/i/Hikaye

Herkesin bir hikayesi var, ya senin hikayen nedir?
  1. 1.
    0
    panpalar bu hikaye işinde geleceğim mi yoksa yiyeceğim mi var
    her türlü eleştiri kabulumdur.
    Trio
    Akşam olmuş, eve dönüyorum. Kış değil, kış ertesindeyim. O çamur deryası kaldırım araları yok. Hava güzelce, üşümüyorum. Paçalarım ıslanır endişesi yok. Etraf, siyah beyaz filmi bitirmiş. Alabildiğine yeşil ağaçlar, çimenler; çiçekler, pembe, mor, kırmızı, sarı; karahindibalar sarmış otları.
    Moralim düzgün. . Nasıl olmasın? Her vakit güzel burası ya da alıştırdım buna kendimi. Kış değil; çünkü ıslak kaldırımlarda gıcırdayan o kauçuk sesleri gelmiyor kulağıma. Ayağımda kösele ayakkabılar var ve ince çorap. Bunlara rağmen üşümüyor ayaklarım. Gelen her gün doğan her güneş bizi bir öncekinden biraz daha fazla ısıtmaya karar vermiş.
    Bayağı yaz gelmiş! Ben değil kuşlar söylüyor. Kalbimin atışları söylüyor yazın geldiğini.
    Hadi boş ver bizi, devlet söylüyor. Koskoca devlet yalan söyler mi? Yaz yönetmeliği devreye girmiş.
    Yönetmelik adamıyız vesselam. Yönetmeliğe göre hareket ederiz. Erkekler arasında yaptığımız şakalar, kadınlarla aramızda geçen konuşmalar; hepsinin kuralları var. Yediğimiz yemeğin bir standardı, giyindiğimiz gömleğin, pantolonun bir ütüsü, ceketimizin belli bir rengi var.
    ···
  2. 2.
    0
    “Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değer, değildir.” tak yemiş Sokrates. Bu kalıplarla yaşamaktan hiç rahatsız değilim. Ayrıca şunu da ekleyeyim bana verilmiş iyi bir hayatı neden sorgulayacakmışım? Zaten her şey güzel. Elimi ateşe uzattığımda tokadı yapıştıran annemi mi sorgulayacaktım ben? Yoksa asayişi kuran polisleri mi? Olmaz öyle şey, bunların hepsi düzen işte, böyle rayında gidiyor.
    ···
  3. 3.
    0
    Bin türlü düşünceyle çıkıyorum iş yerinden. Bu da hastalık herhalde düşünmeden edemiyorum. Biz de böyle hastalanalım ne olacak?
    Çocukluğum aklımda ya hu. -O kadar çocukluk olmasa da, çocukluk.-
    Okul çıkışlarını bekle, otobüs bekle, hurra! Bin otobüse cümbür cemaat doluş, git eve. Şimdiyse küçük çocuklarını kreşten alan iş arkadaşlarımı bekliyorum. Bildik bir durumu yeniden keşfederken akşamı seyrede seyrede eve geliyoruz.
    Bizim dairenin servisinden inerken yere, yani asfalta doğru ayağımı uzatırken -tamam itiraf edeyim bir denize adım atmak daha güzel olurdu- yalın ayak basabilirdim yere. Bahar kolluyor her yanı. -Bahar güzeldir ve neşe verir.-
    Anın hissiyatını, bu an renklendiriyor. Kış zamanları ise; şimdi, gece vakitleri gibi aklımda; hep karanlık, üzüntülü, yapacak bir şey kalmamış, çaresiz. Kışın bunlar aklıma gelse dediklerime pişman olabilirdim. Çünkü çaresiz kalmadım çok şükür.
    Adımımı atıyorum. Kısa kollu gömlek var üzerimde ve kravat zorunluluğu yok artık ya açmışım biraz kendimi. Yorgunum üzerimde bir koku var tanıdık bir koku bu. Ben buna aşinayım adını “yorgunluk” diye koymuştum. Yorgunluk kokusu; biraz ter, biraz metal -şu devlet malzeme ofisinin eskiden temin ettiği demirli ahşaplı masalardan gelmiş herhalde-, üstlerin sıktığı parfümlerin artığı ve biraz da osuruk kokusundan oluşur. Bildik bir koku. Babadan memuruz, tanıdık işte.
