-
251.
0ooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo
-
252.
0lost olur
-
253.
0ee sora ? hizli yaz lan bekletiyosun zig gibi
-
254.
0sonu işte adam bu kzrıyı seviyor karı zmala gibişmeye aşık oluyor sonra bunlar evlenelim diyor pempe panjurlu ev alıyolar derken bi çocukları oluyor. fuat çocuk benden sanıyor ama halbuki çocuk sütçü süleyman abinin. neyse irishka olayı çaktırmadan ara da bi çaktırıyor derken çocuğa da koyuyolar. ismi purpleangel kalıyo. budur.
-
255.
0irishka bi entry daha atarsan sacinagibeyimi üstüne salarım
-
256.
0@120 iyi aşkım sussttaaa en heyecanlı yeri
-
257.
0@109 kendi dıbına koyma bin ben koyarım
-
258.
0ayhh anlat artık bajımmm çatlıcass ne oluo bu işin sonunda ayol
-
259.
0@88 sukuyu kaptin reyiz
@kibariye tamam sus -
260.
-1şimdi bu hikayeyi okuyan abazanlarda "ulan bu tam kevaşe garanti bana da verir, olayı anlatsın bitirsin bi pm çakayım da tanışak" demiyosa beni de gergedanlar gibsin
-
261.
-1neyse ben devam ediyorum beyler
sabah 09:00 sularinda bakkala indiydim
menekselerin taze kokusu vucudumu sarmisken fuatin annesi aradi
kizim bir anlik cahilligime geldi ben ettim sen etme dedi
once anlam veremedim, para icinde yuzen bu kadin benden ne istiyordu?
not: cigir aciyorum beyler buyrun devam edin -
262.
-1@126 senin ben medeniyet anlayışını gibeyim, olay ne yani burda, ne yapacaktı erkek senin gibi huuryu başının üstünemi çıkarıcaktı evlenecekmiydi cocuklarınızmı olcaktı, sen hayatın boyunca gibilmeye mecbursun kısa saclı kırmızı ojelı marjınal huur cocugu senı anlatacagın hıkayeyı sıkeyım, 4. sınıf ask romanları daha ılgı cekıcıdır.
-
263.
-1@132 seninde ananın amcıgını gibeyim. period.
-
264.
-1okudum hikayeyi sen fuat için bedava ammışsın senden birazcık hoşlansaydı bi kerede olsa bi hediye alırdı onca paranın içinde oteli bile sana odetiyo adamın kafada ne para dökecem huurya giber geçerim var, ki zaten babadan zengin bi binmiş senin gibi ne huurlar gibmiştir sende huurnun tekiymişsin zaten, baktın oğlanda zengin kapağı atarsam yaşadım dedin ama yannanı yediğinle kaldın, senin gibi huurlar hep kullanılmaya mahkum biraz daha yaşında ilerledimi sen her gibişin ardından yeni hayaller kuracan onlar bi sigara yakacak
-
265.
-1... Arnavutluk’ta harcanan bütün emekler verilen onca şehit, demek ki boşa gitmek üzereydi. Bu yüzden o da diğer birçok zabit gibi son derece kırgın ve kızgındı. Kucağında gözlerini kapadığı şehitler için azap duyuyordu... Edirne Garı’ndan ayrılırken bu kez yalnızdı. Elinde sadece bir tahta bavul ile eşyasını koyduğu küçük bir hurçtan başka bir şey yoktu. Ailesinin istanbul’dan gelip uğurlama isteğini de “çabuk döneriz” gerekçesiyle kabul etmemişti. Zaten vedalaşmaktan pek hoşlanmıyordu. Katardaki kapalı vagonların büyük bölümü, kendi taburunun yığınlar halinde balık istifi edilmiş askerleriyle doluydu. En arkadaki açık vagonlarsa malzeme ve cephane yüklüydü. Zabitlere ayrılmış yemekli vagonun yanındaki kuşetli vagonda, kendisi gibi “bölgeye gitme” emri almış başka birliklere mensup diğer beş zabitin arasında boş bir yer buldu ve yerleşti. Hepsi de yüzbaşıydı. Kimisi uyuyor kimisi de camdan dışarıya sarkmış ailesiyle vedalaşıyordu. Hüzün dolu bir andı ve sözler hep aynıydı:Tümünü Göster
“Merak etmeyin kısa sürer. Burnumuz bile kanamadan döneriz. Bu seferki çabuk bitecek!”
