/i/İnanç

İnanç
  1. 1.
    +24 -1
    Bak güzel kardesim . Bu âyetleri bulmuşsun da öncesi nerde ? Onlar da önemli . Yoksa siz yanlış anlarsınız .
    ···
    1. 1.
      +6
      Ve yahut sen anlayamamissindir?
      Hem şunu belirtmek isterim ki bir insanın içinde inanmak gelmiyorsa istediğin kadar kanıt göster inanmaz.
      ···
      1. 1.
        +4
        her sure berilri bir konuyu furuplanrımak için bölünmüştür. okadar ayeti okadar sureyi neden nasıl ayırmılar dersiniz. bir ayetle ilgili çelişki yada anlaşmazlık varsa öncesi ve sonrası da o konuya dahil elimelidir. o kısım farklı gibi de görünse konuyu bir bütün olarak ele almak daha doğrudur
        ···
  2. 2.
    +3 -1
    Çok yanlis yerdesin

    Imam hatipler kapatılsın
    ···
  3. 3.
    +2
    Bilime ters dediği ayetler bilimin bile anlayamacağı kadar bilimsel ayetler. Saol bro imanım arttı senin copy paste n sayesinde
    ···
  4. 4.
    +1
    Inanamiyorum hepsini okudum
    ···
  5. 5.
    +1
    Kör oldum
    ···
  6. 6.
    +1
    Rezervasyon
    ···
  7. 7.
    +1
    Açıklamayı okuyun (bkz: Deist)
    ···
  8. 8.
    +1
    Okumaya üşendim bi ara okuyup detaylı yazarım .
    ···
  9. 9.
    +1
    Ya kardeş Allah aşkına bi gibtir git artık
    ···
  10. 10.
    +1
    Tefsir kitabın yok mu amk yoksa bende bir seri vardı çekip atam.
    ···
  11. 11.
    +1
    Nerden bilek amk
    ···
    1. 1.
      +3
      Aklını kullanmak gerek. Dine bak muslumanlara degil...
      ···
  12. 12.
    +1
    Bi dur aq
    ···
    1. 1.
      +1
      Panpa senin şurda yazdıklarınla kimsenin görüşü değişmiyor emeğin boşa gidiyor aq
      ···
  13. 13.
    0
    Kur'an'da ayetler tek başına değil bir bütündür bir ayeti tek başına değil ondan önceki ve sonraki ayetleride okumak gerekir
    ···
  14. 14.
    0
    Yahudi çomarımısın hristiyan çomarımısın sen
    ···
  15. 15.
    0
    Bakara/62.Ali imran-85. Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? işte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır. !Alıntı!

    (karmaşa olmaması adına hz.Musa dönemindeki yahudilere musevi hz.isa dönemindeki hristiyanlara da isevi demeyi tercih ettim )
    o dönemin şartına göre hangi peygamber gönderildiyse ona uyulması öğütlenmiştir dönemine göre museviler ve iseviler de günahlarından tövbe ettiklerinde cennete gidecektirler bir sonraki din henüz gelmediğinden o dönemin musevileri salih din mensubu isevilikte ise iseviler cennete gidecektirler. lakin müslümanlık yani islam geldiinde ise ki dinin asıl adı "islam" dır (müslümanlık inanmaktan gelmektedir ve tüm semevi dinleri içine alan bir isimdir hz.Musa döneminde museviler birer müslüman yani kelime anlamıyla inanandır) islam sonrasında ise yahudilik ve hristiyanık geçerliliini yitirdiği için islam ı seçmek gerekmektedir. imanın atlarından biri Allahın peygamberlerine inanmak bir diğeri de kitaplarına inanmak ise Kuran ve Hz.muhafazid(s.a.v) e inanmak şarttır. zaten eskisi değiştirilip bozulduğu için yenilenen dinde eskinin hükmü olamazdı

    Bakara-180.Nisa/ 11-12. ilk ayette vasiyetin yerine getirilmesinin art olduğu ikinci ayette ise nası yerine getirileceği anlatılmaktadır bir çelişki söz konusu değildir

