+1
hoca ödev verdi amk işim gücüm yok bu saatte eleştri yazdım
ilk eleştri denemem ve aralarda kelıme kaymaları falanda var kusura bakamyın onlar ıcın
yorumlarınız beklıyorum amk özet yok giberun
şöyle kafamızı cevirip etrafımıza baktıgımızda, hepimizin gördügü şey sözde çok gelişmiş dünya.
Yüksek binalar, teknolojık aletler, hızlı arabalar vs. Bunlar dünyamızda görmeye alışık oldugumuz ve bir ülkede ne kadar çok varise o ülkenin okadar gelişmiş oldugunu sandıgımız gözümüzü büyüleyen ‘sihirbaz’ aletler. Peki ya hiç görmediklerimizi düşünüyormuyuz? Monotonlugun dibine vurdugumuz bu şehir hayatlarında, evden okula, okuldan eve veya işten eve, evden işe giderken başka biryerlerde neler oldugunu, bunlarsız bir dünyanın nasıl oldugunu hiç düşünüyormuyuz? Her şeyden uzaklaşmanın, insan yapısının sınırlarını zorlamanın nasıl bir şey oldugunu hiç düşünüyormuyuz? Sözde yaşam için zorunlu gördügümüz; para sosyal cevre aşk telefon gibi şeyler olmadan yasamanın nasıl bir şey hiç düşünüyormuyuz?
işte şimdi bahsedicegim film tüm bu kulaga çılgın ve biokadarda heyecanverici olan şeyleri hepimize düşündürtücek
ismi ‘into the wild’ (özgürlük yolu)
"Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır;
mutluluk bomboş sahillerdeki coşkudadır;
insan elinin değmediği bir yerdedir;
denizin diplerinde ve gürlemesindedir;
insanları severim,
ama doğayı daha çok severim... "
-lord Byron-
Bu mükemmel şiirle baslıyor filmimiz. Belliki yönetmen daha ilk sahneden izleyiciyi filme sokarak filme ısınma kısmını yoketmış ve vakıtten kazanmıs.
Karakterimizin adı Chris McCandless. 1 kız kardeşi ki bu kızkardeşi hayatta en sevdıgı insandır hıkayeyıde filmde bıze sunan bu sahıs, annesi ve babasıyla yasıyor. Çoçuklugundan beri mükemmel bir aile ve okul eğitimi alarak herkese örnek teşkil eden bu gencimiz okul hayatında basarı ustune basarı alıyor. Üniversiteyi yüksek puanla kazanıyor ve bitiriyor. Mezuniyet partisinden birkaç gün sonra ise kimseye haber vermeden bankadaki tüm parasını bagıslıyor, kimligini yakıyor ve kendine yeni bir isim veriyor ‘alexander süperberduş’, ardından yıllardır planladıgı ve teh hayali olan alaskaya doğru yolculuguna baslıyor. inanılmaz şeyler görüyor ve yaşıyor. Arabasını çölde bıraktıktan sonra yaya devam ediyor. Azgın nehirleri hiçbir eğitim ve tecrube edinmeden kanoyla geçıyor. Değişik insanlarla tanışıp dostluklar ediniyor hatta aşık bile oluyor fakat bunlardan hiçbiri onu durdurabilecek seyler değil bu nedenle fazla baglanmadan yoluna devam ediyor. En sonunda alaskaya ulaşıyor orda eski bri otobus bulup yasamaya baslıyor. ilk aylarda zorlanmasada sonradan yemek bulamamaya baslıyor eşyalarını toplayıp geri dönmeye hazırlanırken kücük bir sürprizle karsılasıyor. Geldigi yolda artık azgın bir nehir var ve geçilmesi imkansız. Bu yuzden orda yasamaya devam ediyor et bulamadıgı ıcın bitki yemeye baslıyor fakat bitki kitabında yanlıs okudugu bir yazı yuzunden zehırlı bıktı yıyerek hastalanıyor ve birkaç gun sonra açlıktan yasamı bitiyor. Avcılar onu buldugunda sadece 30 kiloydu..
Filmin görünen özeti bu fakat bence bu filmi izleyen bir insanın bukadarı ile sınırlı kalması ımkansız
Dünyada izleyicisinin yaşama bakıs acısını değiştirebilcek filmlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve bence bu filmlerin arasında into the wild kesinlikle var. Aslında filme soyle bir baktıgınızda izlerken sizi çok sıkıcagı düşünülüyor çünkü bircok sahnede sadece chris ve doğada yasadıkları gösterilmiş, fakat filmin basından sonuna kadar her sanıyesınde kafanızda okadar çok şeyi kurcalattıyor ve düşündürüyor ki kendinize geldıgınızde filmin bittigini yeni anlıyorsunuz. Bu yönden bence eşsiz filmler arasında kendıne biyer edinmiş bir film into the wild. Her şeyden önce bu filmin beni en çok etkileyen yanı tatamıyle gerçek bir yaşam öyküsü olması. izlerken bile heyecandan kıpır kıpır oldugum sahn eleri yıllar önce gerçek bir insanın yasamıs oldugunu düşünmek insanı hayretlere dşürüyor
Filmi etkileyici olmasını sağlan en önemli faktör yaşanmıs bir senaryosu olması tabikide ama bu senaryoyuda ekrana iyi yansıtmak her babyıgıdın yapabılcegi iş değildir işte sean bean böyle bir babayigit nekadar oyunculuguyla tanısamda bu filmde anladım ki bu adam bu işi gerçekten biliyor böylesine uzun süreli bir filmi sıkmadan ekrana yansıtması ve doğayı bize mükemmel bir şekilde sunması gerçekten ona klas birşey. Oyuncu kadrosuda fena değil özellikle basroldaki emile hirschin sakallı hali gerçek chrise çok benzemiş zor sahneleri iyide oynadıgı ıcın filmde çok göze batan bir kötü taraf yok denecek kadar az. Ayrıca müzikleride gayet hoş
Filmin beni etkilyen bir diğer yönüde gerçekten çok uzaklasmamıs olması. Burada bahsettıgım gerçeklık gerçek chrisin gerçekte yasadıkları. Örnegin alaskada buldugu otobus gerçek chrisinn buldugu otobus ayrıca chrisin tahtalara ve duvarlara kendi eliyle yazdıkları birçok sahnede gösterilmiş. yaşadıkları saptırılmadan bire bir anlatılmış. Onu kasabadan ormana kadar arabsıyla zütüren ve chrisi gören son kişi jim gallienın filmdede kendisini oynamasıda beni çok şaşırtan bir şeydi. Düşünsenize yıllar önce gerçekte yasadıgınızı kamera karsısında oynuyorsunuz, çok zor bi rol olmasa gerek onun için.
Chris mccandless öldügünde 24 yasındaydı.
Ama eminimki hepimizden çok yasamıstır hayatı.