Kolağası Reşat Bey, trene biner binmez zabitlerden biriyle tanışmıştı. Adı Behram’dı. Kısa bir süre içinde de, onun kendi taburuna bölük kumandanı olarak yeni atanan biri olduğunu anladı. Toksözlü ve sakin görünümlü bir zabitti. Ona, birlikte çalışacaklarını ve kendisinin de 3. Tabur’un yeni kumandan vekili olduğunu söyledi. Kader birliği yapacaklarından, daha bu ilk sohbetlerinde farklı ve güzel bir ortam oluşmuştu. Bir süre sağdan soldan konuştular. Az sonra Behram Yüzbaşı kompartıman penceresinden ailesinin vedalaşmaya geldiğini görünce, izin isteyip hemen cama doğru yaklaştı. Sonra aceleyle aşağıya indi. Dışarıda duygusal bir vedalaşma yaşanıyordu. Ancak çalan düdükler nedeniyle trenin kalkacağı anlaşılınca yüzbaşı tekrar kompartımana döndü. Camdan beline kadar sarkıp ailesine Reşat Bey’i “işte yeni tabur kumandanım” diyerek tanıttı. Ailenin gösterdiği hürmet üzerine o da aynı şekilde elini kaldırıp “Memnun oldum efendim” diyebilmişti.
Behram Bey, daracık kompartımandan hem kendi ailesiyle vedalaşıyor hem de pencereden içeri aldığı çocuğunu hasretle kucaklayıp sevmeye çalışıyordu. Bu sırada raftaki tahta bavulundan aceleyle bir şey almak zorunda kalınca, çocuğunu bir an için tutsun diye Reşat Bey’e uzatıverdi. Aynı kompartımanda yolculuk edeceği, taburunun bir yüzbaşısının 2-3 yaşındaki sevimli kızını aniden kucağında buluvermişti Reşat Bey. Yavrucak, kıvır kıvır saçlarıyla harika bir şeydi. Kısa süreyle de olsa onu sevdi, hatta usulca saçlarını kokladı ve sanki babasıymış gibi bağrına bastı. Bir dakikalık bu keyif ve çok değişik duygu, bir asırlık olay gibi hafızasına kazındı. Utanmasa çocuğu geri vermeyecekti. Ancak tekrar düdükler ötmeye başlayıp dışarda baş gösteren telaş üzerine çaresiz, gülümseyerek geri verdi çocuğu. Yüzbaşının annesi, babası, eşi dahil, vedalaşmaya gelenlerin hepsinin gözleri dolu doluydu. Duygularına gem vurduğu besbelli olan Behram Yüzbaşı göz ucuyla Reşat Bey’e bakarken, “Daha önce de aynı şekilde gidip döndüğünü” hatırlatarak “görevi başarıp tekrar geri döneceğim” diyor, aşağıdan kendisini yolcu edenlere moral vermeye çalışıyordu.