    Enam-163. Araf-143.Ali imran- 67 Hz.muhafazid sav ve Hz.musa ra müslüman olduklarında (ki yukarıda kelime anldıbının inanmak olduğunu belirtmiştim)o dönemdeki ilk müminler oluyorlar ki yeni bir kitap ve yeni bir inanış ile gelen nebi olmayıp her ikiside resul sınıfından peygamberlerdir ve o dinin ilk müminlerindendirler (nebi kendinden önceki gönderilen peygamberin dinini devam ettiren Resul ise o dinin bozulup geçerliliğini yitirdiği için yeni dini tebliğ eden peygamberlerdir )

    "Ali imran- 67. ibrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." buradaki ayette yukarıdaki ayetleri geçersiz kılan bir yer yoktur Hz ibrahim her iki peygamberden de önce gönderilmiş bir peygamberdir resuldür.

    vaktim olmadığı için burada bırakıyorum yazım hataları ve anlaşlmayan kısımlar olursa k.bakmayın imla ve kalan kısım için düzeltme geçerim gün içinde
    Tümünü Göster
    ···
  16. 16.
    0
    11) Maide(5)/69. إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى
    مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
    وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
    (grammer hatası)

    Kur’an'da var olduğu iddia edilen gramer hatalarına bir örnek olarak gösterilen Maide Suresi 69. ayette yer alan kelimenin farklı kullanımına yapılan itiraza gelince:

    Evet, cümlenin normal akışına göre, merfu/ötreli/vavlı olarak kullanılan “es-Sâbi’ûne” kelimesinin, mansup, üstünlü/yâlı olarak “es-Sâbi’îne” şeklinde olması gerekirdi. Nitekim, aynı kelime, diğer iki ayette, yani; Bakara 62. ve Hacc 17. âyetlerinde “es-Sâbi’îne” şeklinde kullanılmıştır. Çünkü cümlenin başında bulunan “inne” lafzı “nasb” adı verilen bir harekeleme şeklini gerekli kılar ve “ya” da “nasb alâmeti” dir. Fakat Mâide 69. âyette “es-Sâbi’ûne”’ye “ref‘” alameti olan vav verilmiştir. Bu sebeple burada kural dışı bir irab söz konusudur.

    Ancak şu bir gerçektir ki, en meşhur ve muteber Arap dili nahivcileri ve gramerciler, Maide 69. âyeti de görmüş ve üzerinde kafa yormuşlardır. Arap dili uzmanlarına göre;

    - Genel kaideden farklı bir kullanımın adı “hata” değil, şazz/istisnadır.

    - Kur’ân gibi önemli bir kitapta böylesine basit gramer hatalarının yapılamayacağı kesindir.

    - Bu gibi inhiraflar/şazlar/istisnalar Arap dili ve gramerinin diğer kaynaklarında da vardır. Ve bunlara hata olarak bakılmaz.

    - Nitekim Zemahşerî, Kur’ân tefsirinde, adı geçen âyetin hemen devamında islam öncesi şairlerden birine ait bir beyti zikretmiştir. Beytin “ennâ ve entum” kısmı, “ennâ ve iyyâkum” şeklinde olmalıydı. Fakat biz burada genel kaideden bir istisnanın olduğunu görüyoruz. Bu beyit bu çeşit inhirafların “Gramer Hatası” olarak adlandırılamayacağına yeterli bir delildir.

    Bu nevi şâzların, en azından câhiliye dönemi şiirlerinde mevcut olduğunu ve bilindiğini doğrulamaktadır. Nitekim bu tür şâzlar, Arap dili ve edebiyatı hakkında bilgi sahibi hiç kimse tarafından hata olarak isimlendirilmemiş ve isimlendirilmemektedir.

    - Bu ve benzeri ayetlerin farklı konumları, hemen bütün tefsirlerde söz konusu edilmiş ve farklı yorumlarla bunun bir gramer hatası olmadığı sonucuna varmışlardır.(Misal olarak bk. Taberî, Razî, Kurtubî, Alusî, ilgili ayetlerin tefsiri).

