-
1.
+9 -46Ülkemde ayet istemiyorum bro
-
-
1.
+3 -2gibtirgit ozaman bu ülkeden
-
2.
+5 -1Kardeş sana Caner Taslaman yazıyorum. Adam müslüman fizikçi işini görür.
-
-
1.
0Fizikçi mi ahahahahahahahaha
-
1.
-
3.
0@1 Aç tefsirini oku at kafası
-
4.
0defolup gidebilirsin seni isteyen de yok
diğerleri 2 -
1.
-
2.
+24 -1Bak güzel kardesim . Bu âyetleri bulmuşsun da öncesi nerde ? Onlar da önemli . Yoksa siz yanlış anlarsınız .
-
-
1.
+6Ve yahut sen anlayamamissindir?
Hem şunu belirtmek isterim ki bir insanın içinde inanmak gelmiyorsa istediğin kadar kanıt göster inanmaz. -
-
1.
+4her sure berilri bir konuyu furuplanrımak için bölünmüştür. okadar ayeti okadar sureyi neden nasıl ayırmılar dersiniz. bir ayetle ilgili çelişki yada anlaşmazlık varsa öncesi ve sonrası da o konuya dahil elimelidir. o kısım farklı gibi de görünse konuyu bir bütün olarak ele almak daha doğrudur
-
1.
-
1.
-
3.
+4 -4ateistler kurani bizden daha cok okuyor yada copy paste ama salaklar anlamiyor kucuk ayrintilarini beyinle cozmeye calisiyorlar kur an in sirrini aciklamak neredeyse imkansizdin eliflammim i de kimse bilmiyor bilemiyor
-
-
1.
0Umarım nick trolldür
-
1.
-
4.
-4yav olm salak mısınız siz Allahın işi gücü yok miras paylaştırıyor ve siz de bu yüce varlığa inanıyorsunuz
-
5.
+3 -1Çok yanlis yerdesin
Imam hatipler kapatılsın -
6.
+1 -2Amk kafiri
-
7.
+2Bilime ters dediği ayetler bilimin bile anlayamacağı kadar bilimsel ayetler. Saol bro imanım arttı senin copy paste n sayesinde
-
8.
-11-) güneşin battığı karadelik, doğduğu yer Nebula. Hz. Zülkarneyn bilimin peygamberi uzayda dolaştîğına dair rivayetler var
2-) gökyüzünde toz parçacıklarından suya kadar her şey var, normal şartlarda evrende bulunan kütle çekim yasasına göre bu gazların katılması sıkışması ve yeryüzün ateş topu olması gerek. Kıyamet süresinde böyle bir tabir vardı yanılmıyorsam eriyen gök.
3 -) o ayetin mealinin yanlış olduğunu düşünüyorum.
4-) sen melekleri görüyormusun ki gök krallıklarını göreceksin.
5-) burda bir şey yok
Geri kalan da copy paste ve yine züt kadar yarım kaldı -
9.
+1Ya kardeş Allah aşkına bi gibtir git artık
-
10.
+1Kör oldum
-
11.
+1Inanamiyorum hepsini okudum
-
12.
+1Rezervasyon
-
13.
+1Bi dur aq
-
-
1.
+1Panpa senin şurda yazdıklarınla kimsenin görüşü değişmiyor emeğin boşa gidiyor aq
-
1.
-
14.
+1Nerden bilek amk
-
-
1.
+3Aklını kullanmak gerek. Dine bak muslumanlara degil...
-
1.
-
15.
+1Tefsir kitabın yok mu amk yoksa bende bir seri vardı çekip atam.
-
16.
+1Okumaya üşendim bi ara okuyup detaylı yazarım .
-
17.
+1Açıklamayı okuyun (bkz: Deist)
-
18.