Reşat Bey ise oturduğu yerde gözleri dalmış, sıkıldığında veya üzüldüğünde hep yaptığı gibi, palabıyıklarını sıvazlıyor, bir yandan da göz ucuyla bu güzel aileyi saygı ve gıptayla seyrediyordu. Çeşitli düşünceler içindeydi. Önce içinden küçüğe “Sana babanı sağ yollamaya çalışacağım” diye söz verdi. Hemen ardından da “Acaba ne zaman bir aile kurabileceğim” diyerek kendi içine döndü. Otuz üç yaşına gelmiş ve bugüne kadar bir türlü bu fırsatı yakalayamamıştı. Tam rahata erip hayatıyla ilgili bir karar verecekken, bir şey oluyor ve her seferinde de risk içindeki bir yere, uzaklara gidiyordu. Nadir Hanım’la ilgili düşüncelerini de sırf bu nedenle bir süreliğine ertelemek zorunda kalmıştı. Ardında, az önce tanık olduğuna benzer, gözü yaşlı insanlar bırakmak istemiyordu. Yine de “Harpler ve bu sıkıntılar hep böyle devam edecek değil ya! Nasıl olsa bir gün bitecek” diye düşünüp kendi kendine biraz daha sabır telkin ediyordu.
Bu derin düşünceler içinde trenin hareket ettiğini bile fark etmemişti… -
266.
-1…hücum işaretini vermek için tabancalı eliyle “Haydi” işareti yapar yapmaz çuha üniformalı askerleri, gümüşi renkli, ince uzun süngüleriyle siperleri terk edip şimşek gibi ileri fırlamaya başladılar. Aynı anda karşı taraftan da yoğun bir cayırtı koptu. Vurulanların bazısı dışarı bile çıkamadan sessizce gerisingeriye toprak siperlerin içine düştü. Mermiler, vızır vızır ya siperlerin üzerinden geçiyor ya da hafif bir toz çıkarıp toprağa, kum torbalarına şiddetle saplanıyordu. Reşat Bey de iki üç kişi sonra sırası geldiği için siperlerden dışarı doğru hücuma kalkmak üzere besmeleyle sağ ayağını tahta merdivene attı.Tümünü Göster
Tam diğer ayağını da merdivene koyacaktı ki, o anda meydana gelen ve kulakları sağır eden büyük bir patlamanın yarattığı yüksek basınçlı, yakıcı bir alev topunun, bastığı yeri zangırdatıp kütle halinde ayağının altından kaydırarak siper merdiveni dahil, yüzlerce irili ufaklı kaya parçasıyla birlikte her şeyi, kendisini de havaya doğru hızla fırlattığını anladı. Aynı anda da, başında kesici bir şaklama ve biri sol bacağında, biri sağ omzunda, biri de karnında olmak üzere, vücudunda dört ayrı yerde delici darbe, şiddetli acı ve yanma hissetti. Yukarı doğru yükselen toprak yığınıyla beraber havada peş peşe taklalar atmaya başlamış, az önce duyduğu bütün sesler de bir anda kesilivermişti. Artık hiçbir şey duymuyor, yeryüzünü tersten ve çok yukarılardan görüyordu. Belli ki “ölüm ile yaşam arasında” gidip geliyordu. Bir anda gördüğü her korkunç şey, çok yavaşlamış gibi hareket ediyordu. Bu sefer ölüme çok yaklaştığına emindi. “Ebediyete uçuyorum” sandı. Hatta aşağıda bir an için, az önceki emriyle ileri fırlayan taburunun son hücum dalgasının, süngülerini kendilerine ölüm kusan ingilizlere doğru yöneltmiş bir şekilde, sağdan soldan çalıların arasından hızla geçerek karşılarına çıkan dikenli tel engellerini aşmaya çabaladıklarını gördü. ingilizlerse Mehmetçikleri bir av gibi tuzağa düşürecek şekilde, sırtlardan ve çalılardan yararlanarak makineli tüfekleriyle görünmeden koşup daha yüksekte kalan yanlara doğru mevzi değiştiriyordu. Reşat Bey, yavaşlatılmış bir rüyada gibi, bütün bunları havada ağır ağır dönerken sanki görebiliyordu. Toprak ve kayalarla beraber sanki o da havada savruluyordu. Ağzının içi neredeyse boğazına kadar taze toprakla dolmuştu. Fırlayıp yanından geçen kayalar, tuhaf uğultular çıkartarak kendisinden daha hızlı bir şekilde yukarı çıkıyordu. Yerden yükselen taş ve toprağı, gökyüzüne doğru birbiriyle yarışırcasına fışkıran el kol parçalarını, şimdi de kafalar, kum torbaları, süngüler, postal ve kan içinde, parçalanmış bedenler izliyordu.