    - muhafazid Hamidullah’ın da işaret ettiği gibi, Kur’ân zaman zaman gramere uymayabilir. Bu durum Kur’ân’ın kendi dilini yine kendisinin oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

    - Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerîm sadece edebî lehçeden beslenmez, onun dil yapısında eşit derecede olmasa da altmış dört Arap lehçesinin payı vardır. Halbuki gramer edebî lehçeye dayanılarak oluşturulmuş bir yapıdır.
    !Alıntı!

    çelişkili ayetler için

    öncelikle yazıdaki ayetlere dikkat edersen peşpeşe gelen yada birbirlerine yakın ayetlerdir. çelişkiye düşen bir insan için bile çok yakında ve farkedilebilir mesafedeyken Yüce yaratıcımız Allah bu çelişkiyi elbetteki farkedebilir ki bu ayetlerde çelişki olamadıgını her bir karşılaştırmalı ayet için o surenin bütününü ele almak gerekir.
    Öncelikle
    Enfal-65 Eğer sizden yirmi tane sabreden olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.

    Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır: Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu nisbetin sadece yirmi ve ikiyüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.

    ikincisi islâmiyet'in başlangıcında askeri birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.

    Bu, yani bu galip gelme o kâfirlerin gerçekten anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah (Allah kelimesini yükseltmek) niyyetiyle değildir. Hamiyyet-i cahiliyye denilen kavmiyyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir. Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri herşeydir, ahiret hayatı ise bir hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi, onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan anlaşılıyor ki, ilk müslümalar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş bulunan üçyüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü kuvvet bakımından müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az üçbin kişi olmaları gerekirdi.

    Enfal-66 Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi, birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl, 8/16) hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.

    Allah'ın yardımına ermek için her halükârda sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar. Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde müslümanlar, iki kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da islâm Tarihi'nde Allah'ın izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır

    Mücadele-12.13 burada çelişki göremedim ama sadaha verilmemesinin nedenin Herşeyi gören ve bilen bir yaratıcının o sebebi gördüğü için bunu belirttiği ve bir önceki ayette bağışlayabileceğini tebliğ ettiği ve bunu uyguladığını gördüm üzerinde duracak bir çelişki yok sanırım

    Nisa-78.79 Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülükgelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah’tandır” de
    hepsi Allahtandır o dilediğine iyilik dilediğine de kötülüğü dokunacak kudreti elinde tutandır lakin merhameti boldur ve kimseye sebepsiz kötülüğü bulunmayandır. bir günaha bir ceza bir sevaba bin mükafat vermesi de bunu gösterir. Allah'ın adaleti de şüphesiz vardır ve insan yaptığı kötülüğe karşı aldığı bir kötülüğü Allah takirinde de olsa kendi bunu bilerek ve görmezden gelerek bir nevi kendinden bir kötlük bulmaktadır

    kendim ettim kendim buldum !
    Tümünü Göster
    ···
  17. 17.
    0
    6) Araf(7)/80,81,84 lut kavminin yani Hz. lut un tebliğ için gönderildiği kavminin eşcinsel sapıklık iinde olduğu ve üzerlerine gönderilen azabın "yağdırılmak" kelimesi özellikle kullanılmasını nasıl bir sona gelindiğini göstermiştir. volkanik patlamalar sonucu şehir üzerine taşlar yağmış ve çok büyük jeoloik olaylar sonucu bölge hala youn kükürt nedeniyle hiçbir canlının yaşamasına izin vermemektedir. lut gölü ve çevresi şuan bile yerleşik yaşama elverişsiz bir bölgedir

    7) Yasin(36)/37,38,40.
    37- Onlara bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, "derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili olarak hatırlatılmış oluyor. ikinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim "geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır." ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur.

    38- Güneş de, bir âyettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp gitmesi mânâsına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı (akışı)dır.

    MÜSTEKARR: Mimli masdar, ismi zaman, ismi mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği için, bu ifade birçok mânâlara uygundur.

    Birincisi: Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir tesadüf ile değil.

    ikincisi: Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor (akıp gidiyor).

    Üçüncüsü: ismi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir.

