzerinde duruyordu.[2]
    ···
  19. 294.
    0
    Arap-israil Savaşları, 20. yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu bölgesinde yaşanan savaşları dizisidir. II. Dünya Savaşı'nın bitmesinin ardından kurulan israil ile çevresindeki Arap Devletleri (başlıca Mısır, Suriye, Ürdün ve Filistin) arasında yapılmıştır. Bu savaşların sonucunda doğan Filistin Sorunu, hâlâ çözülememiş ve günümüze kadar gelmiştir.

    Bu savaşlardan başlıcaları şunlardır:

    1948 Arap-israil Savaşı
    1956 Süveyş Krizi
    1967 Altı Gün Savaşı
    1973 Yom Kippur (Ramazan) Savaşı
    Lübnan sorunu
    2006 israil-Lübnan Krizi
    2008-2009 israil-Gazze çatışması [1]
    israil Devleti'nin Kuruluşu

    Orta doğu... Modern zamanlarda çok önemli değişiklikler geçirmiş, eski ve köklü coğrafya... Bernard Lewis'in ifadesiyle, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ortadoğu'da iki buçuk devlet vardı; Osmanlı, iran ve yarım olan Mısır. Dünya savaşı sonrasında ise bu iki buçuk devletin yerini irili ufaklı birçok devlet aldı. Özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu'da birçok Arap devlet kuruldu. Bu devletlerin çoğu, ingiliz mandasından kurtuluyorlardı. Ancak yeni oluşan bu Arap devletlerin temel sorunu, Filistin meselesiydi. Diğer taraftan bu Arap devletlerin dış politikaları da farklıydı. Soğuk savaş sırasında Sovyetler'in Orta Doğu'ya sızmasına pek dikkat edilmemişti. Ancak israil'in kurulması, Arap dünyasını derinden etkilemişti.[2]

    I. Dünya Savaşı sonunda ingiltere'nin mandasına verilen Filistin, Yahudilerle Araplar arasındaki çatışmalar yüzünden ingiltere'nin başına dert olmuştu. iki savaş arası dönemde ingiltere'nin Araplarla Yahudileri uzlaştırmak için harcadığı çabalar, bir netice vermediği gibi; Filistin topraklarını bu iki millet arasında taksim etmek istemesi de bir çözüme ulaşmadı.

    Ne var ki ingiltere, Filistin'de ki durumun daha kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında, Filistin'e yapılacak Yahudi göçlerini sınırladı. Fakat bu sefer Avrupa'nın çeşitli yerlerinden Yahudiler, Filistin'e kaçak olarak girmeye başladılar. Bu kaçak göçleri "Haganah" adlı gizli bir teşkilat organize ediyordu. Filistin'deki ingiliz kuvvetleri, bu kaçak göçleri önlemeye çalışınca ingiliz askerleri ile Yahudiler arasında silahlı çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda "Irgun" adlı Yahudi tedhiş teşkilatı, aktif bir rol oynamaktaydı.[3]

    Filistin'de faaliyette bulunan Yahudi terör örgütleri Haganah, Hürriyet mücahitleri, Lohmei ve Sternistler'di. Bu örgütler, birleşmiyor; ama işbirliği içinde davranıyorlardı. 31 Ekim'i 1 Kasım'a bağlayan gece, bu üç terör örgütünün işbirliğiyle Filistin'deki petrol rafinerilerine ve demir yollarına sabotaj yapıldı. Hayfa Limanı'nda, Yahudi göçlerini kontrol eden bir ingiliz polis botu, batırıldı. Artık ingiltere'nin sabrı taşmıştı. Ancak ingiltere'nin karşısında bir sorun vardı: Amerika... Amerika, başından beri Yahudileri destelemiş ve ingiltere'ye bu konuda baskı yapmıştı.

    ingiltere,1945 yılında Filistin'de 50.000 asker bulunduruyordu. Terör olaylarının artması sonucu, 1945 yılının sonunda bu sayı 80.000'e,1947 yılında ise 100.000'e çıkarıldı. Bütün bu olanlara rağmen ingiltere, ABD yüzünden gereken sertliği gösteremiyordu... ingiltere'nin bütün tedbirlerine rağmen, Yahudi ajansının Avrupa'daki teşkilatı MOSSAD, 1945 ve 1948 yılları arasında yaklaşık 70.000 Yahudiyi kaçak olarak göç ettirdi. Bu şartlar altında ingiltere, meseleyi Birleşmiş Milletler'e zütürecekti.