Hep merak ettiği ölüm, belki de tam böyle bir şeydi: Yükselmek, yavaşça daha da yükselmek, her şeye böyle yukarıdan bakabilmek... Yerden yüzlerce, hatta binlerce metre yükselmiş gibiydi. Hep böyle kanat takıp bir kuş gibi uçmayı düşünmüştü. Artık ne bir ses duyabiliyordu ne de acıyı hissedebiliyordu. Muhteşem bir mavi-yeşil karışımı halinde altında uzanan Ege Denizi ve Gelibolu Yarımadası, insana sessizce huzur veriyordu. Havada fırıl fırıl dönerken, dünyayı hiç böyle hayal etmemişti. Biraz gökyüzü, biraz deniz ve biraz da yeşillikler içindeki toz toprak, uzayıp giden karşılıklı siperler, duman ve alevler içindeki Alçıtepe, Triyandafil Çiftliği, Zığındere, Çanakkale Boğazı, hepsi gözlerinin önünde birbirine karışıp önce büyüyor, sonra küçülüyor, puslanıyor, bazen netleşiyor, hatta sürekli renk değiştiriyordu. Bulutlara yaklaştıkça bir daha artık hiç yere inmeyeceğini düşünmeye bile başladı. Beyaz bulutlardan birini yakalayacak gibi oldu. Uzandı, hatta çok daha fazla uzandı ama bir türlü olmadı; bulutu yakalayamadı.
Demek ki, gerçekten ölüyordu. Birbirine karışmış halde yukarı fırlayan taş toprak ve ve kanlı beden parçalarının yükselişi, bir an geldi durdu. Önce havada bir noktada asılı kaldı. Reşat Bey de kısa bir süre, hep orada kalacağını bile sandı. Sonra birden, tekrar korkunç patlama sesleri geri geldi ve büyük bir hızla, kum torbalarının dizili olduğu siperlerin hemen önündeki çimenlik zemine külçe gibi “küt” diye çakılıverdi. Düş bitmiş, gerçek dünyaya dönmüştü. Öyleyse herhalde şimdilik “ölüm” kaybetmiş “yaşam” kazanmıştı.
Yerde, yaralarından hafif hafif akan kanının ılıklığını vücudunda hissediyordu. Bir süre yerde yüzüstü, acılar içinde öylece, hareketsiz kaldı. Aynı anda da yerde ve havada art arda meydana gelen diğer patlamaların sonucu olarak üzeri taş toprakla kaplandı. Reşat Bey, düştüğü yerde, az önce ölüm ile yaşam arasında gidip geldiğinin farkına vardı. O anda sadece kulağında hâlâ az önceden kalan müthiş bir çınlama vardı. Bir de yoğun ve boğucu barut dumanıyla beraber toz toprak ve yanık et kokusu neredeyse genzini tıkamıştı. Peş peşe aksırıp tıksırarak ağzını burnunu dolduran topraktan salya sümük kurtuldu. Muharebe bütün şiddetiyle devam ediyordu. Yaşadığı ilk somut sevinç “hâlâ görmesi” üzerineydi.
Ama ne yazık ki ilk gördüğü şey de, bir karışlık mesafede yanında cansız yatan 9. Bölük Kumandanı istanbullu Mülazımı Evvel Sadi Efendi’ydi. Enver Paşa’ya benzettiği yukarı kalkık bıyıklarıyla solgun yüzü kan içinde kalmış, parçalanmış bacaklarından birisi diz üstünden kopmuştu. Yuvasından fırlayacak gibi açtığı o güzelim, hayat dolu çakır gözlerini öfkeyle, bir türlü ulaşamadığı düşman siperlerine doğru dikmişti... Reşat Bey belli ki yine ölmemişti. Yerde kısa bir süre, bütün organlarının yerli yerinde olduğunu kıpırdamadan, hissederek tek tek kontrol etti: “Tamamdı!” Ama bedeninde, birkaç delik olduğu kesindi. Kanı, gittikçe yayılarak vücudunun daha fazla yerine bulaşıyordu. Özellikle sağ şakağını kestiği anlaşılan şarapnel yüzünden başından toprağa devamlı kan süzülüyordu. Saçı başı kan içindeydi… -
267.
