/i/Tarih

''Tarih bir meslektir, bir hobi, gevezelik, anekdot ya da asparagas değildir.'' (Pierre Goubert)
    başlık yok! burası bom boş!
  1. 226.
    0
    Faydalı
    ···
  2. 227.
    +2
    devamı gelir isterseniz
    ···
  3. 228.
    0
    Bu linki kaydediyorum
    ···
  4. 229.
    0
    Reserved
    ···
  5. 230.
    0
    Nick6 girdim pampa
    ···
  6. 231.
    0
    Bilinmiyosa sen nerden biliyon lan bin
    ···
  7. 232.
    0
    rezervasyon
    ···
  8. 233.
    0
    Yararlı okuyun bilgilenin amk
    ···
  9. 234.
    0
    Rezzzzzzzz
    ···
  10. 235.
    0
    rezervuar
    ···
  11. 236.
    0
    Rezervasyon
    ···
  12. 237.
    0
    Rezervasyon
    ···
  13. 238.
    0
    Am-Duat Kitabı

    Güneş Tanrısı, Khepri olarak bilinen skarabe şeklinde yeniden doğmak için yeraltı dünyasına yolculuğunu 12 sahne halinde gerçekleştirir. Yolculuğunun başında Batı Ufku’nda bulunan Güneş Tanrısı, takip edeceği Wernes nehrine yaklaşmaktadır. Bir önsözde bu derlemenin özündeki büyülü gücü vurguladığı açıkça ifade edilmiştir:

    "Yeraltında olanların gücünü bilmek. Onların eylemlerinin gücünü; Ra’nın kutsal ritüellerini, gizli dinamizmi, saatleri ve tanrıları, Yüce Tanrı’nın geçtiği geçitleri ve yolları, güçlüyü ve yok olanı bilmek... "

    Ra, yolculuğuna Duat’ın ilk sahnesinden [1] başlar ve bir tapınakta koç başlı tanrı olarak tasvir edilerek "beden" olarak adlandırılır. Bu, yolculuğunun sonunda Khepri’ye dönüşecek olan Ra’nın yeraltındaki karakterini vurgular. Yolculuğu boyunca geminin başındaki "Yolu açan" ve "Akıl" adlı iki tanrı, güneş kursu ve inek boynuzu takmış "Geminin Hanımı" denen tanrıça, şahin başlı ilah Horus, kürekleri çekmekle görevli "Hakikat Boğası", "Tetikçi", "irade" ve "Geminin Rehberi" adlı dört tanrı, gemide kendisine eşlik etmektedir.

    Ra’nın her iki tarafında ona yardımcı olan ilâhî yaratıklar vardır. Örneğin ona kapıları açan ve yeraltına girişi sırasında şarkılar söyleyen 9’ar babundan oluşan iki grup ve karanlığı aydınlatan 12 yılan tanrıça bulunmaktadır.

    Gecenin 2. saatine ulaştığında Ra, Wernes bölgesinin tanrılarına toprak haklarını verir. 3. saate girdiğinde Osiris’e "irade" ve "Akıl"ı vererek ona karar verme ve eyleme geçme yeteneği kazandırır.

    4. sahnede Ra’nın karşısına iki açık kapısı olan eğimli bir yol çıkar. Burada insan kafasına sahip 4 ayaklı yılanlar ve 3 yılan başlı ve 2 kanatlı muhafız yılanlar bulunmaktadır. Bu yılanların Ra ve yanındakilere zarar vermediğini, aç olmadıklarını şu büyülü sözlerden anlamaktayız:

    "Onlar, O’nun (Ra’nın) nefesiyle hayat bulmuştu."

    ya da

    "Onlar, yol gösteren tanrıların sesleriyle yaşamaktaydı."


    Bu geçit, "Ro-Setau" ya da "Geçitler Kapısı" olarak bilinen girişten yeraltı dünyasına gidişi sağlayan yoldu. Bu rotanın üzerinde Memfis nekropolünün tanrısı Sokar ile Osiris’in mezarı bulunmaktaydı.

    5. saatte Ra, yeniden dirilme tasvirleriyle dolu hayati bir aşamaya ulaşır. Bu sahnede güneş gemisi, bir dağa doğru itilir ve bu dağın tepesinde Sokar’ın ülkesinin üzerine doğan "isis’in Bedeni" olarak adlandırılan bir baş yükselir. Ra, dağın iç kısmına çekilir. Buranın girişini ağızlarından alev püskürten 4 baş korumaktadır.

    iki başlı cesur yeryüzü tanrısı Aker’in arkasında bir kum tepesi bulunmaktadır. Bu kum tepesinden bir ucunda insan başı, diğer ucunda 3 yılan başı olan bir yılanın sırtından şahin başlı Sokar yükselir. Sokar, yeraltındaki Ra’nın kadim zamandaki şeklinin tezahürüdür ve Güneş Tanrısı’nın yukarı geçişini tasvir eder. Tasvirin üst kısmında çöldeki bir dağdan çıkıp gelen ve Sokar’ın ağzındaki çekme ipini tutan skarabe bulunmaktadır.