    Mart 1945'te Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, Yemen ve henüz ingiliz mandası altındaki Ürdün, Arap Devletler Birliği'ni kurmuşlardı. Hedefleri, antlaşmaları iptal ettirerek bölgedeki yabancı varlığını sona erdirmekti. Bu sırada Türkiye ise barış yanlısı bir tutum sergiliyordu. Fransız askerleri, Suriye ve Lübnan'dan çıkarken Ürdün'ü tanıdıklarını açıklıyorlardı.

    ingiltere, 1947 senesinin Nisan'ında Filistin meselesini BM genel kuruluna zütürdü. Yapılan müzakerelerde Türkiye'nin tavrı, Arapların yanında yer almaktı. Sonunda Filistin'i Araplarla Yahudiler arasında taksim eden plan, 27 Kasım 1947'de Genel Kurul'da oylandı. Bu karara göre Filistin'de kurulacak, Yahudi ve Arap devletleri arasında ekonomik işbirliği sağlanacak, Kudüs ise devletler arası statü kazanacaktı. Türkiye, plan aleyhine oy veren 13 ülkeden biriydi. SSCB'nin ABD ile taksim lehine oy vermesine Araplar büyük tepki vermişti. Hatta Araplar, bu günü ulusal matem günü ilan ettiler. Genel Kurul'da kabul edilen bu taksim, her iki tarafı da tatmin etmemişti.Şiddet olayları giderek tırmanıyordu... [2]

    Birleşmiş Milletler'in kararı üzerine ingiltere, yaptığı bir açıklamada, 15 Mayıs'1948 den itibaren Filistin'de ki bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etti ve Nisan 1948 den itibaren kuvvetlerini çekmeye başladı. Bu çekme işinin tamamlanmasından bir gün önce de, David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv'de toplanan Yahudi Milli Konseyi, israil Devleti'nin kuruluşunu ilan etti.[3] Bunun hemen ardından ABD ve ertesi gün de Sovyetler Birliği, israil'i tanıdığını açıkladı. Bu gelişmelerin öncesinde ise ingiliz birlikleri, bölgeyi terk etmeye başlamışlardı bile.[4]
    Tümünü Göster
    ···
  20. 295.
    0
    1. Arap-israil Savaşı (1948-1949)

    14 Mayıs 1948'de, israil Devleti'nin kurulmasından hemen birkaç saat sonra genel bir Arap taarruzu ve dolayısıyla Arap-israil Savaşı başladı. Gerilla mücâdelesi şeklinde başlayan savaş, Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan'ın da katılmasıyla büyümüş ve sekiz ay kadar devam ettikten sonra 7 Ocak 1949'da Rodos Adası'nda imzalanan ateşkes anlaşmasıyla son bulmuştur.[5]

    Mısır, Irak, Lübnan, Suriye ve Ürdün orduları, israil'e operasyonlar yapmaya başladılar. Sayı bakımından üstün olmasına rağmen Arap devletleri, diplomatik olarak çöküntü içindeydiler. Özellikle savaş stratejisinin olmaması, Arap devletlerini çok uğraştıracaktı. israil ise henüz bir düzenli ordu kuramamıştı. Silahlarını Çekoslovakya'dan getirtiyorlardı. Ayrıca dış politikada ABD ve SSCB'yi arkalarına almışlardı. Diplomatik süreçte israil'e sorun çıkarabilecek tek ülke vardı: ingiltere. Ancak onlar da tüm askerlerini aylar öncesinden çekmişlerdi.

    Arap orduları, Mısır Kralı Faruk ve Ürdün Kralı Abdullah tarafından komuta ediliyordu. Ancak bu iki kralın da stratejileri farklıydı. Bu nedenle komuta sorununu çözmek için Amman yakınlarında bir araya geldiler..