0Bakara/62.Ali imran-85. Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? işte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır. !Alıntı!Tümünü Göster
(karmaşa olmaması adına hz.Musa dönemindeki yahudilere musevi hz.isa dönemindeki hristiyanlara da isevi demeyi tercih ettim )
o dönemin şartına göre hangi peygamber gönderildiyse ona uyulması öğütlenmiştir dönemine göre museviler ve iseviler de günahlarından tövbe ettiklerinde cennete gidecektirler bir sonraki din henüz gelmediğinden o dönemin musevileri salih din mensubu isevilikte ise iseviler cennete gidecektirler. lakin müslümanlık yani islam geldiinde ise ki dinin asıl adı "islam" dır (müslümanlık inanmaktan gelmektedir ve tüm semevi dinleri içine alan bir isimdir hz.Musa döneminde museviler birer müslüman yani kelime anlamıyla inanandır) islam sonrasında ise yahudilik ve hristiyanık geçerliliini yitirdiği için islam ı seçmek gerekmektedir. imanın atlarından biri Allahın peygamberlerine inanmak bir diğeri de kitaplarına inanmak ise Kuran ve Hz.muhafazid(s.a.v) e inanmak şarttır. zaten eskisi değiştirilip bozulduğu için yenilenen dinde eskinin hükmü olamazdı
Bakara-180.Nisa/ 11-12. ilk ayette vasiyetin yerine getirilmesinin art olduğu ikinci ayette ise nası yerine getirileceği anlatılmaktadır bir çelişki söz konusu değildir
Enam-163. Araf-143.Ali imran- 67 Hz.muhafazid sav ve Hz.musa ra müslüman olduklarında (ki yukarıda kelime anldıbının inanmak olduğunu belirtmiştim)o dönemdeki ilk müminler oluyorlar ki yeni bir kitap ve yeni bir inanış ile gelen nebi olmayıp her ikiside resul sınıfından peygamberlerdir ve o dinin ilk müminlerindendirler (nebi kendinden önceki gönderilen peygamberin dinini devam ettiren Resul ise o dinin bozulup geçerliliğini yitirdiği için yeni dini tebliğ eden peygamberlerdir )
"Ali imran- 67. ibrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." buradaki ayette yukarıdaki ayetleri geçersiz kılan bir yer yoktur Hz ibrahim her iki peygamberden de önce gönderilmiş bir peygamberdir resuldür.
vaktim olmadığı için burada bırakıyorum yazım hataları ve anlaşlmayan kısımlar olursa k.bakmayın imla ve kalan kısım için düzeltme geçerim gün içinde -
19.
011) Maide(5)/69. إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَىTümünü Göster
مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
(grammer hatası)
Kur’an'da var olduğu iddia edilen gramer hatalarına bir örnek olarak gösterilen Maide Suresi 69. ayette yer alan kelimenin farklı kullanımına yapılan itiraza gelince:
Evet, cümlenin normal akışına göre, merfu/ötreli/vavlı olarak kullanılan “es-Sâbi’ûne” kelimesinin, mansup, üstünlü/yâlı olarak “es-Sâbi’îne” şeklinde olması gerekirdi. Nitekim, aynı kelime, diğer iki ayette, yani; Bakara 62. ve Hacc 17. âyetlerinde “es-Sâbi’îne” şeklinde kullanılmıştır. Çünkü cümlenin başında bulunan “inne” lafzı “nasb” adı verilen bir harekeleme şeklini gerekli kılar ve “ya” da “nasb alâmeti” dir. Fakat Mâide 69. âyette “es-Sâbi’ûne”’ye “ref‘” alameti olan vav verilmiştir. Bu sebeple burada kural dışı bir irab söz konusudur.
Ancak şu bir gerçektir ki, en meşhur ve muteber Arap dili nahivcileri ve gramerciler, Maide 69. âyeti de görmüş ve üzerinde kafa yormuşlardır. Arap dili uzmanlarına göre;
- Genel kaideden farklı bir kullanımın adı “hata” değil, şazz/istisnadır.
- Kur’ân gibi önemli bir kitapta böylesine basit gramer hatalarının yapılamayacağı kesindir.
- Bu gibi inhiraflar/şazlar/istisnalar Arap dili ve gramerinin diğer kaynaklarında da vardır. Ve bunlara hata olarak bakılmaz.
- Nitekim Zemahşerî, Kur’ân tefsirinde, adı geçen âyetin hemen devamında islam öncesi şairlerden birine ait bir beyti zikretmiştir. Beytin “ennâ ve entum” kısmı, “ennâ ve iyyâkum” şeklinde olmalıydı. Fakat biz burada genel kaideden bir istisnanın olduğunu görüyoruz. Bu beyit bu çeşit inhirafların “Gramer Hatası” olarak adlandırılamayacağına yeterli bir delildir.