    Eve giderken güzelce üzerimden bir esinti geçiyor. Bu yorgunluk kokusuna tutunuyor, akıp giderken üzerimden tutup zütürüyor bütün yorgunluk kokusunu, o da ne, bunlar birbirine bağlıymış koku bitince yorgunluğun kendisine başlıyor bu sefer, yorgunluğu da alıyor üstümden.
    ip söküğü gibi çözülüyor içimde yorgunluk. Bu giysi üstümden çıkınca bir rahatlık geliyor üzerime, daha bir oyalanarak gidiyorum eve. Gördüğüm her şey de bir aralık bırakıyorum, hepsi oluyorum bir bir, özetini çıkarıyorum zihnimde. Hepsini yemekte yoğurup uykuma saklayacağım.
    Bir kedi, tekir; bir okul çıkışı, geç kalmış çocuklar birkaç tane; bir akşam yürüyüşü ailecek, baba, anne, oyunbaz küçük kızları. Bir hafta evveli saç baş yolduracak kavga belki, ama anneyle baba unutmuş; kızları da bu yalana ortak olmaya çalışıyor, oyunbazlığı oradan geliyor.
    Bütün bunlar bir rutini dahası bir istikrarı anlatıyor. Savaş yok, açlık yok, sefalet, haksızlık, yolsuzluk yok. Varsa da yok. Her şey güzel, iyi, iyi niyetli. Her durum sadık, takip eder birbirini. Görmek mümkün değil mi kötülükleri? Mümkün. Ama kimse vakit kaybedemez bu devamı bozuk işlerle. Mutluluktan bahsedemez miyiz bu şaka yapan gülüşlerde?
    Neyse kurcalamadan bu sohbeti, altına işemişliğin gevşekliğiyle koyuverdik gitti.
    Yoldan karşıya geçerken, kaldırımlara takılıyorum. Aklım takılıyor. Bıraktığım kaldırımın betonu çözülmüş, kenar taşları ufalanmış, sanki demeseler kaldırım diye, kaldırım olduğunu unutacakmış. Kurumuş bir nehir gibi akan yolun karşısında başka bir dünya mı ne? Belki biraz daha kalabalık. Metrekareye düşen insan sayısı ağaç sayısından daha fazla; bütün manzarayı ithal ediyorlar. Tam da karşıma doğru grup vakti büyüyor. Güneş unutmuş batmayı. Öğlende çalışana hediye verircesine bekliyor beton binaların tepesinde koskocaman gövdesiyle. O tarafa doğru yolum var, biraz daha yolum var. Ne yolu arkadaş gezinti işte.
    Yüküm? Yüküm bir ceket; asılı kolumda, iki ekmek ve akşama aldığım bir salkım ama büyük bir salkım, beyaz torbanın içerisinde, izmir’ in çekirdeksiz üzümü, bir de sabahtandır koltuk altımda eskittiğim gazete. Güzel havalar bunlar. Orhan Veli’ nin dediği gibi bana şiir yazdıran beni hasta eden havalar bunlar. Memleket? Ankara her zaman ki gibi. Ankara? işte! Her zaman ki gibi.
    Çocuklar, okul ertesi oyundalar ev ödevlerini yapmayı unutmuş hepsi bugün geç yatacaklar. Bir kaçı top oynuyorlar, bir kaçı kızlı erkekli voleyboldalar onlar diğerlerine göre daha büyük, birkaçı ve daha azı kendilerine çizilmiş sınırlarda bigiblet sürmekte kendinden büyüklerin gidebildiği uzaklara gidememenin üzüntüsü ile.
    içimde karabiber acısında bir efkar var ama neye bilmiyorum. Bir an için orda bigiblet süren çocuklardan birisi oluyorum. Hatırladığım üç tekerlekli bir bigiblet. Lacivertten almış payını, böyle demir hep, kaynak yerleri belli ama dokunduğunda kaymak gibi hissettiriyor pürüz yok. O zaman ki hayallerim gibi.
    Bigiblet sürmenin en zevkli yerinde hafiften bir can sıkıntısı yakalıyorum. Sanki bütün çocuklar bir bir eşini buldu ve ben dışarıda kaldım. Neyin efkarı bu bir bilebilsem.
