-
1.
+7 -5arkadaşlar aramıza yeni katılan bebişinci nesil kardeşlerimiz için eğitici öğretici bir o kadar da gelişimlerine katkıda bulunacak masallar paylaşmaya hazzzır mıyııızz !! bu yaz onlar için çok eğlenceli geçecek.
( en çok masalı okuyan bebişinciye konuşan şimşek mekkuin hediye !! )
bücür zürafa
istanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı.
Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu. Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman zütüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.
Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler? “ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi. “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş. Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.
Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine zütüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar. Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış. Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış.
Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş. Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine zütürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.
Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü. Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş. O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim. Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı. Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “
Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler. Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. ideal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi. işte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz
-
2.
0gecenin 9.30 u oldu hala ayakta mısınız?
http://inciswf.com/1295976532.swf
Bir zamanlar gürültücü bir çocuk varmış. Bu çocuk öyle gürültücüymüş ki etrafındaki hiç kimse onu sevmezmiş. Özellikle de yürürken çok fazla ses çıkarırmış. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örtermiş.
Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya göndermiş. Gürültücü de fırına gidip bağırmış;
- Bir tane ekmek istiyorum!
Öyle yüksek sesle bağırmış ki arabasında uyuyan minik bebek ağlamaya başlamış. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek;
- Ne düşüncesiz çocuksun! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen? diye söyleniş. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmamış. Eve dönerken başlamış gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyormuş.
Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslenmiş;
- Neden bu kadar yüksek sesle gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan!
Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye, gümbür gümbür sesler çıkarmaya başlamış.
Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmiş. Bütün mahalle halkı toplanıp konuşmuşlar.
Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için yine fırına girmiş. Her zamanki gibi bağırmaya başlamış;
- Bir tane ekmek istiyorum.
Ama fırıncı hiç oralı olmamış; duymamış gibi davranmış. Gürültücü çocuk daha da bağırmış;
- Bir tane ekmek istiyorum dedim!
Fırıncı yine ses çıkarmamış. Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıkmış. Yürürken takır tukur sesler çıkarıyor, ıslık çalıyormuş. Evin önünden geçerken biri pencereyi açmış ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su dökmüş. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz olmuş. Sonra doğruca evine gidip olanları düşünmüş. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anlamış. O gün bu gündür de gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmamış.
iyi geceler sevimli bebişinci kardeşlerim.. -
3.
+2 -2akıllı çobanTümünü Göster
Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...
Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.
Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
- Biliyorum, sultanım...
- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...
Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.
Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.
Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş. -
4.
+1 -2Ormanların birinde kendisiyle çok övünen bir tavşan varmış.
- Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur. Varsa gelsin yarışalım, diye hava atıyormuş. Kaplumbağa bir gün;
- O kadar böbürlenme, kendine de o kadar güvenme. Ben senden daha hızlı koşarım. istersen yarışalım, demiş.
Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek;
- Sen mi benimle yarışacaksın?, diyerek alay etmiş. Ama yinede yarışı kabul etmiş.
Kaplumbağa ve tavşan, birlikte yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler, yarış başlamış.
Tavşan yarışa çok hızlı başlamış. Ama biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki, kaplumbağa hiç görünmüyor. Yatmış bir ağacın dibine uyumuş. Tavşan ağacın dibinde derin bir uykuya dalınca, kaplumbağa da epey yol almış. Tavşan uyanınca bir de bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere.
Tavşan koşmuş koşmuş ama bir türlü kaplumbağayı yakalayamamış. Haliyle kaplumbağa varış yerine ondan önce ulaşmış.
Yarışı kazanmanın haklı gururu ile kaplumbağa;
-Hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görme. Sen, uyudun, Ben çalışarak seni geçtim, demiş ... -
5.
+2 -1DÖVÜŞÇÜ ASLANLA YABAN DOMUZU
Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:
- Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, " demiş.
- Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!
"Sen çekil, hayır sen çekil... " derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:
"Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa... " diye bekleşmiyorlar mı?
Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:
"Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur... "Demişler, yollarına gitmişler.
(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik... Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.) -
6.
+1 -1hay amk sizin güldürdünüz lan beni
-
7.
+2 -1Fatoş'un BebeğiTümünü Göster
Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı. Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde,
Fatoş:
“ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi. “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim. O çok şirin, çok tatlı bir bebek. O bebek mutlaka benim olmalı. Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?..”
Bunun üzerine annesi:
“ Tabii kızım.“ dedi.“ Sen yeter ki, sınıfını geç. Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım.”
Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular. Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü. işte oradaydı, hep aynı yerde.‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde. ‘ iyi misin Ülkü?..Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız. Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin. Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek., çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım. ‘ Annesinin “ Fatoş..” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş. “ Haydi kızım, gidelim artık. Sonra geç kalacağız ama. “
Fatoş:
“ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi. “ Bir an daldım!..” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü. Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3. sınıfa geçti. Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya zütürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi. Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı. Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı. Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu.
Fatoş:
“ Evet Burcu..” dedi. “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı. Ne kadar sevindim bilemezsin. Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum. Adı Ülkü…”
“ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin. “ dedi Burcu. “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “
“ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi. Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu. Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi. Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı. Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi.
Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı. Baktı Fatoş derin uykuda. Hemen odadan çıktı. Bu iş buraya kadardı. Daha fazla dayanamayacaktı. Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu. Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur. Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı. Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı. Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı. Kapıyı kapatıp yola çıktı. Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi. Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi?
Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı. Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu. Sokak kapısı kapalıydı. Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı. Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı. Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı. Çok sevindi o anda. Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı. Burcu gelerek kapının zilini çaldı. Kapıyı Fatoş açtı. Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü. Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı. Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi., bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu. Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu.
Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ istersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz. “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişler.Öğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar. Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti. Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı. -
8.
+1 -1kurbağa ğrensTümünü Göster
Evvel zaman içinde, ülkenin birinde, altından yapılmış oyuncaklarla oynayan bir prenses varmış. En sevdiği oyuncağı da altıntopuymuş. Havanın sıcak olduğu günlerde, ormandaki ırmağın yanında oturarak topuyla oynarmış. Fakat bir gün, çok sevdiği altıntop parmaklarının arasından kaymış ve çok derin olan ırmağın içine düşmüş.
- Olamaz! Artık onu asla bulamayacağım, diye ağlamaya başlamış prenses. Aniden, aşağıdan bir ses ona seslenmiş:
- Neyin var güzel prenses? Neden ağlıyorsun?
Prenses etrafına bakınmış ama kimseyi görememiş.
- Aşağıya bak, demiş ses. Prenses aşağı baktığında, kafası sudan çıkan yeşil bir kurbağa görmüş.
- Ağlıyorum çünkü altıntopum suya düştü, demiş.
- Topunu sana geri getirebilirim ama bunun karşılığında ödülüm ne olacak? Eğer benim en iyi arkadaşım olacağına, senin evinde birlikte yemek yiyeceğimize ve uyuyacağımıza söz verirsen, topunu sana getiririm, demiş kurbağa. “Tamam” diye söz vermiş prenses. Fakat içten içe kurbağanın saçmaladığını düşünüyormuş.
Kurbağa ırmağın derin sularına dalmış ve kısa bir süre sonra ağzında altıntopla geri dönmüş. Kurbağa topu prensesin ayaklarının dibine bırakır bırakmaz, prenses topunu aldığı gibi bir teşekkür bile etmeden koşarak oradan uzaklaşmış.
- Bekle! Ben o kadar hızlı koşamam! diye bağırmış kurbağa. Fakat prenses kurbağayla hiç ilgilenmemiş bile.
Ertesi gün, prenses ailesiyle birlikte akşam yemeği yerken, dışarıdan gelen garip bir ses duymuş. Bir ses; “Prenses, kapıyı açın!” diye bağırmış. Sesin sahibini merak eden prenses, koşarak kapıyı açmış, fakat bir de ne görsün? Karşısında yeşil kurbağa durmuyor mu? Hemen kapıyı kapatmış. Kral, bir terslik olduğunu anlamış. Kızına imin geldiğini sormuş.
- Çirkin bir kurbağa, diye cevap vermiş prenses.
- Bir kurbağa senden ne isteyebilir ki? diye sormuş kral. Prenses bir gün önce olanları babasına anlatırken, kapı tekrar çalmış. “izin ver içeri gireyim” demiş kurbağa kapının arkasından. “Dün ırmakta verdiğin sözü unuttun mu yoksa?” “Eğer bir söz verdiysen, onu tutmalısın kızım” demiş kral. “Kurbağayı içeri al.”
Prenses suratını asarak gidip kapıyı açmış ve kurbağayı içeri almış. Kurbağa prensesle birlikte yemek masasına kadar gelmiş.
- Beni kaldır da yanına oturayım, demiş.
- Olmaz! demiş prenses, fakat babasının kendisine bakışını görünce kurbağanın istediğini yapmaya karar vermiş. Sandalyesi yeterince yüksek olmadığı için kendisini masaya koymasını istemiş. Sonra da:
- Tabağını bana yaklaştır da ben de yemek yiyebileyim” demiş prensese. Prenses tabağını kurbağaya yaklaştırmış fakat onunla aynı tabakta yemek yemekten hiç hoşlanmamış. Yemekten sonra kurbağa:
- Beni odana taşı da uyuyayım, çok yoruldum, demiş. Çirkin bir kurbağayla odasını paylaşacağını düşünmek prensesi o kadar üzmüş ki, tekrar ağlamaya başlamış. Fakat kral:
- Sözünü tutmalısın. ihtiyacın varken sana yardım eden birine arkanı dönmek doğru değildir! demiş. Prenses, babasının sözünü dinleyerek kurbağayı dikkatlice kaldırmış ve odasına zütürmüş. Odasında, kendi yatağından en uzak köşeye bırakmış kurbağayı. Fakat az sonra hemen yatağının altından kurbağanın sesini duymuş.
- Ben de çok yorgunum. Beni yatağına al yoksa babana söylerim!
Böylece prenses, onu yatağına yatırmış ve başını da yumuşacık yastığa koymasına yardım etmiş. Tam kendi de yatağa yatmaya hazırlanırken, kurbağanın hıçkırarak ağladığını duymuş. - Sorun nedir küçük kurbağa? diye sormuş prenses. Kurbağa:
- Benim tek istediğim bir arkadaştı fakat belli ki sen beni hiç sevmedin. Ben en iyisi ırmağa geri döneyim, demiş.