    Osiris’in çöldeki mezarını temsil eden bu dağın her iki tarafı, çaylak tasvirindeki isis ve Neftis tarafından korunmaktadır. Güneş Tanrısı, skarabe Khepri olarak "Gece" denen dağdan yeniden doğarak yine ölümün üstesinden gelmiştir. Bu, Mısırlı din âlimlerinin yaşam ve ölümün, birinin diğerini baskı altına almadığı, sürekli bir döngü içinde olduğu inancının tasviridir. Söz konusu dağ tasvirinde Güneş Tanrısı Osiris’i bedenine girmiştir; fakat ölüme mahkûm olmamıştır.

    6. saatte Ra’nın gemisi, elinde kutsal ibis kuşuyla bir babun şeklinde oturmakta olan tanrı Thoth’un önünde durur. Thoth’un amacı, tarlaların içinde tanrılar ve Yukarı Mısır ile Aşağı Mısır için bir şehir bulmaktır. Burada tek başlı bir yılan tarafından sarılmış haldeki Khepri de tasvir edilmiştir. Güneş Tanrısı, kendi tezahürünü yeraltı dünyasındaki bir ölü olarak ziyaret etmektedir. Bu, muhtemelen mantığa aykırı gelecektir. Bu nedenle Kristensen adlı Hollandalı bir bilim insanının Mısırlıların yaşam ve ölüm süreçleri üzerine düşüncelerine açıklık getirebilecek sentezinden birkaç cümleye yer verelim: [2]

    "... Yaşayan ve gelişen her şey, farklı yapılardaki faktörlerin açıklanamayan ve tamamen gizemli işbirliğinin bir ürünüdür. Yaşam ve ölüm, birbiriyle uzlaşamayan karşıt gerçekliklerdir. Yine de sonsuz yaşamı birlikte var ederler. Biri, diğerine baskı kurmaz. ikisi, birbirini var eder. Evrensel yaşam, ölüm ve yaşamın birlikteliğidir. Bu yaşamda çatışan güçler uzlaşır ve kendi bağımsızlıklarından vazgeçerler. Güneş battığı zaman ölmez. Yaşdıbının gizli kaynağına ulaşır. Kaynağı olan Khepri’ye dönüşür ya da ulaşır. Ama her var oluş, ölümden gelir ve böylece potansiyel yaşama dönüşür. Karanlık, ışığın beşiğidir. Güneş, doğmak için enerjisini bu karanlıktan alır. Mutlak yaşamın mekânı, ölümün hükümdarlığındadır." [3][4]

    Ra’nın yolculuğunun 7. saatinde de oldukça şiddetli sahneler yaşanır. Bu sahnede "Osiris’in Bedeni" olarak adlandırılan ve kendisini saran bir yılan tarafından korunan bir tanrıdan söz edilir. Bıçak savurarak düşmanlarının kafasını kesen kedi kulaklı bir ilâhî varlık ile isyancıları bir halatla hapis tutan "Cezalandırıcı" adlı başka bir varlığın önünde durmaktadır.
    Tümünü Göster
    ···
  14. 239.
    0
    Osiris’in düşmanları yakalanır ve yok edilir. Sonra Güneş gemisindeki Ra’nın önünde baş düşmanı Apophis’in yok edildiği sahne gelir. Apophis, yokluğun gücünü simgeleyen Güneş Tanrısı’nı yutmak istemesinden dolayı onun için daima tehdit unsuru olan devasa bir yılandır. Her ne kadar yenilmez olsa da, kraliyet mezarlarının duvarlarındaki çizimlerde, Güneş Tanrısı yakınlarındayken bile büyüyle yok edildiğini ya da yenildiğini gösteren tasvirlere rastlarız. Yılan Apophis, bu tasvirde 240 metreye kadar uzanmaktadır. Akrep tanrıça Serket ile "Bıçakların Efendisi" olarak adlandırılan tanrı, Apophis’in başını ve kuyruğunu tutmakta, başı ile bedenini bıçak darbeleriyle delmektedir.