-1Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa sözünde durdu ve küçük bir muhafız kıtasıyla birlikte atlı olarak karargâha kadar geldi. Reşat Bey uzun bir süredir, ilk kez bugün kendisine ziyarete gelen birisine hiçbir şey ikram edemiyordu. Yine de kolordu kumandanlarını düzgün bir öğle yemeğiyle ağırlayamayan karargâh zabitlerinden bazıları sağa sola koşuşturmaya başladı. Daha önce ingilizlerden ganimet olarak ele geçirdikleri çıkınlarından bir şeyler bulup buluşturarak kısa sürede kumandanları için iki kişilik biraz tatlı bisküvi, peksimet, biraz konserve ananas, kuru üzüm ve birer fincan çaydan oluşan bir öğle yemeği ziyafetini, zar zor da olsa hazırlayabilmişlerdi. Reşat Bey mahcup olmamıştı. Böylece Ali Fuat Paşa siperlerin acıklı halini bizzat yerinde görmüş oluyordu. Peksimeti çaya batırıp yerlerken ikisinin de içinden:Tümünü Göster
“Hey gidi koca Osmanlı hey, bu hallere de mi düşecektin” sorusunun geçtiği besbelliydi. Zira zar zor bulunan ve boğazlarından zorlukla geçen bu peksimet ve ingiliz malı bisküvi ziyafeti sırasında her ikisinin de gözleri istemeden dolu dolu olmuştu. ingilizlerin konserve ananas kompostosundan da biraz yiyip içince, hayatlarında ilk kez tattıkları bu muhteşem lezzet karşısında hayrete düşmüşlerdi. Yani Mehmetçik kuru peksimete talim ederken ingiliz askerleri ananas kompostosu yiyordu. Bu büyük bir eşitsizlikti.
Ayrılana kadar sırf bu sebepten dolayı birbirlerinin gözlerinin içine bakamadılar. Askerinin karnını tam doyuramamak, onları kendi hallerine bırakmak zorunda kalmak, belli ki kendilerine zül geliyordu. Sonra karargâh zabitleriyle birlikte harita üzerinden karşılaşılabilecek muhtemel durumlara yönelik biraz daha çalıştılar. Tümen levazım müdürü yanına gelmiş, eğer bugün de yeni bir ikmal konvoyu gelmezse, elinde yedek olarak kalan son un çuvallarını erata dağıtmaya başlayacağını söylüyordu. Durum çok kritikti. ikinci su ikmal kafilesinin, gerilerden yaklaştığının görülmesi, karargâhta dudakları kurumuş bekleyen tüm zabit ve erler arasında büyük bir sevinç yaratmıştı. Ama bu durum kaç gün daha böyle devam edecekti? Arazide ilkel tuzaklarla avlanmadık kuş kalmamıştı. Askerler kendi yemeklerini Filistin’deki bu çöl sayılabilecek kupkuru topraklardan, kendi başlarına bulmak mecburiyetinde bırakılmıştı. Su, karargâha gelince âdeta yağma edildi. Kol, gerisingeriye tekrar ikmal için gitmek zorunda kaldı… -
268.