Bunu duyan prenses çok üzülmüş. Kurbağanın yanına oturmuş. “Ben senin arkadaşın olurum” demiş prenses ve bu defa içtenlikle söylüyormuş. Sonra da kurbağanın küçük yeşil yanağını öperek; “iyi geceler” demiş. O an bir de ne görsün? Tam bu sırada kurbağa yakışıklı genç bir prense dönüşmüş! Prenses çok şaşırmış.
Zaman geçmiş ve bir süre sonra prens ve prenses çok iyi arkadaş olmuşlar. Birkaç yıl sonra da evlenip sonsuza kadar mutlu yaşamışlar. -
9.
+2 -1iYi YÜREKLi EŞEKTümünü Göster
Bir varmış, bir yokmuş. Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış. Sütçü, çıkarını iyi bilen, çalışkan, gayretli ve kurnaz bir adammış. Sabahları gün ağarmadan uyanır, gider eşeğini uyandırır, neşeli türkülerle onu hazırlarmış :
Güneş şimdi doğmadan
Dostum benim, gel uyan!
Kazanır daima çalışan
Dostum benim, gel uyan!
Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar, ona şeker verir, sağrısını sıvazlarmış. Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?... isteksiz isteksiz bir iki anırırmış. Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış. Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş. O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :
Sabah erken kalkmalı
işimize bakmalı
Öğlen vakti olmadan
Şu sütleri satmalı
Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik, sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş. iki çalışkan arkadaş, horozlar kukkuriku diye bağırmadan, bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar, evlere süt dağıtırlarmış.
“Süüüt!... Sütçüüü!”
Eşek de sahibinden geri kalır mı? Başlarmış bağırmaya :
“Ai... Aaaaiii!”
Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik. Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş. Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş, bir sevinirmiş ki, anlatamam. Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,s ahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş. Boğaz tokluğuna çalışmaktan, sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.
“Süüüt. Sütçüüü! Haydi, sütçünüz geldi!”
Derken, çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü. Zengin olmuş. Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış. Eşek bu duruma üzülmüş. Üzülmüş ama elden ne gelir? Katlanmış çaresiz. Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür, eski günlerini içinden acı acı anarmış.
“Hey gidi günler hey, ne mutluyduk o günlerde! Cepte ağırlığımızca paramız, altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı. Birbirimize sevgimiz vardı. Gülen yüzümüz vardı. Türkülerimiz vardı. Yarınları bekleyişimiz vardı. Canım, her şeyimiz vardı işte!
Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar, ne de hal hatır sorar olmuş.
Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş. Öyle ki, gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış. insan, o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını, dert ortağını, türkü arkadaşını unutur mu? Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...
Derken, sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın. O kadar zayıflamış yani. Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş. Dünya hali bu. Hastalık, düşkünlük olmaz mı?
Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş. Eşek kırılıp döküldükçe, acıma dilendikçe basarmış tekmeyi, sen misin tembellik eden diye. Üstelik ağır sözler söylermiş :
“Seni ucuz hayvan seni! Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek. Geber de kurtulalım bari!”
Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..
iki gözü iki çeşme, öksürüp aksırarak, derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.
Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.
“Aman efendim, ne uyuz hayvan bu? Üstelik her gün hasta. Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine. Bana kalırsa, çalışmayana ekmek olmamalı. Satalım, başımızdan atalım, gitsin!”
Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi, eskisi kadar düşünceli, iyi huylu değilmiş. Üstelik bir sinirliymiş, bir sinirliymiş ki, ne söylense bağırır çağırırmış! Addıbını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :
“Ne demek?” demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak, ha? Olmaz öyle şey! işine gelmiyorsa, defolsun! Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”
Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.
“Yok, vallahi kalmam burda! Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.” demiş kendi kendine, üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...
Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet. Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun, yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış. Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama, yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını, halsizliğini unutup seslenmiş :
“Çiftçi baba, çiftçi baba, istersen torbanı yükle sırtıma. Kaldıracak halin yok belli. Sana yardım edebilirim belki.”
Çiftçi o kadar sevinmiş ki, hayvanın boynuna sarılmış, torbayı sırtına atmış.
“Eşek kardeş, belli, seni Tanrı gönderdi... Sağolasın! Ama sen de ne kadar zayıfsın. Üstelik soluyorsun. Titriyorsun. Besbelli, hastasın. Ama yine de ben, senden daha hasta ve dermansızım.”
iki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler. ihtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :
“Buyur” demiş. “Biraz dinlen. Belki gideceğin yol uzundur.”
Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :
“Gideceğim yer yok ki!”
“Ya evin barkın?”
“Yok... Yok!”
“Eşin, dostun?”
“Yok dedim ya!”
Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya. Sözlerini bitirirken,
“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”
Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :
“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı. Naparsın, dünyanın hali bu! Sen de fazla duygulusun. Belli. Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi? Gel, burada kal. Yemeğime ortak ol. Kıt kanaat geçinir gideriz. Üstelik, biz arkadaş değerini biliriz.”
Pek sevinmiş eşekçik. Yüreğine su serpilmiş. Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar. Günler ayları, aylar yılları kovalamış.
Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği, yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış. ihtiyar :
“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.
Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş. Sormuş soruşturmuş. Eski sahibine kimsenin bakmadığını, pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.
“Ne de olsa eski dost, varayım helâllaşayım. Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.
Yola düşmüş.
Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini. Gitmiş, öpmüş ellerini.
Sahibi önce tanıyamamış. Ama, dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :
“Gel, benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla. Anladım ki arkadaşlık,
dostluk parayla ölçülmemeli. Doğrusu, sen eşekliğinle iyi ders verdin bana. Yalvarırım, sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.
ince duygulu eşek, sahibinin başında uzun süre ağlamış. Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.
ihtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :
“Sevgili dostum, hoş geldin!.. Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor. Başkası olsaydı gitmezdi. Oysa, sen başkalarından çok değişiksin. Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel! Artık bu güzel huyunu öğrendim ya, malım mülküm, varım yoğum senindir. Var, bildiğin gibi yaşa. Şunu unutma sakın; senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!” -
10.
0sanırım uyudular..
-
11.
0odanın penceresini kapadım, battaniyelerini üstlerine örttüm, ışıklarını kapadım.. ohhh tamam artık rahatız..
-
12.
0katıksız huur çocuğusunuz lan. iyi güldüm bu akşam.
-
13.
0Keloğlan ve Sihirli TaşTümünü Göster
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. ihtiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu "Kel oğlum, keleş oğlum" diye severmiş.
Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin alıp balık tutmaya gitmiş. Belki bir kaç balık yakalarım. Anacığımla pişirir, yeriz. Aç karnımızı doyururuz" diye düşünüyormuş.
Irmağın kenarına gelip oltasını salmış. Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş. Pulları gümüş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu...
Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş. Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın. "Hem balığı zütürürüm anama, hem tası" demiş.
Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş. Birden inanılmayacak bir şey olmuş. Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere. Keloğlan çok şaşırmış. Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan. "Bu, sihirli bir tas galiba. Hemen anama haber vereyim" demiş. Evlerine koşmuş.
Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış. Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş. Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış...
Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış. Kendisine hizmetçiler tutmuş. Sevdiği ve istediği her şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş. Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış.
Gereksiz masraflara, lüzumsuz harcamalara girişmiş. "Oğlum bu işin sonu kötü olabilir" diye öğüt vermeye çalışan anasını bile dinlememiş.
"Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim... " diyormuş.
Keloğlan'ın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış.
Herkes "Eski hali bundan daha iyiydi. Gözünü hırs bürüdü Keloğlan'ın" demeye başlamış.
Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş. "Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım. " demiş. Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış. Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş. Daha hızlı daha hızlı daldırmaya başlamış tası. Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş. Birden tas elinden kayıp suya düşmüş. Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış. Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış. Binbir güçlükle kenara çıkmış. Kendisi suda çırpınıp dururken, biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp zütürmüşler.
Artık tası bulmanın da imkanı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş. Başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın:
- Üzülme yavrum, demiş. Hay'dan gelen Hû'ya gider. Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın. Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı. Böylesi daha iyi oldu. Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun."
Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş. Anasına hak vermiş.
O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış. -
14.
0hansel ve gretelTümünü Göster
Bir zamanlar anneleri daha bebekken ölen Hansel ve Gretel adında iki kardeş varmış. Odunca olan babaları, anneleri öldükten birkaç yıl sonra tekrar evlenmiş. Oduncunun yeni karısı hali vakti yerinde bir aileden geliyormuş. Bu kadın ormandaki virane bir kulübede oturmaktan ve kıt kanaat yaşamaktan nefret ediyor ve üvey çocuklarını da hiç sevmiyormuş.
Hansel ve Gretel çok soğuk bir kış gecesi, yataklarına yatmış uyumaya hazırlanırken, üvey annelerinin babalarına, “Çok az yiyeceğimiz kaldı. Eğer bu çocuklardan kurtulmazsak, hepimiz açlıktan öleceğiz,” dediğini duymuşlar. Babaları bağırarak karşı çıkmış. “Tartışmaya gerek yok,” demiş karısı. “Ben kararımı verdim. Yarın onları ormana zütürüp bırakacağız.” “Endişe etme,” diyerek kardeşini teselli etmiş Hansel. “Evin yolunu buluruz.” O gece Hansel geç saatlerde gizlice dışarı çıkmış ve cebine bir sürü çakıl doldurmuş.
Sabah olunca, ailece ormana doğru yürümeye başlamışlar. Yürürlerken Hansel cebindeki çakılları kimseye fark ettirmeden atıp, geçtikleri yolu işaretlemiş. Öğle üzeri babalarıyla üvey anneleri onlar için bir ateş yakmışlar ve hemen geri döneceklerini söyleyip ormanın içinde yok olmuşlar. Tabii geri dönmemişler.
Kurtlar etraflarında ulurken tir tir titreyen Hansel ve Gretel ay doğana kadar ateşin yanından ayrılmamış. Sonra ay ışığında parlayan çakılları izleyerek hemen evin yolunu bulmuşlar.
Babaları onları görünce sevinçten havalar uçmuş. Üvey anneleri de çok sevinmiş gibi davranmış ama aslında kararını değiştirmemiş. Üç gün sonra onlardan kurtulmayı tekrar denemek istemiş. Gece, çocukların odasının kapısını kilitlemiş. Bu sefer Hansel’in çakıl toplamasına izin vermemiş. Ama Hansel zeki bir çocukmuş. Sabah ormana doğru yürürlerken, akşam yemeğinde cebine sakladığı kuru ekmeğin kırıntılarını yere saçıp arkasında bir iz bırakmış. Öğleye doğru üvey anneleriyle babaları çocukları yine bırakıp gitmişler. Onların geri dönmediklerini görünce, Hanse ve Gretel sabırla ayın doğup yollarını aydınlatmasını beklemişler. Ama bu sefer geride bıraktıkları izi bulamamışlar. Çünkü kuşlar bütün ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler.