    Ra, 8. saatte insan başlı ve içinden bıçak çıkan bir kutuya bağlı, gücünün simgesi 9 değnek tarafından çekilir. Bu simgeler, Ra’nın düşmanlarını yok etmektedir. Etraflarında tanrıların keten kıyafetlerle gösterildiği kapılı bölümler bulunur. Bu figürlerden bazıları mumya şeklinde, bazıları oturmuş vaziyette insan başlı; diğerleri boğa, keçi, fare, firavun faresi, timsah ve su aygırı başlı; geriye kalanlarsa kobra biçimindedir. Güneş Tanrısı, onların mağaralarından geçerken çağrısına erkek kedilerin, Nil’e dökülen çağlayanların ya da kuşların sesine benzer çığlıklarla karşılık verirler.

    9. Saatte Ra, Osiris’in koruyuculuğunu yapan ve "katlettiklerinin kanlarının içinde yaşayan", ağızlarından ateş çıkaran 12 kobrayla karşılaşır. Ra, aynı zamanda ağaçları ve bitkileri oymakla sorumlu, ellerinde hurma dalından yapılmış asalar taşıyan tanrıların da yanından geçer.

    10. saate Ra’nın seher vaktindeki yeniden doğuşunun yakınlaştığına dair işaretler belirir. Skarabe, Ra’nın Doğu Ufku’nda yeniden doğacağı yumurtayı elinde tutar ve gökyüzüne fırlatılmak üzere iki Güneş kursu hazır bekletilir. Güneş gemisinin ön kısmında Doğu Ufku’na giden yolun güvenliğini kontrol etmekle görevli 12 tanrıdan oluşan silahlı bir grup bulunur. Ra, emrini verir:

    "Oklarınızı yerleştirin. Nişan alın ve yayı çekin. Geçidin karanlıklarında pusu kurmuş düşmanlarımı cezalandırın!"

    11. saat, her birine bir tanrıçanın alevler püskürttüğü çukurlara söz konusu düşmanların atılışını tasvir eder. Bu düşmanlar, zincirli tutsaklar, parçalanmış ruhlar, gölgeler ve kesilmiş kafalar olarak resmedilmiştir. Diğerlerinden daha geniş 6. ateş çukurunda baş aşağı sarkıtılmış 4 isyancıya yer verilmiştir. Bu toplu katliam sırasında Horus, bir konuşma yapar:

    "... Siz düşmanlar, bu alev çukuruna atılacak ve kaçamayacaksınız! O’nun bıçakları, bedeninizde yaralar açacak. O, boğazınızı kesecek ve sizi parçalara ayıracak. Sizler, yeryüzünde yaşayanları asla göremeyeceksiniz!"

    Artık 12. saat gelmiş ve Güneş Tanrısı, yolculuğunun sonuna ulaşmıştır. Burada Güneş Tanrısı, gemisiyle dev bir yılanın kuyruğundan içeri çekilir ve skarabe Khepri olarak yılanın ağzından geri doğar. Ra, bu haliyle, kollayla yeraltı dünyasını mühürleyen Hava tanrısı Shu’nun başının üzerinde oturur. Ardından gündüz gemisiyle doğudan yol alarak Nut’un bacaklarının arasında parıldar.[2]
    Tümünü Göster
    ···
  15. 240.
    0
    Ölüler Şehri (Ölüler Kenti)

    City of the Dead

    Kahire Kalesi'ne giden yol üzerinde şehir dışında yer alan eski bir Memluk kendi. Her ne kadar adına ölüler kenti dense de bu evlerde 500 bin kişinin yaşadığı tahmin ediliyor. [1]

    Son 150 yılda Kahire'nin (Arapça: Al-Qāhira - "galip") nüfusu büyük ve hızlı bir artış gösterdi. Dolayısıyla kent sınırları her yönde genişlemeye ve farklı nitelikte yeni yaşam alanları yaratmaya başladı. Kahire'nin doğusunda, Ortaçağ'dan beri önemini koruyan El-Ezher Camisi'nin ve Üniversitesi'nin çekirdeğini oluşturduğu islâmî merkez yer alır. Ancak kentin kontrolsüz gelişimi bu dini çekirdeği aşarak Kahire'nin eski mezarlıklarına yönelmiştir. Bugün burada, Kahirelilerin sadece "Arafa", yani mezarlık, yabancıların ise "Ölüler Kenti" diye isimlendirdiği, ilk başta fikrine alışması bile zor gelen bir çeşit gecekondu bölgesi yer almaktadır.

    Kahire'nin islâmî merkezinden güneydoğuya uzanan ve aradaki Salah Salem Caddesi ile ayrılan Ölüler Kenti, birkaç kilometre boyunca devam eden geniş bir alanı kaplar ve bugünkü nüfusu 250 binin üzerindedir. Ölüler Kenti'nin sakinleri kentin hemen her yerinden savrulan aşırı yoksullar, evsizler ve ayrıca Mısır'ın farklı kırsal bölgelerinden kente göç edenlerden oluşur. Bunların çoğu kalabalık aileleriyle beraber buraya gelip yerleşmiş ve yeni bir kentli topluluk oluşturmuşlardır. Bugünse çoğu turistin şaşkınlıkla anlattığı gibi berberi, bakkalı, okulları, elektriği, suyu ve hatta belediye otobüsleri olan, yaşayan bir mezar kent durumundadır.