    Dördüncüsü: ismi mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir.

    işte o, şaşırtıcı cereyan o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye galib ve hakim ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip doğru yolu gösteren Allah'ın takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini bilip biçmesiyledir. Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, bizzat ezelî bir müessir (etken) hiç değildir

    40-Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, ne gece gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. "yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ Sûresi'nde geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız.

    Yalnız güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu? diye sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
    !Alıntı!
    8) Necm(53)/45,46. erkeğin ve dişinin bir damla sudan iki ayrı cins olarak yaratılığı döllenmenin ilk evresinde bir damla su gibi olan döllenmiş hücrenin iki ayrı cinse dönüşebildiği açıkça anlatılmış. derin anlamda yaratılış sebebinden de bahsedilme vardır

    Tarık(86)/5,6,7Onun için insan baksın, üstünde bulunan göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak veya yüksek yıldız gibi göze gönüle çarparak nefsine gelen Târık'a bakıp içinden ve dışından nasıl yüksek bir koruma ve kontrol altında bulunduğunu anlamak ve ona göre fenalıktan sakınıp sonunda sevinebileceği görevleri gayret sarfederek yapmak üzere kendini düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı?

    Bazıları burada insan nefsinin, "heykeli mahsüs" yani görünen heykel denilen bedenden ibaret olduğunu ve bu şekilde bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan ibaret olduğunu düşündürme akışı içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu tamamen doğru değildir. Zira "insan baksın" emrinden, ilk evvel insanın bedenden ibaret değil, bakan, yani düşünen şey demek olduğu anlaşılır ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği gibi "Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir, kendi nefsini görür."(Kıyamet, 75/14) âyetinin ifade ettiği mânâ ile tamamen aynıdır. Gerçi cevapta insanın bedeni itibarıyla yaratılışı, yaratılmaya başlanması anlatılmış ise de bundan insanın bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış aşamalarından bir aşamaya ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış olur.

    ikinci olarak, bu sorunun bu şekilde sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde bulunan koruyucu ve gözetici karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir uyarı bulunduğunda şüphe yok ise de asıl sorunun gelişi, o değersizliği düşündürmek değil, onu değersiz bir başlangıçtan yaratıp yükselterek "düşünen insan" derecesine getiren yüce yaratıcının yaratma ve korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o yaratıcının tekrar yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla "Bütün sırların yoklanacağı gün"de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp Allah'a doğru yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini anlatmaktır ki nazar, yani bu âyette emredilen bakma ve düşünme, bu çabanın başlangıcı demektir.

    9) Enbiya(21)/30. her canlının yaam kaynağının su olduğunu insanın organizmalarn büyük bölmünün sudan oluştuğunu suyun olmadıgı yerde yaşamın da olamayacağı belirtilmiş
    önceki maddede bir damla sudan yaratılma hadisesine de tekrar vurgu yapılmıştır.

    10) Meryem(19)/27,28,29,30. hz. Adem in annesiz ve babasız iken yaratılışında vücuduna bir Ruh üflenerek yaratılmışken anne ve babaya gerek duyulmadan yaratılışında nasıl olduysa (ki Allah dilediğini kolayca yapabilir) burada da babası olmadan Hz.meryem e bir mucize ile hz.isa verilmiştir. döllenmiş yumurtadan taşıyıcı annelik yaptığını yada mayoz bölünmeye uğramadan 46 kromozomlu tek hücrenin gelişiminden oluştuğunu varsayabilirsin. kadında bulunmayan y kromozomu ile nasıl erkek bir çocuk dünyaya geldiğini de Allah mümkün kılmıştır diye cevaplayabilirim. sonuçta bilim de tüm dünyadaki olan genele göre bir bilgi havuzunda değerlendirme yapıyor aksi münferitler bilim dışı sayılsa bile olma durumunu inkar edemeyiz
    Tümünü Göster
    ···
  18. 18.
    0
    her bir maddenin ayrı ayrı bu kadar uzun açıklaması vardır ve elbette ki bir uzman olmadığımdan kendimce bir yazı yazmayı görev saydım vereceğim cevaplar açılayıcı olmayabilir yada seni tatmin etmeyebilir uzun balıklara kısa cevap vermekteki kısırlık ve benim senin sormak istediğini senin gibi düşünemeyip cevaplamamdan da kaynaklanıyor olabilir, neticesinde her bir soru için bir uzmana danışmanı birebir yüz yüze sormanı şiddetle tavsiye ederim çünkü bu tarz soruların cevabını alabileceğin yere sormak herzaman daha iyidir. Her müslümanın bilmesi gereken bu cevapları günümüzde sadece alimlerin bilebilmesi o dinin değil mensuplarının ekgibliğidir ben de dahil