Bu defa çocuklar gerçekten de kaybolmuşlar. Ormanda, üç gün üç gece, aç açına ve korkudan titreyerek dolanıp durmuşlar. Üçüncü gün, bir ağacın dalında kar beyazı bir kuş görmüşler. Kuş onlara güzel sesiyle şarkılar söylemiş. Onlar da açlıklarını unutup kuşun peşine düşmüşler. Kuş onları tuhaf bir evin önüne getirmiş. Bu evin duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerdenmiş. Çocuklar tüm sıkıntılarını unutmuşlar ve eve doğru koşmuşlar. Tam Hansel çatıdan, Gretel de pencereden bir parça yiyecekken içeriden bir ses duyulmuş: “Evimi kim kemiriyor bakiim?” Bir bakmışlar kapıda dünya tatlısı yaşlı bir teyze. “Zavallıcıklarım benim,” demiş kadın, “girin içeri.” içeri girmişler ve hayatlarında hiç yemedikleri yiyecekleri yemişler. O gece kuş tüyü yataklarda yatmışlar.
Fakat sabah her şey değişmiş. Yaşlı kadın dikkatsiz çocukları tuzağa düşürmek için evini ekmek ve pastadan yapmış bir cadıymış meğer. Hansel’i saçlarından tuttuğu gibi yataktan kaldırmış ve onu bir ahıra kilitlemiş. Sonra da Gretel’i sürüye sürüye mutfağa zütürmüş. “Kardeşin bir deri bir kemik!” demiş cırtlak bir sesle. “Ona yemekler pişir! Onu şişmanlat! Eti budu yerine gelince ağzıma layık bir yemek olacak! Ama sen hiçbir şey yemeyeceksin! Bütün yemekleri o yiyecek.” Gretel ağlamış, ağlamış, ama çaresiz cadının söylediklerini yapmış.
Neyse ki Hansel’in aklı hâlâ başındaymış. Gözleri pek iyi görmeyen cadıyı kandırmaya karar vermiş. Cadı şişmanlayıp şişmanlamadığını anlamak için her sabah Hansel’in parmağını yokluyormuş. Hansel de parmağı yerine bir tavuk kemiği uzatıyormuş ona. “Yok, olmaz. Yeterince şişman değil!” diye bağırıyormuş cadı. Sonra da mutafa gidip Gretel’e daha fazla yemek yapmasını söylüyormuş.
Bu böyle bir ay sürmüş. Bir gün artık cadının sabrı taşmış. “Şişman, zayıf fark etmez. Bugün Hansel böreği yapacağım!” diye haykırmış Gretel’e. “Fırına bak bakalım hamur kıvama gelmiş mi!” Korku içinde yaşamasına rağmen Gretel’in de Hansel gibi hâlâ aklı yerindeymiş. Cadının onu fırına iteceğini anlamış. “Başımı fırına sokamıyorum! Hamuru göremiyorum!” diye sızlanmış. Cadı elinin tersiyle Gretel’i hızla kenara itmiş ve başını fırına sokmuş. Gretel bütün gücünü toplayıp yaşlı cadıyı fırının içine itmiş, sonra da arkasından kapağı kapamış.
Hansel böylece kurtulmuş, ama hâlâ eve nasıl gideceklerini bilmiyorlarmış. Tekrar ormana dalmışlar. Bir süre sonra karşılarına bir dere çıkmış. Bir ördek önce Hansel’i sonra da Gretel’i karşı kıyıya geçirmiş. Çocuklar birden bulundukları yeri tanımışlar. Hızla evlerine doğru koşmuşlar. Onları karşısında gören babaları çok mutlu olmuş. Sevinç gözyaşları içinde, onları ormanda bıraktıktan kısa bir süre sonra o acımasız üvey annelerinin ailesinin yanına gittiğini söylemiş. Yaptıkları için üzüntüden nasıl kahrolduğunu anlatmış.
Babalarını bir sürpriz daha bekliyormuş. Hansel ceplerinden, Gretel de önlüğünün cebinden cadının evinde buldukları altın ve elmasları çıkartmışlar. Ailenin tüm sıkıntıları sona ermiş böylece. O günden sonra da ömürlerini mutluluk içinde sürdürmüşler. -
15.
+2Bebişincidir neslimiz
kalkıp durur gibimiz
ulan huur çoukları
nedir bizle derdiniz?
- - -
am var am var dediniz
dötüncülere peşkeş çektiniz
Olum biz bebişinciyiz
ananızı giberiz
---
ulan sürtük panpalar
uyku dötümü tırmalar
buda benden size gelsin
sesinizi biraz kesin. -
16.
0Gümüş Gözlü DevTümünü Göster
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı'nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış.
Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş. Aksine altın gibi bir kalbi varmış. Herkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış.
Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş. En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış. En çok sevdiği kelimeler: "Öldürün! Kesin!.." gibi kelimelermiş.