    Mısır, stratejik öneme sahip Gazze şeridini işgal etmişti. Kral Abdullah, dinî ve siyâsî öneme sahip Eski Kudüs'ü işgal ederken; israil, Jaffa, Galiee ve Nazarreth'i almıştı.O sırada Mısır ordusu, Negev'i alarak israil ile bağlantısını kesti. Kral Abdullah'ın ordusu, Doğu Kudüs'ü ele geçirmiş; ama daha ileri gidememişti. Ancak Arap ordusu, kısa sürede yorulmuştu. israil ordusu, harekete geçti. Kısa sürede ilerleyen israil, güneyi ele geçirdi. Hatta Süveyş'e inmek bile istemişti. Ancak ingiliz ordularının Süveyş'te bulunduğu haberi, onları durdurmaya yetti.[2]

    Bu savaşta Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri, üç yönden saldırıya geçerek önemli ilerlemeler kaydettiler. Ancak Batılı güçlerin israil'i desteklemesi üzerine savaş, Arapların aleyhine dönüştü. Ayrıca israil, savaş sırasında Sovyetler Birliği'nden de önemli oranda yardım aldı.[4] işin ilginç tarafı, Amerika, yeni israil devletini 14 Mayıs günü tanıdığı halde, Sovyet Rusya, Arap-israil savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. Yani Sovyetler, açıkça Araplar'a karşı cephe almış oluyorlardı. Kaldı ki, bununla da yetinmediler. ingiltere ve Amerika, savaş çıkar çıkmaz Filistin kıyılarını abluka altına alıp, Filistin'e silah sevkıyatına ambargo koydukları halde; Sovyetler, kurdukları bir hava köprüsü vasıtası ile Çekoslovakya'dan Yahudilere hafif toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı.[6]

    israil, Sovyetler'den gelen uçaklarla Ürdün ve Suriye'nin başkentlerine saldırdı ve bu saldırılarda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. israil, savaş sonunda 1947'de taksim planı ile elde ettiği V'lık Filistin toprağını % 78'e çıkardı. Yahudi zulmü altında yaşamak istemeyen 700.000 Filistinli, evlerini terk etmek zorunda kalarak komşu ülkelere veya Arapların yoğun olduğu bölgelere sığındılar. Yurtlarını terk eden Filistinlilerden 250.000'i, Gazze'ye yerleştirildi. Filistinlilerin başka ülkelere göçü ve Yahudilerin Filistin'de gün geçtikçe artan nüfusu, demografik yapının bölgenin asıl yerleşik halkı olan Araplar aleyhine dönüşmesine neden oldu ve bugüne kadar süregelen Filistinli mülteciler sorunu başladı.[4]

    Arap - israil savaşı bir yıl kadar sürdü, israil'in ancak 75.000 kişilik muntazam bir ordusu olmasına ve beş Arap devletinin saldırısına uğramasına rağmen, Araplar her yerde ağır yenilgiye uğradılar. içlerinde en iyi dövüşeni, Ürdün ordusu oldu.

    Savaş çıktığı andan itibaren Birleşmiş Milletler de bir ateşkes sağlamak için taraflar arasında aracılık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların beceriksizliği ve yenilgileri de eklenince, Arap ülkeleri için israil ateşkes imzalamaktan başka çare kalmadı. israil Mısır ateşkes anlaşması, 24 Şubat 1949'da Rodos'ta, israil- Lübnan ateşkes anlaşması 23 Mart 1949 da Ras-en-Nakura'da, israil-Ürdün ateşkesi 3 Nisan 1949'da Rodos'ta ve israil-Suriye ateşkesi de 20 Temmuz 1949 da Manahayim'de imzalandı. Irak'ın israil ile sınırı olmadığı için herhangi bir ateşkes anlaşması imzalaması da söz konusu olmadı.[6]

    Filistin'i kurtarma amacıyla savaşa girmiş olan Ürdün, Batı Şeria'ya; Mısır da Gazze Şeridi'ne asker yığdı. Sina'nın büyük bir kısmı, israil'in işgâli altında kaldı. Kudüs'ün kontrolü ise, batıda israil, doğuda Ürdün arasında bölündü.