    Kahire'nin eski mezar geleneği, birçok kültürden farklı olarak ölünün konduğu mezarla beraber birbirine bitişik iki oda ve çevresi duvarla çevrili açık bir avludan oluşur. Bu yapı, ölünün yakınlarının özel günlerde geceyi de geçirmelerine imkan verecek uzun süreli tören ve ziyaretleri için yapılmıştır. Bu binaların birçoğu, ölüyü olduğu kadar diriyi de konforlu bir şekilde konuk edecek kadar havadar ve aydınlıktır. Yüzyıllar boyunca bu büyük mezarlık alanda küçük bir topluluk yaşamıştır. Bunlar bekçiler, gömücüler, mezar taşçıları ve Kuran okuyucular gibi ölüye ait işleri yürüten işçilerdir. Kanun kaçakları da burayı saklanmak için zaman zaman kullanmıştır.

    1930'lardan itibaren ise kentin diğer yerlerinde ucuz konut bulamayan farklı gruplar bu bölgeye yerleşmeye başlamıştır. Hem varolan eski mozole ve mezarlara yerleşerek, hem de bunların duvarlarına bitişik yeni evler yaparak burayı dönüştürmeye başlayan yeni sakinler, Ölüler Kenti'ni çoğu Kahirelinin olağan karşıladığı bir gecekondu semtine dönüştürmüştür. Zaman içinde kamusal hizmetlerden faydalanan, okulları, otobüs hatları, hatta polis istasyonu olan Ölüler Kenti, bugün olağan kent yaşdıbını sürdürmektedir. Hatta uluslararası standartlara göre bir gecekondu bölgesi olarak nitelendirilse de bu yaşayan mezar kentin, Kahire'nin diğer gecekondu bölgelerinden çok daha nitelikli yaşam çevresine sahip olduğu da iddia edilmektedir.[2]

    Gece gündüz yaşayan bu şehre isim olarak tezat düşen "Ölüler Şehri" ise Kahire'nin en ilginç bölgelerindendir. Aslında hayatın gerçeklerini en doğru yansıtan bölge olarak da adlandırabiliriz. Eski Memluk mezarlığının üstüne kurulmuş olan bu yerleşim birimi zaman içerisinde insanların yaşadığı kocaman bir kent haline gelmiş ve insanlar eski mezarların üstünde umarsızca yaşam mücadelelerini verir olmuşlar. Ölümle yaşamın bu denli iç içe bulunduğu bu yerde yaklaşık 500 bin kişinin yaşadığı belirtiliyor [3]

    City of the Dead

    Mısır'da ölüler bizdekinin tersine toprağa gömülmüyor, inşa edilen mezar evlerde defin ediliyor. Onların ölülerini toprağa gömmemelerinin nedeni zeminin kum olması. Kum zemin sürekli kaydığı için onlar da buna önlem olarak iki katlı mezar evler inşa etmiş. Aile kabristanları işte bu mezar evler. Her ailenin bir mezar evi var. Ölüler bu evlerin alt katına gömülüyor. Üst katları ise boş bırakılıyor. Bu boş bırakılan odalarda Kahire'nin yoksul kesimi yaşıyor

    Aslında bu mezarlıkların kaldırılması için tartışmalar yıllardır sürüyor. Hükümet bu evlerin yerine dörder katlı, modern binalar yapılması planlanıyor. Ölümle yaşamın bu denli iç içe bulunduğu bu yerde turizm gelirleri halkın direncinin en büyük nedeni... Hükümet mezarları çöle taşımak istiyor ama halk buna karşı çıkıyor..

    Mısırlı çocuklar ilginç bir tartışmanın odağında büyüyorlar. içlerinde doğdukları evlerde bulunan mezarlıkların evlerden ayrılsın mı ayrılmasın mı? [1]
    Tümünü Göster
    ···
  16. 241.
    0
    Helal olsun
    ···
  17. 242.
    0
    Eski Mısır Bilginleri, Nükleer Enerjiyi Biliyorlar Mıydı?