Gümüş Gözlü Dev'in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev'in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş. Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, "Ona bir şey olursa ben ne yaparım?" diye düşünüyormuş.
Günlerden bir gün korktuğu başına gelmiş. Kardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek zütürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş. Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış. Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - zütürün bu beceriksizi. Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş.
Gümüş Gözlü Dev de oradaymış. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın.
Cellatlar koşup gelmişler. Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler. Gümüş Gözlü Dev'in gözlerinden yaşlar süzülmüş. Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış. Cellatlara yetişmiş. Önlerinde diz çöküp yalvarmış:
- "Ne olur kardeşimi serbest bırakın. Annem onun yokluğuna dayanamaz. Benim başka kardeşim yok ki... " diye ağlamış. Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış.
- Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye
cevap vermişler.
Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş. Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar.
Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış. Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş. Yere yuvarlanmışlar. Gümüş Gözlü Dev altta kalmış.
Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmış. Fakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuş. Gümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış. Yüzündemutlu bir görünüm varmış. Nazlı çiçek O'nun öldüğünü anlayınca:
- Benim için kendini feda etti. Bir daha Kaf Dağı'na O'nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse gelemez... diye ağlamış, ağlamış... -
17.
0karga ile tilki
Bir varmış bir yokmuş; bir zamanlar bir ağacın dalında neşeyle dans eden bir karga varmış. Karga çok mutluymuş, çünkü ağzında kocaman bir peynir parçası varmış, karga bulduğu peynirden dolayı çok ama çok mutluymuş. Ağzındaki kocaman peyniri tam midesine indirmek üzereymiş ki, ordan geçmekte olan bir tilki kargayı görmüş. Kurnaz tilki kargayı kandırıp, peyniri alabilmek için bir plan yapmış ve kargaya demiş ki ‘Karga kardeş, merhaba, ne kadar güzelsin, sesin de çok güzelmiş, herkes bunu konuşuyor, ben de bunca yolu senin sesini duyabilmek için geldim’ demiş. Bu güzel sözleri duyan karga hemen kendini kanıtlama sevdasına düşmüş ve ‘Ben senin için güzel bir şarkı söylerim’ demiş. Bunu söylemek için ağzını açar açmaz, kocaman peynir parçasını da ağzından düşürmüş. Kurnaz tilki hemen düşen peynir parçasını alıp, kaçmış. Eli de, karnı da boş kalan karga da bir daha güzel sözlere inanıp, elindekini kaptırmaması gerektiğini anlamış -
18.
0KUYRUKSUZ TiLKiTümünü Göster
Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...
Şimdi size tilki ile Henife Bacı'nın masalını anlatacağım. Bir zamanlar Henife Bacı diye bir ihtiyar kadın varmış. Kendi halinde, kimsesiz, zavallı bir kadınmış. Köylüler bunu çok severmiş. Her sene bu köyde yaylaya gidilirmiş. Giderken, Henife Bacı'yı da zütürürlermiş.
Bu sene de yaz gelmiş, yaylaya çıkmışlar. Yaylada ot çok, su çok, hayvanlar yiyor, içi besleniyor. Tereyağı yapıyorlar, petekler var, bal tutuyorlar. O yazı öyle yaylada çalışarak geçiriyorlar. Henife Bacı'nın da bir kaç tene keçisi, koyunu varmış. Onlardan biraz kendine göre tereyağı yapmış, bir iki petekten biraz bal tutmuş.
Derken güz gelmiş. Bunlar yüklenip köye dönecekler; arabalarını yüklemişler. Henife Bacı'nın da bir eşeği varmış. Yüklerini eşeğine yüklemiş, köylülerin arkasından yavaş yavaş geliyormuş, bir taşın yanından geçerken, Henife Bacı su dökmek ihtiyacı duymuş. Eşeğini durdurmuş, taşın arkasında oturmuş. Demek ki bunu da bir kurnaz tilki takip etmiş. Biliyor ki kimsesizdir, fukara bir kadındır, sahibi yoktur. Gidip bunun küplerini aşağıya indiriyor, tereyağını yiyor, içine çıtısını, pıtısını yapıyor. Sora balı yiyor, içine işiyor, tekrar koyuyor yerine; hiç ellememiş gibi çıkıp gidiyor.
Henife Bacı işini görüp, eşeğinin başına dönüyor, yavaş yavaş gidiyor köye. O akşam çok yorgundur. Küpleri indirip koyuyor salona, dinleniyor, yatıyor. Sabahleyin :
- Bir bakayım tereyağ ile balım nasıldır? Bir iki lokma yiyeyim. Henife Bacı küpün ağzını açıyor, bakıyor ki ne pis bir koku düşmüş içine, pislik var içinde.
- Allah Allah! Bu nerden geldi? diyor. Kadın şaşıtıyor. Diğerinin ağzını açıyor, bakıyor ki yine pislik!!!