-1Uygun bir yerde pusu kurmuşlardı. Reşat Bey, bölük teğmeni ve takım kumandanı olarak başladığı bu ilk çetin sınavında, hocasına söz verdiği gibi, takımındaki erlerine örnek olmak ve böylece onların güvenini kazanmak istiyordu. Zira erlerin çoğu kendisinden daha yaşlıydı ve bölgedeki olaylara bakılırsa, daha uzun bir süre böyle hep birlikte dağlarda dolaşıp duracaklardı. Otoritesini şu ana kadar sadece rütbesiyle sağlayabilmişti. Ama o, cesaretiyle de saygı duyulan, kalplere hitap eden bir kumandan olmak istiyordu. Şu ana kadar hiç adam öldürmemişti. Erlerinin çoğu, çeşitli yerlerde muharebelere katılmış eski askerlerdi. Çoğunu kendi seçtiği 20 civarındaki askeri ve “eşkıya ile nasıl baş edileceğini” ona arazide bizzat öğretmeye çalışan tecrübeli bölük kumandanıyla birlikteydiler. Çıt çıkmıyordu. Diğer takım da, asilerin kaçma ihtimaline karşı ormanın öbür yanında başka bir pusu atmıştı.Tümünü Göster
Az sonra, uzaktan insan homurtularıyla beraber, yerlerdeki çalı çırpı ve kuru dalların üzerine basılınca çıkan çatırtı sesleri duyulmaya başladı. Giderek yükselen ayak seslerine göre asiler pusu bölgesinin iyice yakınına gelmiş olmalıydı. Sık çalılıklardan dolayı henüz kimse görünmemişti. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Sesler iyice aklaşıyordu. Nişan almış, öylece bölük kumandanının emrini bekliyordu. Pusuda, aynı anda ateş açmak ve ateşlerin paylaştırılması ve disiplini çok önemliydi. Böyle öğrenmişti. Hep birlikte her taraftan kontrolsüz çat pat ateş açan birliklerin disiplinsiz ve eğitimsiz birlik olduğu, tecrübeli eşkıya tarafından da hemen anlaşılıyordu. Bunun eğitimini çok yapmışlardı. Bu yüzden sabırla onları bekliyorlardı.
Reşat Bey birden önünde beliriveren kol başındaki asileri çalıların arasından belli belirsiz gördü. Arkadan gelenlere bakmıyordu bile. Vahşi bir kaplan gibi yere yapışıp kendisine verilmiş hedefine odaklanmıştı. Nişangâhın üzerinden ve namlunun ucundan, hemen aşağısında pusunun varlığından habersiz bir şeyler yiyerek yaklaşan tüfekli ilk asiyi artık net olarak seçebiliyordu. Hemen hepsi de uzun sakallı, pis ve çok vahşi görünüyordu. Tırmanarak buralara geldiklerinden hem nefes nefese hem de çok terliydiler. Az sonra verilecek bir “Ateş serbest” komutuyla en öndeki bu asinin büyük olasılıkla öleceğini biliyordu. Yaklaşan asiyi, eli tetikte nişangâhı üzerinden sessizce izlemeyi sürdürdü. Asilerin homurtu seslerinden başka ortalıkta çıt çıkmıyordu. Heyecandan eli titremeye başlamıştı. Öndeki asinin az sonra kendi ateşiyle öleceğini biliyor olmak, karmaşık ve tuhaf bir duygu yaratıyordu. Hedefine iyice kilitlenmişti. Heyecandan midesi bulanmaya başlamıştı. Neredeyse öğürecekti.
Bu asi, normal yaşamında kim bilir nasıl biriydi? Çocukları var mıydı? Koskoca Osmanlı’ya karşı niye ayaklanmışlardı? Bölgedeki masum halkı neden katlediyorlardı? Hürriyet ateşi çoluk çocuk demeden öldürmek mi demekti? Boşluğunu alıp tetiği son noktasına getirmiş, hatta nefesini bile tutmuştu, ateş serbest komutunu bekliyordu. Kıyafetinden muhtemelen Bulgar olduğu anlaşılan asi, başını aniden bulunduğu yere doğru çevirince yaprakların arasından kendisini fark etti. Göz göze geldikleri o anda ikisi de öylece kalakaldı. Elindeki yiyeceği bırakan tecrübeli asinin dehşetle açılmış kapkara gözleri kendisine dikilmişti. Pusuya düştüğünü ve omzundaki tüfeğine davranmakta geciktiğini anlamış, çaresiz bir halde donup şoka girmişti.