Bu nevi şâzların, en azından câhiliye dönemi şiirlerinde mevcut olduğunu ve bilindiğini doğrulamaktadır. Nitekim bu tür şâzlar, Arap dili ve edebiyatı hakkında bilgi sahibi hiç kimse tarafından hata olarak isimlendirilmemiş ve isimlendirilmemektedir.
- Bu ve benzeri ayetlerin farklı konumları, hemen bütün tefsirlerde söz konusu edilmiş ve farklı yorumlarla bunun bir gramer hatası olmadığı sonucuna varmışlardır.(Misal olarak bk. Taberî, Razî, Kurtubî, Alusî, ilgili ayetlerin tefsiri).
- muhafazid Hamidullah’ın da işaret ettiği gibi, Kur’ân zaman zaman gramere uymayabilir. Bu durum Kur’ân’ın kendi dilini yine kendisinin oluşturmasından kaynaklanmaktadır.
- Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerîm sadece edebî lehçeden beslenmez, onun dil yapısında eşit derecede olmasa da altmış dört Arap lehçesinin payı vardır. Halbuki gramer edebî lehçeye dayanılarak oluşturulmuş bir yapıdır.
!Alıntı!
çelişkili ayetler için
öncelikle yazıdaki ayetlere dikkat edersen peşpeşe gelen yada birbirlerine yakın ayetlerdir. çelişkiye düşen bir insan için bile çok yakında ve farkedilebilir mesafedeyken Yüce yaratıcımız Allah bu çelişkiyi elbetteki farkedebilir ki bu ayetlerde çelişki olamadıgını her bir karşılaştırmalı ayet için o surenin bütününü ele almak gerekir.
Öncelikle
Enfal-65 Eğer sizden yirmi tane sabreden olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.
Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır: Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu nisbetin sadece yirmi ve ikiyüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.
ikincisi islâmiyet'in başlangıcında askeri birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.
Bu, yani bu galip gelme o kâfirlerin gerçekten anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah (Allah kelimesini yükseltmek) niyyetiyle değildir. Hamiyyet-i cahiliyye denilen kavmiyyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir. Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri herşeydir, ahiret hayatı ise bir hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi, onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan anlaşılıyor ki, ilk müslümalar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş bulunan üçyüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü kuvvet bakımından müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az üçbin kişi olmaları gerekirdi.
Enfal-66 Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi, birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl, 8/16) hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.
Allah'ın yardımına ermek için her halükârda sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar. Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde müslümanlar, iki kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da islâm Tarihi'nde Allah'ın izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır
Mücadele-12.13 burada çelişki göremedim ama sadaha verilmemesinin nedenin Herşeyi gören ve bilen bir yaratıcının o sebebi gördüğü için bunu belirttiği ve bir önceki ayette bağışlayabileceğini tebliğ ettiği ve bunu uyguladığını gördüm üzerinde duracak bir çelişki yok sanırım
Nisa-78.79 Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülükgelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah’tandır” de
hepsi Allahtandır o dilediğine iyilik dilediğine de kötülüğü dokunacak kudreti elinde tutandır lakin merhameti boldur ve kimseye sebepsiz kötülüğü bulunmayandır. bir günaha bir ceza bir sevaba bin mükafat vermesi de bunu gösterir. Allah'ın adaleti de şüphesiz vardır ve insan yaptığı kötülüğe karşı aldığı bir kötülüğü Allah takirinde de olsa kendi bunu bilerek ve görmezden gelerek bir nevi kendinden bir kötlük bulmaktadır
kendim ettim kendim buldum ! -
20.
06) Araf(7)/80,81,84 lut kavminin yani Hz. lut un tebliğ için gönderildiği kavminin eşcinsel sapıklık iinde olduğu ve üzerlerine gönderilen azabın "yağdırılmak" kelimesi özellikle kullanılmasını nasıl bir sona gelindiğini göstermiştir. volkanik patlamalar sonucu şehir üzerine taşlar yağmış ve çok büyük jeoloik olaylar sonucu bölge hala youn kükürt nedeniyle hiçbir canlının yaşamasına izin vermemektedir. lut gölü ve çevresi şuan bile yerleşik yaşama elverişsiz bir bölgedirTümünü Göster
7) Yasin(36)/37,38,40.