    Dünyanın en büyük harikaları olan piramitler ve piramitlerin içinden çıkan eserler, elbette çok yüksek bir medeniyetin belgeleridir. Fakat mumyaların onları rahatsız edenlerden intikam almaları nasıl izah edilecek? O yüksek medeniyet, mumyalara intikam alma gücünü nasıl verdi? Bu soruya Oakbridge Atom Dairesi profesörlerinden Louis Bulganin cevap verdi ve bu cevap, bilim dünyasında çok geniş yankılar uyandırdı. Atom uzmanı Profesör Louis Bulganin, şöyle diyor;

    «Firavunlar devrinin bilginleri, nükleer enerjiyi biliyorlardı. Tutankhamon'un mezarı, atomla korunuyordu. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanmış bulunuyorum ki, piramitleri açanların, mumyaya dokunanların hepsi, bir atom tuzağına düşmüş bulunuyorlar. Mısırlı rahipler, uranyum tozunu piramidin içine serpiştirmiş ya da tabutların üzerine gizli bir usulle koyabilmişler. Böylece binlerce yıl sonra bile, firavunu rahatsız etmek isteyenlere kurtulamayacakları bir tuzak kurmuşlardır.»

    Profesörün bu açıklamasından sonra bilim adamları, mumyaların sırrını çözebilmek için konuyu bu açıdan ele aldılar ve daha ilk aşamada öteden beri kendi kendilerine sordukları bir sorunun da cevabını bulmuş oldular: Eski Mısırlıların aydınlatma aracı, neydi? Işığı nereden ve nasıl elde ediyorlardı?

    Piramitlerin Karanlık odalarının duvarlarında tavan ve tabanlarında öyle büyük ustalıkla ve incelikle yapılmış şekiller, renkler vardı ki, bunları yapmak, ancak gündüz gibi ışık veren bir lamba sayesinde mümkün olabilirdi. Bunlar, dışarıdan yapılıp içeriye sokulabilecek şeyler değildi. Demek ki karanlık odayı gündüz gibi aydınlatan bir enerjiye sahiptiler. Elektrik olmadığına göre, aydınlatma aracı olarak nükleer enerjiyi kullanmış olabilirler. Çünkü başka hiçbir yakıt, bu kadar ışık veremez.


    Öldürüyor; Ama Şifa Da Veriyorlar

    Mumyanın kendine dokunan meraklıları ölüme sürüklemesi, nasıl herkesi hayrete düşürüyorsa; ağır yaralıları, yanıkları, veremli olanları iyileştirmeleri de günümüz bilim adamlarını öylesine şaşkına çeviriyor. Gerçekten de mumyaların "öldürücü" oluşları yanında "şifa verici" özellikleri de var. Bunlar, abartılı söylentiler değil; bilim adamlarının ciddiyetle üzerinde durdukları konulardır.

    Tarih okumayı sevenler bilir: Eski Romalılar, zehirlemek istedikleri kimselerin yemeklerine mumyadan bir parçayı ufaltıp atarlardı. Bunu yiyenler, eğer ölürse günahkâr, ölmezse suçsuz sayılırdı.

    Prof. William O'Connel'in söylediklerine göre, mumyaların sargılarında bugünkü penisiline benzeyen kimyevî bir madde vardır. Şifayı veren bu olabilir. Ortaçağ'dan itibaren mumya parçaları, hastalara eritilerek şurup gibi verilmeye, mumyalı su ile banyo yapılmaya başlandı. Bu şekilde birçok hastalığın tedavi edilebileceği biliniyor. O zamandan kalma görenek olarak bugün bile mumya tozları, şifa veren ilaçlar gibi kullanılmaktadır. Bir hayli rağbet gördüğü için Mısır, mumya tozu yetiştiremez duruma düşmüş bulunuyor.

    Sonuç olarak; mumyalar, kendilerini rahatsız edenlerden intikam alsın ya da almasın; mumya tozları, hastalıkları iyileştirsin ya da iyileştirmesin; piramitler, piramitlerde bulunan heykellere kadar bir sanat, teknik ve tıp harikası sayılmaktadırlar.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  18. 243.
    0
    Eski Mısır Bilginleri, Nükleer Enerjiyi Biliyorlar Mıydı?

    Dünyanın en büyük harikaları olan piramitler ve piramitlerin içinden çıkan eserler, elbette çok yüksek bir medeniyetin belgeleridir. Fakat mumyaların onları rahatsız edenlerden intikam almaları nasıl izah edilecek? O yüksek medeniyet, mumyalara intikam alma gücünü nasıl verdi? Bu soruya Oakbridge Atom Dairesi profesörlerinden Louis Bulganin cevap verdi ve bu cevap, bilim dünyasında çok geniş yankılar uyandırdı. Atom uzmanı Profesör Louis Bulganin, şöyle diyor;

    «Firavunlar devrinin bilginleri, nükleer enerjiyi biliyorlardı. Tutankhamon'un mezarı, atomla korunuyordu. Hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde inanmış bulunuyorum ki, piramitleri açanların, mumyaya dokunanların hepsi, bir atom tuzağına düşmüş bulunuyorlar. Mısırlı rahipler, uranyum tozunu piramidin içine serpiştirmiş ya da tabutların üzerine gizli bir usulle koyabilmişler. Böylece binlerce yıl sonra bile, firavunu rahatsız etmek isteyenlere kurtulamayacakları bir tuzak kurmuşlardır.»