    1) Kehf(18)/83,84,85,86. Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından ta sonuna kadar vardı. Tefsir bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun batı kenarına ulaştı. Bu Okyanus denizinde "Halidat" ismi verilen adaların bir zamanlar uzunluk (boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini kaydediyorlar.Bununla birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu tayin edemiyoruz. Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir çamura batıyor buldu. Veya "hâmiye" kırâetine göre, kızgın bir pınar içinde batıyor buldu Bu şekilde bu su pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki batış noktasıdır
    Bu su .içilebilecek parlak ve duru bir kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez karanlık bir kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde çalkalanarak karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıp kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan kızgın bir köz halinde bulunuyor

    http://www.olympos.com.tr...s/2011/02/04022010_6H.jpg

    2) Hac(22)/65. burada bilim dışılıktan ziyade bilimsel bir olusumun arkasındaki kudreti açıklıyor. denizde akıp gitmekte olan gemiler suyun kaldırma kuvveti, göğün asılı durmasını merkezkaç ve yörünge duran cisimlerin çekimlerinden yani kuantum fiziği gibi anlamakta zorlanılacak bir bilimselliğin arkasındaki olayı açıklamıs.

    her meleğin bir görevi olduğu güneşin ayın ve tüm cisimlerin birer melek vasıtasıyla belirli yörüngelerde sapmadan durduklarını başka birçok yerde görebilirsin. her ses frekansını duyamayan aciz kulağımız gibi her ışıksal objeyi de göremeyiz. melekler gibi nurani varlıklar gibi. yaşamımızı sürdürmek için görmemiz ve duymamız gerekenler oldukça yeterli olduğu için neden göremiyoruz diye düşünmene de cevap olur belki sesi göremeyip ışığı duyamadığımız gibi melekleri de farklı bir hisle anlayabiliriz. gözünü kapatan bir insan ışşığı nasıl göremez ise ruhani varlığı anlamak için içsel duyumuzu (artık adını ne koyuyorsanız kalp gözü de diyebilirsin ) açık tutmak gerekir

    3) Zariyat(51)/49. burada bilim dışı yada bilime ters ne gördüğünü merak ettim
    zıtlık kavramı olmadan zıtların her birini anlamakta zorlanırsın elbette ki Allah"ın varlığını anlamaktaki en büyük zorluk da zıttının olmayışıdır

    4) Fussilet(41)/12 Saffat(37)/6,7,8,9.
    yedi kat göğün bize en yakın kat olan düşünüp anlayabildiimiz uzayın tamamı kastedilmiştir derin uzay görebildiğimiz ve göremediğimiz tüm kainat. sorunun diğer kısmındaki kalan katları ise göremediğimiz melekler gibi başka bir alemin katlarıdır.

    Mülk(67)/5 göğün kandiller le donatılması. ve ateli birer azap olmaları. her bir yıldızın parlaklık kaynağının ateş olduğu be cehennem ateşiyle (belki cehennemi oluşturacak ateşin de kaynaklarıdır )aynı yapıda olduklarını biz güneşin yapısını bilmeden yüzyıllar önce bize söylemiştir.

    Şeytanın da bir ecini olduğunu ve Cinlerin atası olan iblisten geldiklerini biliyoruz ve aynı soydan gelen cinlerin mirac'a yani göğün diğer kısımlarına geçemeyeceklerini ve o kattaki melekler tarafından sürekli olarak uzak tutulmak üzere gözetlendiğini de bilimin açıklayamayacağı tarzda dile getirmiştir bilime ters değil bilim dışıdır.