    1948 savaşı sonrasında savaşa katılan Arap ülkelerinde siyâsî rejim değişikliğine varan karışıklıklar yaşandı. En önemli değişiklik, Mısır'da gerçekleşti. Mısır'da Kral Faruk bir darbe ile tahttan indirilerek yerine General Necib getirildi.

    Savaştan en karlı çıkan taraf, israil oldu. 1914'te 85.000, 1943'te 539.000 , 1946'da 608.000, 1947'de 650.000 olan Filistin'deki Yahudi nüfusu, savaş sonrası anlaşmaların imzalandığı 1949 yılında 758.000'e ulaştı. Ürdün de israil'den sonra en çok toprak kazanan ülke oldu.[4]

    Savaş bitmişti; ama etkisi ve uzantıları, etkin bir biçimde sürüyordu. Özellikle Kral Abdullah'ın Arap Devletler Birliği'ndeki sert çıkışları, Arap devletleri arasında gerginliğe yol açmıştı. Arap devletler arasında en büyük askerî güce sahip Mısır ve Ürdün, otorite savaşına başlamışlardı. Arap Devletler Birliği, şimdiki Filistin'de yeni bir devlet kurulmasını isterken Kral Abdullah ise arta kalan israil'den arta kalan toprakların Ürdün'e katılmasını istiyordu.

    Birleşmiş Devletler ise çok daha farklı bir konuyla, Kudüs'ün tarafsız kalması için uğraşıyordu. Kudüs'teki israil ordusunun şehri boşaltmasını istiyorlardı. Bazı Arap devletleri de bu teklifi destekliyordu. Kral Abdullah için, Kudüs ve kentteki önemli camileri kontrol alında tutması, Filistin'de konumunu sağlamlaştırmak için şarttı. Her şeye rağmen Arap Devletler Birliği, 1949 yılının Ekim'inde yaptıkları bir açıklamayla Kudüs'ün tarafsız kalmasına karşı çıkıyorlardı. Bu geçen sürede Kral Abdullah, garip diplomatik açılımlara başlamıştı. israil ile yakınlaşan Kral Abdullah, özellikle Mısır ile zıtlaşmaya başladı. israil ile anlaşarak Gazze'ye bir hat çekilmesini dahi teklif eden Kral Abdullah, Mısır'da çıkan bir gazete tarafından Arapların ve islam'ın düşmanı olarak gösteriliyordu.[2]

    israil, Arap ülkelerinin tepkisine rağmen 23 Ocak 1950'de Kudüs'ü başkent ilan etti. Bunun üzerine Arap ülkeleri, israil ile ateşkes anlaşması imzalamış olmalarına rağmen barış anlaşması yapmaya yanaşmadılar. 17 Haziran 1950'de aralarında askerî ittifaklar yaptılar. Diğer yandan Batılı güçlerin Araplara ambargo uygularken, israil'i desteklemeleri, gerginliği iyice arttırdı. 25 Mayıs 1950'de ABD, ingiltere ve Fransa tarafından "Üçlü Bildiri" ilan edildi. Söz konusu bildiri, "Ortadoğu'da güven ve istikrar uğruna çalışan Batılı bir ülke" oluşu itibariyle israil'in himayesini ve korunmasını kapsamaktaydı. Bu, Batılı devletlerin israil'in bölgede gerçekleştirdiği bütün eylemlerin ardında olduğunu ve gerektiğinde israil'i desteklemekten geri kalmayacaklarını açıkça deklare eden bir durumdu.[7]

    Kral Abdullah, 20 Temmuz 1951'de, Kudüs'teki El-Aksa Camii'nde suikaste kurban gidiyordu. Tahta geçen oğlu Hüseyin, 11 Ağustos 1952'de kral olduğunda; Ürdün'ün nüfusunun üçte ikisi, kaçak Filistinlilerden oluşuyordu. Bu Filistinliler, Ürdün ekonomisini birkaç yıl içinde paramparça edip israil'in Ortadoğu'nun lideri haline gelmesini sağlayacaklardı...
    Tümünü Göster
    ···