    Profesörün bu açıklamasından sonra bilim adamları, mumyaların sırrını çözebilmek için konuyu bu açıdan ele aldılar ve daha ilk aşamada öteden beri kendi kendilerine sordukları bir sorunun da cevabını bulmuş oldular: Eski Mısırlıların aydınlatma aracı, neydi? Işığı nereden ve nasıl elde ediyorlardı?

    Piramitlerin Karanlık odalarının duvarlarında tavan ve tabanlarında öyle büyük ustalıkla ve incelikle yapılmış şekiller, renkler vardı ki, bunları yapmak, ancak gündüz gibi ışık veren bir lamba sayesinde mümkün olabilirdi. Bunlar, dışarıdan yapılıp içeriye sokulabilecek şeyler değildi. Demek ki karanlık odayı gündüz gibi aydınlatan bir enerjiye sahiptiler. Elektrik olmadığına göre, aydınlatma aracı olarak nükleer enerjiyi kullanmış olabilirler. Çünkü başka hiçbir yakıt, bu kadar ışık veremez.


    Öldürüyor; Ama Şifa Da Veriyorlar

    Mumyanın kendine dokunan meraklıları ölüme sürüklemesi, nasıl herkesi hayrete düşürüyorsa; ağır yaralıları, yanıkları, veremli olanları iyileştirmeleri de günümüz bilim adamlarını öylesine şaşkına çeviriyor. Gerçekten de mumyaların "öldürücü" oluşları yanında "şifa verici" özellikleri de var. Bunlar, abartılı söylentiler değil; bilim adamlarının ciddiyetle üzerinde durdukları konulardır.

    Tarih okumayı sevenler bilir: Eski Romalılar, zehirlemek istedikleri kimselerin yemeklerine mumyadan bir parçayı ufaltıp atarlardı. Bunu yiyenler, eğer ölürse günahkâr, ölmezse suçsuz sayılırdı.

    Prof. William O'Connel'in söylediklerine göre, mumyaların sargılarında bugünkü penisiline benzeyen kimyevî bir madde vardır. Şifayı veren bu olabilir. Ortaçağ'dan itibaren mumya parçaları, hastalara eritilerek şurup gibi verilmeye, mumyalı su ile banyo yapılmaya başlandı. Bu şekilde birçok hastalığın tedavi edilebileceği biliniyor. O zamandan kalma görenek olarak bugün bile mumya tozları, şifa veren ilaçlar gibi kullanılmaktadır. Bir hayli rağbet gördüğü için Mısır, mumya tozu yetiştiremez duruma düşmüş bulunuyor.

    Sonuç olarak; mumyalar, kendilerini rahatsız edenlerden intikam alsın ya da almasın; mumya tozları, hastalıkları iyileştirsin ya da iyileştirmesin; piramitler, piramitlerde bulunan heykellere kadar bir sanat, teknik ve tıp harikası sayılmaktadırlar.[1]
    Tümünü Göster
    ···
  19. 244.
    0
    Ara not: “Kâ”, bir kişinin fizikî beden olarak doğan; fakat aynı zamanda ruhsal bir varlık olarak ölümü kendinde taşıyan bir insanın yaşam gücüdür. Bir Mısırolog, bu “Hayâlî Ada”nın gerçekten var olmuş olabileceğini öne sürmüştür. Bununla birlikte “Kâ”, ekmek, bira testileri, tütsü, keten eşyâlar ve hayvanlar gibi cansız tasvirlere gerçeklik kazandırabilen büyülü bir güç olduğu için, “Büyülü Ada”, muhtemelen yılanın kastettiği şeydir.

    Yılan, daha sonra, gemicinin arkadaşları gelip onu kurtarana dek adada 4 ay kalabileceğini, böylece evine dönüp kendi şehrinde öleceğini söyler. Çünkü cenâze törenlerinin doğru usullerle gerçekleştirildiği tek yer olmasından dolayı Mısır’da gömülmek oldukça önemlidir. Yılan, ayrıca denizcinin durumlar düzeldikten sonra sıkıntıdan kurtulup yaşadığı felaketin telafi olacağını belirtir.