    Kendimi yalnızlıktan öyle diyarlara savuruyorum ki zihnim insaf istiyor. Ama yok bir şeylerin yalnızlığı var bu asfaltların toz biriktirdiği yerlerde. Derken, bir şeyleri ararken yani “babam” gözüküyor. Böyle; tüm ihtişamıyla.
    ihtişamı zaten bir bana bir de kendine yetiyordu. Yeterdi zaten biz fazlasını nerden arayacaktık? Nereden bulacaktık? Neden isteyecektik ki zaten?
    Ne kadar kalabalık bir adam şu babam, elleri ne kadar ağırlıklarla uğraşıyor. Kalın gövdesiyle o büyük ağaçlar var ya yaprakları şeftaliye de benziyor tüylü tüylü, asma yaprağına da benziyor; onlar gibi ama onların meyvesi olmaz babamın var. Elinde beyaz bir torba var. Ne var içinde acaba? Bir kolunda ceketini asmış, bir de gazete var elinde.
    Bigibletimi yokuş aşağıya babamın kucağına doğru salıveriyorum. Görmesi lazım ne kadar güzel bir şekilde üç tekerlekli bigiblet kullandığımı.
    Yokuşun sonunda yakalıyor beni; o çocuk kokularının tozun toprağın geride kaldığı bir yer oluyor yokuşun sonu benim için. Başka bir koku, güzel bir koku işte, iş kokusu diyebilirim buna ya da adı başka bir şey olabilir yorgunluk mesela ama yorgun değil ki. Beni durdururken bigibletin gidonuna sarılışından belli tam yirmi beş kiloyum kolay değil yani beni öyle durdurmak.
    Birbirimizi sevdikten sonra, eve kadar bigiblet sürüşümü gösterdim. Bütün öğrendiğim şeyleri babama öğretiyorum. Babam zeki adam hemen öğreniyor.
    Atatürk’ ün annesinin adını babasını, kurtuluş savaşı II. Dünya savaşını, Mevlana’ nın sofi olduğunu, sofinin ne olduğunu, yolda giderken büyüklere yer vermemiz gerektiğini, her şeyi öğreniyor.
    Bence bigiblet sürmeyi de öğrendi ama, gösteremiyor. Çünkü; benim bigibletim ona biraz küçük geldi. Bir kere denedi ama sığamadı sığsa kesin onu da yapardı. Kapının önüne vardığımızda bigiblet sürerken geçtiğim bir tümsek var onu göstereyim diye oyaladım babamı, gittim hızımı bir güzel aldıktan sonra zıplayarak geçtim. Havada bigiblet sürdüm resmen! Havada bigiblet sürmek çok eğlenceli. işte bir bigiblet sürebilseydi babam, ona bunu da öğretebilirdim.
    Gösterdikten sonra gittim yanına. Bizim evin burası biraz bahçe. Kenarında bir tane çatılı bir yer var babam adını söylemişti ama unuttum. Papatya gibi bir şeydi. Oraya oturduk babamla; eve gitmedik hemen.
    Tümünü Göster
    ···
  4. 4.
    0
    Orada bizim apartmanın yöneticisi yaşlı bir amca var. Onunla alt komşumuz Hilmi amca tavla oynuyorlar. Onların yanına sandalye çekti babam, ben de babamın dizine oturdum. Babamla selamlaştıktan sonra, benimle merhabalaşıyorlar. Babama beni anlatıyorlar, ama bunu yapmamaları gerekiyor sevmiyorum ben, hemen utanıveriyorum.
    Babam dizinde hoplatırken başımı okşayıp makas alıyor yanağımdan. “Niye utanıyorsun oğlum?” sorusuna cevabım olmadığından “Bana ne” diye homurdanıyorum. Ama oradan kalkmamam gerekiyor. Çünkü ayıp olur.
    Hilmi amca, yeniyor tavlayı yaptığı şakalardan söylediği kafiyeli sözlerden belli. Bizim yöneticide bozuk bir şekilde kapatıp tavlayı açıyor muhabbeti yönetim toplantısından, apartman aidatından filan.
    Benim canım sıkılmıştı ya, fırsat bulup kalkıyorum babamın kucağından. Babam ilk başta izin vermiyor ama kenetlediği parmaklarından bir ikisini açınca kaçıyorum.
    Yeni ıslanmış çimlerde koşmaya başlıyorum. Çimenlerin ıslaklığı kısa pantolonumun altından bacaklarıma değiyor bu hem serin hem de kaşındırıcı bir şey. Koşup kana tere bulandığımda, serinlemek için atıyorum kendimi çimenlerin üzerine. Kamelyanın biraz ilerisinde. . .