- Vay bunu benim başıma kim etti? diyor. Düşünüp taşınıyor, bir türlü aklına bir fikir gelmiyor. Sonra bir bakıyor ki, kapısının önünde bir dibek taşı varmış; bu dibek taşının üstüne bir tilki gelip oturmuş :
- Henife Bacı, Henife Bacı! Yağını yedim, balını yedim, içine çıtımı pıtımı ettim, verdim elan. Vayyy! Demek benim başıma bu tilki bele oyun oynadı. Tilki senin alacağın olsun. Allah büyüktür.;
Tilki her gün böyle geliyor, bu kadının böyle hem yağını yiyip, hem balını yiyip, hem de kadıncağızı kızdırıyor. Diyor ki:
- Sen dur tilki, ben de senin başına bir oyun oynayayım sen de gör.
Kalkıp gidiyor, köye varıyor. Oradan buradan biraz kara sakız getiriyor, dibek taşının üstüne koyuyor. Güneş vuruyor, o kara sakız eriyor. Tilkinin haberi yok tabi. Tilki geliyor, taşın üstüne oturuyor. Oturur oturmaz bağırıyor :
- Henife Bacı, Henife Bacı! Yağını yedim, balını yedim; içine çıtımı pıtımı ettim, verdim elan. diye.
- Tamam, sen bir dur!.. Gidip köpekleri çağırıyor,
- Hella hella!..Bu tilkiyi tutun!
Valla tilki yapışmış kara sakıza. O yana dönüyor, bu yana dönüyor, bir türlü kendini kurtaramıyor. Hızla kalkarken kuyruğu kopuyor. Tilki gidiyor ama kuyruğu kalıyor. Henife Bacı diyor ki :
- işte ben de senin başına oyun ettim.
Alıp kuyruğu getiriyor eve. Getirip o temiz kara sakızları yiyor, boncuk takıyor, zil takıyor, süslüyor püslüyor, asıyor pencerenin önüne. Tilki gidiyor geliyor, boynunu büküyor, kuyruğuna bakıyor .Yalvarıp yakarıyor :
- Henife Bacı, ben ettim sen etme; kuyruğumu ver. Ben tilkilerin içine gidemiyorum. Üstüme geliyorlar.
- Valla ölsem vermem. Yağımı, balımı getirmezsen vermem.
Tilki gidiyor geliyor, Henife Bacı’nın içi acıyor:
- Neyse, baldan, yağdan vazgeçtim; git bana iki büyük yoğurt getir, o zaman senin kuyruğunu vereyim.
Tilki - Peki diyor. O yana gidiyor bu yana gidiyor, bir bakıyor ki bir kuru yoncanın içinde üç dört tane koyun otluyor. Koyunlara yalvarıyor:
- Koyun, Koyun!... N’olor kurban olam, bana biraz süt verin, yoğurt verin Henife Bacı'ya zütüreyim, belki benim kuyruğumu verir.
Koyunlar :
- Git bize ot getir, otu yiyelim, sana süt verelim.
Tilki gidiyor. Güz zamanıdır, yoncada ne ot var, ne bişi. Kurumuş kalmış her yer. Gidip oturuyor tarlanın başında, yoncaya diyor :
- Yonca, yonca!... N’olor bana biraz ot ver, ben zütüreyim koyun yesin; süt versin,
yoğurt yapayım vereyim Henife Bacı’ya. Benim kuyruğumu versin.
Yonca : - Valla biz şimdi sana veremeyiz. Git biraz su getir, bizi sula ki biz yeşerelim, ondan sonra sana ot verelim; sen de zütür ver koyuna, sana süt versin.
Tilki oraya gidiyor buraya gidiyor bakıyor ki, dereler donmuş, sular akmıyor. Kendi kendine diyor :
- Ben nerden getiririm?
Kaçıp gidiyor çocukların yanına :
- Ayşe, Fatma, Memo!... Gelin bu buzun üstünde oynayın, buz kırılsın; belki su akar, gideyim yoncaya, yonca yeşersin, ben de biçip zütüreyim koyuna yesin süt versin; yoğurt yapayım zütürüp vereyim Henife Bacıya; sonra benim kuyruğumu versin.
Çocuklar :
- Valla bizim ayağımız yalınayaktır. Git bize ayakkabı getir, ayakkabıyı giyelim sana su verelim.
Tilki kalkıp gidiyor ayakkabıcıya, ayakkabıcıya yalvarıyor :
- N’olor, iki üç çift ayakkabı ver bana. zütürüp vereyim çocuklara, giysinler buzun üstünde oynasınlar; belki buz kırılır, su akıp gider yoncaya, yonca yeşerir, ot verir. Otu vereyim koyuna, koyun yesin süt versin; sütü yoğurt yapayım, vereyim Henife Bacı’ya, sonra benim kuyruğumu versin.
- Peki ne paran var, ne pulun var? Ben sana ayakkabı nasıl vereyim? Git bir sepet dolu yumurta getir.
Tilki gidiyor tavukların yanına, tavuklara yalvarıyor :
- Tavuklar, kurban olayım, biraz yumurta verin. zütürüp vereyim ayakkabıcıya, bana birkaç çift ayakkabı versin, zütürüp vereyim çocuklara, oynasınlar buzun üstünde,buz kırılsın,su aksın, gitsin yoncaya yeşertsin; otu alıp koyunlara vereyim bana süt versinler, ondan yoğurt yapayım Henife Baci'ya,benim kuyruğumu versin.
Tavuklar diyor :
- Vallahi biz ne yiyelim? Git bize bir tencere buğday getir; Biz yiyelim sana yumurta verelim.