    Ardından gemicinin yaşadıkları çerçevesinde yılan, kendi hikâyesini anlatır ve gemicinin kederini dağıtır. Hikâye anlatıcılarının yaklaşık 4000 yıl önce kullanmaya başladığı hikâye içinde hikâye anlatma yöntemi, Prenses Şehrazâd’ın “Binbir Gece Masalları”ndaki uydurma hikâyelerinin pek çoğuna temel oluşturur. Yılanın anlattığı hikâyeye göre, Büyülü Ada’da aslında 75 tane yılan bulunurmuş. Bir gece, diğer yılanların hepsi, düşen bir yıldızla ölmüş ve bu olay üzerine yılan, yıkılmış; fakat kısa sürede tekrar kendini toparlamıştır.

    Yılan, gemiciye aile yaşdıbının güzelliğinden bahseder. Bu hikâyeyi büyük bir dikkatle dinleyen denizci, yılanın kendisi gibi yabancılara çok cömert olduğunu söyler ve Mısır’a döndüğünde adaya kokulu yağlar ve mür göndereceğini belirtir. Bunun üzerine yılan, kahkahalar içinde adada gemicinin tahmininden daha değerli şeylerin bulunduğunu ifade eder. Kendisini Mısır’ın tütsü, çeşitli mal ve ürünler sağladığı Atbara Nehri civarındaki Ekvatoral bölge olan Punt’un Prensi olarak adlandırır. Üstelik gemici adayı terk ederse, Kızıldeniz’in dalgaları arasında kaybolacaktır.

    Eski Mısır, zürafa, maymun
    4 ay sonra, gemicinin arkadaşları bir gemiyle adaya doğru yaklaşır ve gemici, bir ağacın üzerinden onlara seslenir. Cömert yılan, gemiciyi mür, yağ, kokulu merhem, göz boyası, zürafa kuyruğu, fildişi, tazı, maymun ve babunlardan oluşan oldukça değerli hediyelerle birlikte gemiye ulaştırır. Teb’in Batı Kıyısı’nda, Kraliçe Hatşepsut’un Deyrü’l-Bahri’deki mezarının ve Vezir Rekmire’nin mezarının duvarlarına baktığınızda, bu tür ürünlerin Mısır’a güney ülkelerinden geldiğini anlayabilirsiniz. 2 ay sonra Kızıldeniz’den Nil Nehri’ne geçen denizci, kraliyet sarayına ulaşmış ve getirdiği malları teslim etmiştir. Firavun, denizciyi kölelerle ödüllendirmiş ve saray görevlisi olarak atamıştır.

    Temsilcinin üzücü başarısızlığının aksine gemicinin başarısındaki ironi, küçük düşürücüdür. Temsilci, kendi umutsuz durumu ile “Sabah kesilecek kaza, kuşluk vakti su vermenin anlamı yoktur.” sözü arasında bir benzetme yapar. Firavunun önüne çıkmadan önce neşelenmesi mümkün değildir. Hikâye, amacına ulaştığını belirtmek üzere şu sözlerle biter:

    “Hikâyenin başından sonuna vardık. Usta yazıcı Imeny’in oğlu Imen-aa, çok yaşa, varlık içinde yaşa, sağlık içinde yaşa!”
    Tümünü Göster
    ···
  20. 245.
    0
    Mısır'da şimdiye kadar bulunan papirüslerin en eskisi, veteriner hekimliğe ait olan Kahun Papirüsüdür.[1] Kahun papirüsleri, M.Ö. 1900 yılından kalmadır.[2] Jinekoloji, veterinerlik ve matematik konularını kapsar.[3][4][5] 1889 yılında Lahun'un Fayyum bölgesinde [2] Prof. Dr. William [6] Flinders Petrie tarafından keşfedilmiş [2] ve Grifth tarafından tercüme edilmiştir. Burada kullanılan hiyeroglif dini yazılara özgü şekilde soldan sağa yazıldığına bakılırsa veteriner hekimliği mesleği o çağda önemli bir statüde bulunuyordu. Çok harap ve çok ekgib olan bu papirüsün dilinin de çok eski olmasından tercümesi güç olmuştur.[1]

    Papirüsün sağ tarafında Amenemhat III krallığının 29. yılını (M.Ö.1825) gösteren bir tarih düşülmüştür. 1898 yılında Griffith tarafından transkripsiyonu ve çevirisi yapılmıştır. Papirüs, şimdi Londra Üniversitesi (London University College)'nde korunmaktadır.[2]

    Tıbbi uygulamalara örnek olabilecek en eski kaynaklardan biri olan Kahun Papirüsleri, bir hastalığın iyileştirilmesinde "büyülü sözlerin söylenmesi, tekrarlanması" gibi aktivitelerin olduğu konusunda bilgiler içermektedir.[7]