    Hatırladım şimdi adı kamelyaydı. işte biraz ilerisinde gökyüzüne doğru bakıyorum her şey hareket ediyor gökyüzünde bütün bulutlar renkler. Başımı kaldırıp babama bakmak istiyorum eve gidelim diye ama muhabbete dalmışlar.
    O ara bizim yönetici ilişiyor gözüme. O, çok yalnız bence. Biri gelip gidiyor evine kim olduğunu bilmiyorum. Hiç evlenmedi mi onu da bilmiyorum. Şimdi onun gibi miyim yalnız olma konusunda? Yok benim yanımda çimenlerin ıslağı, böcek kaşıntısı öğlende düştüğümün yara izi, eve gidince duyacağım yemeğin kokusu yalnız olmadığımı anlatıyor.
    O, hep kendi elinde olan şeylerin duygularını hissediyor. Bence o kadar yalnız olmamalı insan, umarım o kadar yalnız kalmam. Hayatını ne kadar kalabalıklarda yaşarsan yaşa ama belli bir zaman sonunda böyle yalnız kaldığında sadece anılar kalıyor ve onlarda pek teselli vermiyor.
    Eve geldiğimde akşam yaptığım yemeğin geri kalanının kokusu bütün evi sarmış. Bu evde bir yemek yapılmış.
    Yaptım.
    Dün bir çorba yapmıştım. Yanına salata birazda pilav yapmıştım. Kim derdi Necmi; “Bir gün yalnız kalacaksın.” Diye? Hiç aklıma gelmezdi. Kapının önünde anahtar sesini duyduğumda, kapı önünde anahtar şıngırtısı çıkarttığımda, hep bir kargaşa bir heyecan olurdu.
    Şimdi içimde hiçbir merak yok. Duyumsayabileceğim hiçbir şey yok benim bıraktıklarımdan başka.
    Hayatım bir yerden sonra tekrara başladı herhalde. Bir gün benim için kabaca aynı gibi.
    Kalkıp yatağımı topluyorum. Çayı ocağa koyup ufak tefek kahvaltılıkları masaya dizerken. Çay kayamaya başlıyor. Demleyip bir yumurta kırıyorum. Kapının önünde bekleyen iki tane ekmeği alana kadar. Çay demini alıyor. Ekmeği dilimleyip masaya koyuyorum. nihaleleri koyup, çayla yumurtayı da masaya ekliyorum.
    Balkona hazırladığım kahvaltıyı, bahçenin üzerinden otobüs bekleyen sabah sporu yapan insanları seyrederken yapıyorum. Bu arada bana eşlik eden tek şey –aynı zamanda gündelik övüncüm olan şey- kahvaltıyı bir çay zamanında hazırlamış olmam.
    Kahvaltıdan sonra gazete almaya giderken sporumu yapıyorum. Eve gelip gazete, televizyon programlarıyla öğlen sıcağını avutuyorum.
    Son demlerine doğru dışarıya çıkıp gölgelik bir yerde pinekliyorum. Akşama doğru gelenlerle sohbet, oyun, çene yarışı derken tekrar eve dönüyorum. Akşam yemeği tekrar tekrar tekrar ve yine. . .
    Ayın yirmi üçünde aldığım maaşı altı parçaya bölüyorum. Elektrik su doğalgaz için bir parça, aylık alış veriş için bir parça, diğer dört parçalarda haftalara. Yani; tekrar, yine tekrar.
    Ben sadece kendi yalnızlığımı düşünmüyorum. insanlık için de kafamda dolanıyor bazı şeyler; bizi bir aya sıkıştıran ne? Yani ne bileyim ihtiyarlıkta pek düşünemezdim de, zaten bu soru gençliğimden beridir kafamda.
    Neyse artık ben bu soruları cevaplandıracak, cevapları kaldıracak kadar güçlü değilim. Oturup ölümü beklerken aynı rutini işletmek benim için daha kolay olacaktır. Bir efkar olurda oğlum kapıda görünürse, belki bir şeyler değişir bir eğlence, bir farklılık olur benim için bu tekrarda.
    Beklenti mi soruyorsun ya? Sorma. işte beklemeyi bıraktım karım öldüğünden bu yana.
    Her hayat içinde kaybediyor beni, birer parça şekillendiriyor. isyan değil de bir kabul edilsin şu birbirine tutunan hayatlarımız.
    Tümünü Göster
    ···