Tilki kaça kaça gidiyor, bakıyor bir tarlada harman yapılıyor. Bir teneke buluyor, doldurup buğdayı kaçıp getiriyor, döküyor tavukların önüne. Tavuklar yiyorlar, ondan sonra yumurtluyorlar. Sepeti yumurta ile dolduruyor, alıp zütürüyor ayakkabıcıya :
- Al sana yumurta.
O da diyor: - Al sana üç çift ayakkabı.
Alıp getiriyor çocuklara, çocuklar çok seviniyorlar. Buz üstünde hopluyorlar hopluyorlar buz kırılıyor,su akıyor. Su geliyor yoncaya, yonca yemyeşil ot veriyor. Bu güzelce otu biçiyor, zütürüyor koyuna. Koyun otu yiyor, iki kap dolusu süt veriyor. Tilki alıp zütürüyor Henife Bacı'ya. Diyor:
- Al Henife Nene, al bunu mayala, yoğurt yap, benim kuyruğumu ver. Hadi yine neyse, sana acımam geldi.
Kuyruğu güzelce bunun arkasına dikiyor. Kuyruğundan da güzel güzel boncuklar, ziller, pullar pırıl pırıl parlıyor. Tilki şişe şişe, kuyruğunu sallıya sallıya gidiyor ormana, tilkilerin içine. Tilkiler hepsi toplanmışlar.
- Vay ağa geldi, paşa geldi. Sen nerden geldin? Sen bu kuyruğu nerden buldun?
- Valla istiyorsanız, size de yaparım aynısını. Sırrını size diyeyim.
Diyorlar - Söyle, ne olsa yaparız.
- Peki, gelin. Bu köyün altında bir dere var. Sizi zütüreyim oraya, kuyruklarınızı koyun derenin içine, donacak kuyruklarınız; sabah işte böyle olur. Ama böyle sabaha kadar soğuktan donsanız da, sudan çıkmayacaksınız.
Tilkiler tamam diyorlar.
Yirmi, yirmi beş tene tilki giriyorlar derenin içine, hepsi böyle yan yana duruyorlar. O da gidiyor uzakta bir yerde oturuyor. Akşam serindir, ayazdır tabi, su donuyor. Kuyruklar bütün birbirine yapışıyor. O kadar soğuktur ki ;sabaha karşı bizim tilki bağırıyor, köpekleri çağırıyor :
- Hala, hala!... Gelin bu tilkilere!
Köpekler bağırıyorlar, çağırıyorlar, hücum ediyorlar. Canını kurtaran tilki kaçıyor, kuyruğu kalıyor, tilki kaçıyor, kuyruğu kalıyor... Valla dere tilki kuyruğu ile doluyor. Ondan sonra gidip neneyi çağırıyor :
- Henife Bacı, Henife Bacı! .. Gel bak, ne kadar sana kuyruk topladım.
Henife Bacı koşa koşa geliyor; sevine sevine kuyrukları topluyor, zütürüyor eve. Hepsini açıyor, kendine, güzel bir post yapıyor, sobanın yanına koyuyor; kışın üstünde sıcak sıcak oturuyor. Tilki de alıp kuyruğunu kaçıyor. Ama öbür tilkilerin yanına korkudan gidemez tabi, o da başka tarafa gidiyor.
Henife Bacı da postunun üstünde oturup yoğurdunu yiyor. Yiyip içip muradına eriyor. -
19.
0siz takılın biz okuyak gurban.
-
20.
0hileci alakarga ve kuşlar
Bir gün ormanların kralı arslan kuşların da bir kralının olmasını istemiş ve bütün kuşları karşısına çağırmış. Kuşlara demiş ki; “Hepiniz toplanıp içinizden en güzelini seçin; size kral olsun!!"
Bunu duyan kuşlar hemen subaşına gitmişler. Kral olmak için güzelleşme çabalarına girmişler. Hepsi de güzel olabilmek için yıkanmışlar, taranmışlar. Ama içlerinden bir tanesi ne kadar çabalasa da güzel olamayacağını anlamış. işte bu kuşun adı alakargaymış. Güzelleşemeyeceğinin farkında olarak çaresizce ‘Bir plan yapmalıyım’ demiş kendi kendine. Kurnaz alakarga öteki kuşlar yıkanırken ve taranırken onlardan düşen tüyleri toplamış. Sonra da topladığı tüylerin hepsini başına, sırtına, bacaklarına birer birer takmış.
Sonunda kuşlardan birisinin kral seçileceği gün gelip çatmış. Süslenip güzelleşen kuşların hepsi arslanın huzuruna gitmişler. Tabi kuşlardan düşen tüyleri vücuduna takan alakarga da oradaymış. Bütün kuşlar arslanın karşısına çıktıktan sonra, ormanların kralı arslan kuşların karşısına geçip uzun uzun bakmış. Tüm kuşları inceledikten sonra hileci alakargayı göstererek; “içinizde en güzeliniz alakarga. Ben alakargayı size kral yapacağım" demiş. Güzelleşmek için o kadar uğraşan diğer kuşlar da bu kararı duyunca kıskançlıklarından alakarganın üstüne atlamışlar. Bütün kuşlar kendi tüyünü bulup geri almış. Zavallı alakarga üzerinde onu güzel gösteren tüyler kalmayınca yine eski haline dönmüş. Hilesi meydana çıkınca da çok ama çok utanmış.