0
panpa elimden geldiğince yazım hatalarını düzeltmeye çalıştım. filmi izlemiş olsaydım sana eleştiri de yazardım çünkü sinema eleştirisinden çok arkadaşlarına filmden bahsetmişsin gibi olmuş. vaktimiz çok kısıtlıymış, keşke bir kaç gün önce söyleseydin izler bir şeyler karalardık. sen harfleri düzelt sadece. onun dışında hataları, devrik cümleleri ve anlatım bozukluklarını halletmeye çalıştım. umarım yardımcı olabilmişimdir. inşallah iyi bir not alırsın.
şöyle kafamızı çevirip etrafımıza baktığımızda, hepimizin gördüğü şey sözde çok gelişmiş dünya.
yüksek binalar, teknolojık aletler, hızlı arabalar... bunlar dünyamızda görmeye alışık oldugumuz ve bir ülkede ne kadar çok varsa o ülkenin o kadar gelişmiş oldugunu sanmamızı sağlayan, gözümüzü büyüleyen ‘sihirbaz’ aletler. peki ya hiç görmediklerimizi düşünüyor muyuz? monotonlugun dibine vurdugumuz bu şehir hayatlarında, evden okula, okuldan eve veya işten eve, evden işe giderken başka bir yerlerde neler oldugunu, bunlarsız bir dünyanın nasıl oldugunu hiç düşünüyor muyuz? her şeyden uzaklaşmanın, insan yapısının sınırlarını zorlamanın nasıl bir şey oldugunu hiç düşünüyormuyuz? sözde yaşam için zorunlu gördügümüz; para, sosyal cevre, aşk, telefon gibi şeyler olmadan yasamanın nasıl bir şey olduğunu hiç düşünüyor muyuz?
işte şimdi bahsedeceğim film tüm bu kulaga çılgınca gelen ve bir o kadar da heyecan verici olan şeyleri hepimize düşündürtecek
ismi ‘into the wild’ (özgürlük yolu)
"mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır;
mutluluk bomboş sahillerdeki coşkudadır;
insan elinin değmediği bir yerdedir;
denizin diplerinde ve gürlemesindedir;
insanları severim,
ama doğayı daha çok severim... "
-lord byron-
bu mükemmel şiirle baslıyor filmimiz. belli ki yönetmen daha ilk sahneden izleyiciyi filme sokarak filme ısınma kısmını yok etmiş ve vakitten kazanmış.
karakterimizin adı chris mccandless. hıkayeyı de filmde bıze sunan bu sahıs 1 kız kardeşi -ki bu kızkardeş hayatta en sevdiği insandır- annesi ve babasıyla yasıyor. çocukluğundan beri mükemmel bir aile ve okul eğitimi alarak herkese örnek teşkil eden bu gencimiz okul hayatında basarı ustune basarı alıyor. üniversiteyi yüksek puanla kazanıyor ve bitiriyor. mezuniyet partisinden birkaç gün sonra ise kimseye haber vermeden bankadaki tüm parasını bagıslıyor, kimligini yakıyor ve kendine yeni bir isim veriyor ‘ alexander süperberduş’, ardından yıllardır planladıgı ve tek hayali olan alaskaya doğru yolculuguna baslıyor. inanılmaz şeyler görüyor ve yaşıyor. arabasını çölde bıraktıktan sonra yaya devam ediyor. azgın nehirleri hiçbir eğitim ve tecrube edinmeden kanoyla geçıyor. değişik insanlarla tanışıp dostluklar ediniyor hatta aşık bile oluyor fakat bunlardan hiçbiri onu durdurabilecek seyler değil bu nedenle fazla baglanmadan yoluna devam ediyor. en sonunda alaska’ya ulaşıyor, orda eski bir otobus bulup yasamaya baslıyor. ilk aylarda zorlanmasa da sonradan yemek bulamamaya baslıyor eşyalarını toplayıp geri dönmeye hazırlanırken kücük bir sürprizle karsılasıyor. geldigi yolda artık azgın bir nehir var ve geçilmesi imkansız. bu yuzden orda yasamaya devam ediyor. et bulamadıgı ıcın bitki yemeye baslıyor fakat bitki kitabında yanlıs okudugu bir yazı yuzunden zehırlı bıtkı yıyerek hastalanıyor ve birkaç gun sonra açlıktan yasamı bitiyor. avcılar onu buldugunda sadece 30 kiloydu…
filmin görünen özeti bu fakat bence bu filmi izleyen bir insanın bu kadarı ile sınırlı kalması ımkansız.
dünyada izleyicisinin yaşama bakıs acısını değiştirebilcek filmlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve bence bu filmlerin arasında into the wild kesinlikle var. aslında filme soyle bir baktıgınızda izlerken çok sıkacagı düşünülüyor çünkü bircok sahnede sadece chris ve doğada yasadıkları gösterilmiş. fakat filmin basından sonuna kadar her sanıyesınde kafanızda o kadar çok şeyi kurcalattıyor ve düşündürüyor ki kendinize geldıgınızde filmin bittigini yeni anlıyorsunuz. bu yönden bence eşsiz filmler arasında kendıne yer edinmiş bir film into the wild. her şeyden önce bu filmin beni en çok etkileyen yanı tamamıyle gerçek bir yaşam öyküsü olması. izlerken bile heyecandan kıpır kıpır oldugum sahneleri yıllar önce gerçek bir insanın yasamıs oldugunu düşünmek insanı hayretlere düşürüyor.
filmin etkileyici olmasını sağlayan en önemli faktör yaşanmıs bir senaryosu olması tabii ki, ama bu senaryoyu da ekrana iyi yansıtmak her babayiğidin yapabileceği iş değildir. işte sean bean böyle bir babayiğit. her ne kadar onu oyunculuğuyla tanımış olsam da bu filmde anladım ki bu adam bu işi gerçekten biliyor. böylesine uzun süreli bir filmi sıkmadan ekrana yansıtması ve doğayı bize mükemmel bir şekilde sunması onun bu işin hakkını gerçekten verdiğini düşündütrüyor. oyuncu kadrosu da fena değil özellikle başroldeki emile hirsch’in sakallı hali gerçek chris’e çok benzemiş. zor sahneleri de iyi oynadıgı ıcın filmde göze batan bir taraf yok denecek kadar az. ayrıca müzikleri de gayet hoş.
filmin beni etkileyen bir diğer yönü de gerçekten çok uzaklasmamıs olması. burada bahsettıgım gerçeklık, gerçek chris’in gerçekte yasadıkları. örnegin alaskada buldugu otobus gerçek chris’in buldugu otobus ayrıca chrisin tahtalara ve duvarlara kendi eliyle yazdıkları birçok sahnede gösterilmiş. yaşadıkları saptırılmadan bire bir anlatılmış. onu kasabadan ormana kadar arabasıyla zütüren ve chrisi gören son kişi jim gallie’nın filmde kendisini oynaması da beni çok şaşırtan bir şeydi. düşünsenize yıllar önce gerçekte yasadıgınızı kamera karsısında oynuyorsunuz, çok zor bi rol olmasa gerek onun için.
chris mccandless öldügünde 24 yasındaydı.
ama eminim ki hepimizden çok yasamıstır hayatı.
Tümünü Göster