    5) Rad(13)/13 Ve ra'd, O'nu hamd ile tesbih eder. Gök gürlemesi de O'nun yüceliğini dile getirir ve O'na hamd eder. (Ra'd ile Berk anlamı için Bakara Sûresi âyet 19'a bakınız). Şimşek ile birlikte olan ve daha sonra işitilen o gök gürlemesi, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede patlayıp, yerleri ve gökleri sarsarcasına ufuktan ufuğa yayılan o çatlayış ve gürleyiş, Allah Teâlâ'nın nimet ve rahmetini, azemet ve kibriyasını ilan ederek O'nun uluhiyetinin şanını tesbih ve tenzih eden bir sestir ki, tesbihinin altında yatan mânâyı bütün âleme haykırır. Ya da işitenlere bu mânâyı hatırlatıp telkin eder .

    Melekler de O'nun heybetinden, yani Allah'dan korktuklarından dolayı böyle tesbih ederler. O'nun için gök gürlemesinin ardarda yankılanan sesi duyulur. Ve Allah şimşekler gönderir de her kimi dilerse onunla onu vurur, o kimseye isabet ettirir, çarptırır, yakar. Böyle olduğu halde, onlar (yani, o kâfirler) hadlerini bilmezler de Allah'la mücadele ederler. Oysa Allah'ın havli ve kuvveti (ya da her türlü hileye karşı tedbiri ve takdiri) pek şiddetlidir, çok çetindir.

    Burada Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl olayına işaret olunduğu naklediliyor. Şöyle ki, meşhur şair Lebîd b. Rabîa'nın kardeşi olan Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl, ikisi birlikte Hz. Peygamber'e gaile çıkarmak için gelmişler, mescide girmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de ashaptan bazı kişilerle birlikte orada oturuyordu. Amir çok yakışıklı idi, güzelliği ve şıklığı oradakilerin dikkatini çekti, ona bakıyorlardı. Amir arkadaşı Erbed'e daha önce şöyle tenbih etmişti: "Ben muhafazid'le konuşmaya başlayınca, yavaşça arkasına geç ve boynunu kılıçla vur" demişti. Hz. Peygamber Amir ile konuşmaya başlamış, Erbed de arkasına dolaşıp geçmişti, kılıcını bir karış kadar çekmiş, fakat Allah Teâlâ izin vermediğinden tamamiyle sıyıramamıştı. Amir, ne duruyorsun, haydi dercesine gözüyle kaşıyla işaret etmeye başladı. Peygamber Efendimiz de bu durumu gördü ve hemen "Ey Allah'ım, bu ikisine dilediğini yaparak bana yardım eyle!" diye dua etti.

    Defolup gittiler. Allah Teâlâ, açık bir yaz günü Erbed'in tepesine bir yıldırım indirdi ve onu yaktı. Amir de kaçarak gitti, Beni Selul'den bir kadının evine indi. Sabah olunca, büsbütün rengi atmış ve benzi solmuştu. Sonra atına bindi, silahını çekti, çölde bir yandan sağa sola at koşturuyor; bir yandan da "Çık karşıma ey ölüm meleği, haydi çık!" diyerek şiir sayıklıyordu ve "Yemin ederim ki, şu sahrada muhafazid ve onun koruyucusu olan ölüm meleği karşıma çıksa ikisini de mızrağımla deler geçerim." diyordu. Derken Allah Teâlâ ona bir melek gönderdi, melek onu bir kanadıyla çarptı, yere yuvarladı; o vakit dizinde büyük bir gudde, yani hıyarcık çıkmıştı, açıkçası vebaya yakalanmıştı. Bunun üzerine o kadının evine geri döndü. "Deve guddesi gibi gudde ve Beni Selul'den zavallı bir kadının evinde ölüm! Hayır olmaz bu işte!" diyordu. Sonra yine atını istedi, bindi ve sürdü bir daha geri dönmedi, at sırtında öldü
    !Alıntı!
    Tümünü Göster
    ···
  19. 19.
    0
    Cevaplarinizi vericem yarin
    ···
  20. 20.
    0
    Ateist oldum sagol
    ···