    Papirüs, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, kadın hastalıkları, gebelik ve doğacak çocuğun cinsiyetini anlamaya yönelik bilgiler içermektedir. ikinci bölüm ise veteriner hekimlik üzerinedir.[2]

    Tıp

    Tıp, insanla varolan bir meslektir. Tarihin her evresinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan hekimlerin davranış biçimleri de meslekleri kadar önemli olmuştur. Hekimlerin mesleki uygulamalarında uyması gereken sosyal ve hukuki kuralları içeren ilk düzenlemeler bundan 5000 yıl önce Eski Mısır'daki Hamurabi yasalarında bulunmaktadır. Bu düzenlemelerde hekimlerin alacağı ücretlerden ve hatalı uygulamalarında kendisine verilecek cezalardan bahsedilmektedir. Tıbbi etikten çok tıp hukuku ve tıbbi deontoloji ile ilgili de olsa da önemli bir belge sayılmaktadır. Bundan başka Eski Mısır'dan kalan Ebers Papirüsü, Edwin Smith Papirüsü, Berlin Papirüsü ve Kahun Papirüsü, tıp tarihinde kayda değer yeri olan eserlerdir. Ancak bu papirüslerde tedavi, ilaç yapımı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Hayatlarında metafiziğe ve mistisizme yer veren Çin ve Hindistan'daki eserlerde ise tıp etiğinin izlerine rastlamak mümkündür.[8][9]

    Mısır'da adı bilinen ilk büyük hekim, imhotep'tir. Milattan önce 3000'li yılların sonlarında yaşamıştır. Firavun Zoser'in veziri olup aynı zamanda fizikçi, mimar ve astronomdu. Bazı büyük piramitlerin de mimarıdır ve daha sonra tanrılaştırılarak tıbbın tanrısı sayılmıştır. Mısır tıbbının bir başka önemli kişisi iris'tir. M.Ö. 2500'lü yıllarda yaşamış, sarayın başhekimliğini yapmış; göz, mide ve bağırsak hastalıkları konusunda ünlenmiştir. Bugüne kadar Mısır tıbbı ile ilgili 8-10 adet papirüs bulunmuştur. Kahun, Gardiner, Smith ve Ebers en önemlileri olup M.Ö. 1600 yıllarında Mısır'ın askeri ve siyasal açıdan en güçlü olduğu çağda yazılmışlardır.[10]

    London University College'da korunan Kahun Papirüsü, 1889'da William Flinders Petrie tarafından [6] Fayyum'da [11] bulunmuştur. III. Amenemhat Dönemi'ne aittir. Oldukça parçalanmış olan papirüs, daha çok jinekoloji ile ilgilidir ve birçok paragraftan meydana gelir. Örneğin 19. paragrafta, doğum yapmaya müsait kadınların nasıl tespit edileceği; 20. paragrafta gebe kalınması için yapılan tütsüler; 20. ve 22. paragraflarda ise doğum kontrolü yöntemleri anlatılmıştır. Gebeliği önlemek için, timsah gübresi, 45 ml. bal ve ekşi sütten meydana gelen bir karışım önerilmektedir. Üçüncü bölüm (26.-32. paragraflar) gebelik testi hakkındadır. Bu testlerden birinde, bir soğanın başı hastanın vajinasına yerleştirilir ve bir süre bekletilir. Ardından, hastanın soğanda algıladığı kokunun tarifine göre hamile olup olmadığı anlaşılır. Son bölümde, mesane ile vajina arasında meydana gelmiş bir fistül ve bel gevşekliği ile ilgili bilgiler verilmektedir.[6]

    Jinekolojik bölüm, 34 paragrafa bölünmüştür. 1.-17. paragrafta semptomların kısa başlıkları ve bunu takip eden kısa tanımlamalar mevcuttur. Genellikle üreme organları ile ilgili bilgi verilmiştir.

    ikinci bölümde 19. paragraf doğumla ilgilidir. 20. paragrafta tütsüleme ile hamile kalınabileceği belirtilmiştir. 20.-22. paragraflar, doğum kontrolü ile ilgilidir. Doğum kontrol yöntemi; timsah dışkısı, 45 cc bal ve ekşimiş süt karışımdan ibaret olarak reçete tarif edilmiştir.

    Üçüncü bölümde hamilelikle ilgili testler vardır. Dördüncü ve beşinci bölümlerde daha önceki kategorilerde bahsedilmeyen hamilelikte diş ağrılarının tedavisini anlatan reçeteler mevcuttur.

    ikinci kısımda idrar inkontinansı ile birlikte mesane ve vagina arasındaki fistüllerden bahsedilmiştir.[2]
    Tümünü Göster
    ···