0
özet geç bin desin... çok istiyorum hiç demediler bana hayatımda.. hevesliyim..
yağmur yağıyordu, koşuyordum. bu ıslak şehirden kaçıyordum.
hayallerim vardı benim, yatağa her girdiğimde, uykudan hemen önce düşlediğim yarınlar. hiç bir zaman elde edemediğim yalan yarınlar, sabahında daha da yaşlanıyor olduğum, her bir gecede düşünü kurduğum, ama ölüme biraz daha yaklaştığım her yeni günde yine de mutlu olamadığım yarınlar..
işte o gece de, yatağıma girmeden önce camdan dışarı kafamı uzatıp derin bir nefes aldım. yerler, hava kupkuruydu. o gün akşamüstüne kadar yağmur aralıklarla yağmasını sürdürmüştü ve ben, bir haftadır, ıslanırım veya kirlenirler diye ayağıma geçirip dışarıya çıkaramadığım beyaz converselerimi giyebilmenin hayali ile yanıp tutuşuyordum. her şey yolunda görünüyordu. televizyonlar ertesi gün yağmur beklenmediğini söylemişlerdi, internette hangi hava durumu sitesine baksam, yağmur belirtisi yoktu, burnum da, gözlerim de havada bir nem yakalamamışlardı. bu sefer olacaktı, bu sefer, bir haftadır evin içinde ayağımdan çıkarmadığım, ama dışarı adım atmak söz konusu olduğunda, kalas gibi ağır olan botlarımı giymek zorunda kalmadan converselerimi geçirecektim ayağıma. nihayet güzel günler görünmüştü ufukta.
yine mi o burnu ezilmiş, ağır botları giymek zorundaydım? yine mi giyemeyecektim süt beyaz converselerimi. her yeni sabahta kaderime böyle boyun mu eğecektim? geçen günlerimi düşündüm bir an, o ağır botlarla, lanet okulun yokuşunda tükettiğim günlerimi düşündüm. olmazdı, izin veremezdim. ya bu kadere boyun eğecektim ve tıpış tıpış bir kenara koyacaktım converselerimi, ya da kaçacaktım kaderden, beni yakalamasına izin vermeyecektim.
evden çıktığımda yağmur yağıyordu ve ben, ayağımda beyaz meleklerimle, yüzümde cesaretin ve gururun verdiği bir ifadeyle, bu ıslak şehirden kaçıyordum. hayallerim vardı benim ve ben bu lanet yağmura, çamurlu yollara, ıslak gözlere izin vermeyecektim. gidecektim, yağmurun yere dokunmadığı, güneşin ayaklarımı terletmeye çalıştığı ama conversein bez yüzeyi ve ayak içlerine doğru var olan iki deliği ile terlemeye izin vermediği diyarlara gidecektim.
bahariye’den haydarpaşa’ya kadar kâh su birikintilerinden atlayarak, kâh arabaların hızla geçip sıçrattığı sulardan sıyrılarak koştum. converselerim kirlensin, beyaz ötesi yüzeyi lekelensin istemiyordum ama bundan kaçınmak zordu. yine de önemli değildi, gideceğim diyarda yıkardım, hiç olmadı yenisini alırdım, ama gönlümün dilediği zaman, özgürce giyebilirdim onları. işte bu motive ve gazla koştum onca yolu.
kan ter kalmış biçimde, yetişebildiğim ilk vagona attım kendimi. ne biletim vardı, ne de bir yerim. yemekli vagona kadar ilerleyip hemen kapının solundaki masaya yığıldım. bu şehirden kaçarım demek kolay, iyi güzeldi ama benim gibi şişko bünyeye sahip kim olsa o kadar yolu koşmak koyardı. o an “converselerle yine iyi koştun oğlum, bir de botlar olsaydı ayağında, hayatta koşamazdın o kadar yolu, iyi ki varmış bu bez ayakkabılar” dedim kendime. sonra botlar olsa zaten şehirden kaçmayacağım aklıma geldi, çok üzerinde durmadım bu düşüncemin. ben yine özgürlüğü, mutluluğu ve kaderime boyun eğmeyişimi düşündüm. cesaretimin meyvelerini alıyordum bile, daha yolun başındaydım ama kaderin ağlarından kurtulduğumu hissediyordum. oturduğum yerde gideceğim yerleri düşledim, converseim ile yürüdüğüm yolları, geçtiğim sokakları, koştuğum çayırları getiriyorum gözlerimin önüne. hiç yağmur yağmayacaktı, şehir hiç öğle vakti bulutlarla kaplanıp, karanlık olmayacaktı. orada hep yaz olacak, ağaçlar, böcekler, kuşlar güneş ile dans ediyor olacaktı ve ben bir ömür sürecektim converselerim ile. gönlümden geçtiğince, özgürce, kâh ayağımda, kâh bağcıklarını birbirine bağlayarak, omzumdan sarkıtarak koşacaktım.