37- Onlara bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak hatırlatılmış oluyor. ikinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim "geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur.
38- Güneş de, bir âyettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi mânâsına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.
MÜSTEKARR: Mimli masdar, ismi zaman, ismi mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği için, bu ifade birçok mânâlara uygundur.
Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir tesadüf ile değil.
ikincisi: Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).
Üçüncüsü: ismi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.
Dördüncüsü: ismi mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.
işte o, şaşırtıcı cereyan o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye galib ve hakim ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip doğru yolu gösteren Allah'ın takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir. Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, bizzat ezelî bir müessir (etken) hiç değildir
40-Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, ne gece gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. "yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ Sûresi'nde geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.
Yalnız güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu? diye sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
!Alıntı!
8) Necm(53)/45,46. erkeğin ve dişinin bir damla sudan iki ayrı cins olarak yaratılığı döllenmenin ilk evresinde bir damla su gibi olan döllenmiş hücrenin iki ayrı cinse dönüşebildiği açıkça anlatılmış. derin anlamda yaratılış sebebinden de bahsedilme vardır
Tarık(86)/5,6,7Onun için insan baksın, üstünde bulunan göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak veya yüksek yıldız gibi göze gönüle çarparak nefsine gelen Târık'a bakıp içinden ve dışından nasıl yüksek bir koruma ve kontrol altında bulunduğunu anlamak ve ona göre fenalıktan sakınıp sonunda sevinebileceği görevleri gayret sarfederek yapmak üzere kendini düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı?
Bazıları burada insan nefsinin, "heykeli mahsüs" yani görünen heykel denilen bedenden ibaret olduğunu ve bu şekilde bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan ibaret olduğunu düşündürme akışı içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu tamamen doğru değildir. Zira "insan baksın" emrinden, ilk evvel insanın bedenden ibaret değil, bakan, yani düşünen şey demek olduğu anlaşılır ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği gibi "Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir, kendi nefsini görür."(Kıyamet, 75/14) âyetinin ifade ettiği mânâ ile tamamen aynıdır. Gerçi cevapta insanın bedeni itibarıyla yaratılışı, yaratılmaya başlanması anlatılmış ise de bundan insanın bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış aşamalarından bir aşamaya ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış olur.
ikinci olarak, bu sorunun bu şekilde sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde bulunan koruyucu ve gözetici karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir uyarı bulunduğunda şüphe yok ise de asıl sorunun gelişi, o değersizliği düşündürmek değil, onu değersiz bir başlangıçtan yaratıp yükselterek "düşünen insan" derecesine getiren yüce yaratıcının yaratma ve korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o yaratıcının tekrar yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla "Bütün sırların yoklanacağı gün"de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp Allah'a doğru yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini anlatmaktır ki nazar, yani bu âyette emredilen bakma ve düşünme, bu çabanın başlangıcı demektir.
9) Enbiya(21)/30. her canlının yaam kaynağının su olduğunu insanın organizmalarn büyük bölmünün sudan oluştuğunu suyun olmadıgı yerde yaşamın da olamayacağı belirtilmiş
önceki maddede bir damla sudan yaratılma hadisesine de tekrar vurgu yapılmıştır.
10) Meryem(19)/27,28,29,30. hz. Adem in annesiz ve babasız iken yaratılışında vücuduna bir Ruh üflenerek yaratılmışken anne ve babaya gerek duyulmadan yaratılışında nasıl olduysa (ki Allah dilediğini kolayca yapabilir) burada da babası olmadan Hz.meryem e bir mucize ile hz.isa verilmiştir. döllenmiş yumurtadan taşıyıcı annelik yaptığını yada mayoz bölünmeye uğramadan 46 kromozomlu tek hücrenin gelişiminden oluştuğunu varsayabilirsin. kadında bulunmayan y kromozomu ile nasıl erkek bir çocuk dünyaya geldiğini de Allah mümkün kılmıştır diye cevaplayabilirim. sonuçta bilim de tüm dünyadaki olan genele göre bir bilgi havuzunda değerlendirme yapıyor aksi münferitler bilim dışı sayılsa bile olma durumunu inkar edemeyiz