aslında suçlu yağmur değil, toplumdu, önyargılarımızdı, bizdik. okulda, yolda, parkta, bahçede, nerede olursa olsun, ne zaman yağmur yağsa, tüm acır bakışlar, ayağında converse olan birine yönelirdi. o “zavallı”, hıyarlık ve salaklık arasındaki ince çizgide salınır dururdu. acizlik, bu tabuyu yıkıp geçmeye cesareti olmayanlarda mıydı, yoksa bu lanet olası tabuyu yaratan toplumun kendisinde miydi? yok, erkek sol kulağına küpe takmaz, yok, kızlar teklif etmez, yok, sevgilinin yanında osurulmaz gibi niye yağmurda converse giyilmezdi ki? kumaştan olduğu için ayağa su girer korkusu muydu bizi bu zevkten mahrum bırakan? başka ayakkabılara yağmur yağınca hiç mi su girmez, delikli nikelar adidaslar, hepsi ayaklar daha rahat nefes alsın, terlemesin diye delikli ve su sızdırmaya meyilli değil mi? "fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü” bu toplum tarafından üretilmişti ve alaycı ağızlarda dolanmıyor muydu? bu düşünceler içinde tabulara isyan ederken, tren çoktan istasyondan ayrılmış, bilmediğim diyarlara yola koyulmuştu. kaderimden kaçarken, cama kafamı yaslamış, dışarıya bakıyordum. kentin gözyaşları camın bir köşesinden diğer köşesine doğru, çaprazlamasına kendilerini yol bulmuş akıyorlardı. gözlerim yaşlı, yüreğim, ardımda kocaman bir hayat bırakmış olmanın acısıyla cızırdıyordu. gidiyordum..
kolay değildi, belki kadere boyun eğmemiştim ama sevgililerim, dostlarım, anılarım arkamda kalıyorlardı. alışkanlıkları terk edip gitmek ne kadarda zormuş diye geçirdim içimden, bir yanda özgürce giyebileceğim converseler, diğer yanda beni ben yapan yaşamım.. derin düşünceler içinde camdan dışarı bakıyor dururken, tren birden bir tünele girdi. yemekli vagonda yanan floresanlar, dışarısı zifiri karanlık ve camda, onun yan masadan yansımasını gördüm.
trene bindiğim andan bu yana, yeni yaşamımın hayalinin ve geçmişi bırakmanın acısının ruhumda harmanlanması içinde hiç dikkatimi çekmemişti. garip bir hali vardı. kırmızı kadehi elindeydi ama gözleri bambaşka yerlere dalıp gitmişti, bense ona baktıkça yıkılan hayallerimi görüyordum gözlerinde. uzaktan bir süre izleyip gözlerinde hülyalara dalıp dalıp çıktıktan sonra usulca karşısına geçtim. başını kaldırdı, yaşlıydı gözleri. daha ben sormadan anlatmaya başladı. bir yandan ağlıyor, bir yandan da akıtıyordu kederini. o da benim gibi kaderine boyun eğmemeyi seçmişti zamanında, yaşadığı küçük şehirde, yine toplumun tabularının karşısına dikilmişti. saçlarını civciv sarısına boyatmıştı, toplum karşı çıkmıştı. sırf yenilmemek için, sırf şu yaşdıbına bir anlam katabilmek adına ayakta durmaya çalışmıştı ama mahallesinde onu görenler saçlarına bakıp bakıp sırıtıyorlardı, çarşıda esnaf onu deli sanıp dükkânına bile sokmuyordu. yerel gazeteler, manisa’da emo görüldü diye manşet atıyorlardı. o ne emo’ydu, ne de deli. o sadece özgürlüğün, zincirlerinden kurtulmaya çalışan sıra dışılığın bir neferiydi ve aynı benim şimdi yaptığım gibi kaçmıştı, istanbul’a gelmişti. mavi jeans’in reklamları diyordu ya hep “burası istanbul” diye. o da öyle sanıyordu. sanki istiklal caddesi’ne çıktığında, kendi gibi sapsarı saçlı insanları özgürce dolaşıyor gördüğünde, her şey iyi olacaktı. iyi olmasa bile aynı benim şu an hissettiğim gibi, geçmişi bırakıp gidebilme gücü ona haz verecekti. ama öyle değildi, onun hayali, onun savaşı, sarı saçlarıyla, kırmızı rugan topuklularıyla salınıp gitmekti. ama kırmızı ruganlar farklıydı, istanbul’a bu bile fazlaydı. beyoğlu’na gelip istiklal’e çıktığı ilk anda gözler yine ona çevrilmişti. insanlar alaycı ifadeleriyle bir saçlarına bir ayaklarına bakıyorlardı. manisa’da ona sarı saçlarıyla emo demişleri, istiklal’de bir emo bile değildi.
trenin durduğu ilk istasyonda vagondan atlayıp ters istikamete giden treni bekledim. dönüyordum geri, tırsaklığımdan hiç gocunmuyordum, onun hali, mağlubiyetinin sonuçları, karşımda dikilmişti, aklımı başıma getirmişti. geri dönüyordum, şehrime, dostlarıma, sevgililerime, aileme geri dönüyordum. varsın conversei sadece yağmur yağmadığı günlerde giyeyim, varsın ağır botlarımla okulun yokuşunu aşındırayım. hiçbir yere ait olamama ihtimali daha korkunçtu. manisa’da sarı saçlarıyla emo damgası yiyen biri, ayağına kırmızı rugan topuklu geçirdiğinde istanbul’da bile emo’lardan daha aşağılanmış, kabul görmemişti ve benim dert ettiğim şey bununla karşılaştırılamazdı bile. o neyle başa çıkmak zorunda kalmıştı, benim kaçtım şey ise yağmur yağıp converse giydiğimde aldığım kıçı kırık bir yan bakıştı. hem beyoğlu’nda benim gibi derde sahip insanlar vardı, o ise bir başına durmaya çalışmıştı karşısında toplumun. aslında şükretmeliydim halime. hayallerime, alay eden gözlerin olmadığı yağmurda converse giyebilme özgürlüğüne hiç ulaşamayacaktım belki ama hiç olmazsa emo’lardan bile daha çok kabul görecektim toplumda. varsın gülsünler dedim gelen trene binerken, yeter ki emo’dan da kötü demesinler..
Tümünü Göster