işte tam o anda bölük kumandanının “Ateş” komutu geldi. Yaradan’a sığınıp tetiğe bastığında sadece patlamayı duydu. Kısa bir süre, sanki daha önce hiç ateş etmemiş gibi, nedenini anlayamadığı bir şok daha yaşadı. Hemen ardından da her taraftan büyük bir cayırtı koptu. Sabahın sessizliği bir anda bozulmuştu. Bulunduğu yere doğru sanki her yandan mermi yağıyordu. Her yer dumandan bembeyaz hale gelmişti. -
269.
-1ayh ne kadar çekemeyen muallak var doluştular hem önemsemeyip okuyorsunuz birde ayar vermek için
yorum yapıyorsunuzz komiksiniz embesillerr -
270.
-1Duraktaki tek kadanalı yaylı küçük bir faytona bindi. Faytoncuya, “Çemberlitaş’a çek” dedi. Galata Köprüsü’nden geçerken, kaldırımda yürüyenleri süzüyordu. insanların bir kısmı mutlu, bir kısmı da son derece düşünceliydi. Ama hayat devam ediyordu. Sadece giden gidiyordu...Tümünü Göster
Yeni Cami önüne gelince, bir anda kanı dondu. Hatta faytoncuyu uyararak arabayı kenara çektirip durdurttu. Caminin hemen önündeki taş avluda yan yana duran yüzlerce perişan görünümlü dilenciye hayretler içinde bakakaldı. Zira bunlar bildik, alışılmış dilencilere hiç benzemiyordu. Burada eskiden de dilenci olur, ama sayısı beşi onu geçmezdi.
Oysa şimdi bütün bir yol boyunca, neredeyse omuz omuza, çoğuyerde akıl almayacak sayıda yüzlercesi sefil halde dileniyordu. Yüzlerine biraz dikkatle bakınca, birkaç çocuk dışında tamdıbına yakınının “eski asker” olduğunu anladı. Mermi ve şarapnel yarasını çok iyi bilen bir zabit olarak yanılması imkânsızdı. Tüyleri diken diken oldu. Şaşkınlıkla arabadan indi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Memleket evlatları ne hallere düşmüştü. isyan edercesine söylene söylene hızla önlerinden, cadde üzerinde ileri geri yürümeye başladı. Manzara korkunçtu. Bunların neredeyse tamamı, saçı sakalı grileşip birbirine karışmış, haki renkli keçe asker elbiseleri lime lime olmuş, yüzü gözü pislik içindeki Mehmetçiklerdi...
Kiminin iki bacağı birden yoktu, bazılarının iki gözü birden kördü, kiminin de bir veya iki eli yoktu. Yürüdükçe, her yeri kıpkırmızı yanıklılar, dudakları veya dişleri olmayanlar, parmaksızlar, her yanında mermi deliği taşıyanlar, yüzü gözü derin yara izleriyle dolu olanlar, düğmeleri kalmamış eski püskü asker kaputlular, iki bacağı kalçasından kesildiği için küçülmüş vücudunu iki eliyle kaldırıp sürüngen gibi sürüyerek yürümeye çalışanlar gözüne çarpıyordu.
Daha önce, Balkan Harbi’nde de benzer manzaraları görmüştü ama istanbul’un göbeğinde bu kadar çok sayıda perişan ve kaderine böylesine terk edilmiş başıboş askere hiç rastlamamıştı. Demek ki bu sefer, bu zavallıların şehirde kalmasına izin verilmişti. Zira o zaman kolera, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle, bu zavallı mağlup askerlerin şehrin içine girmelerine izin verilmemiş ve onlar da o perişan halde, sanki birer hayalet gibi, hiç durmadan belirlenmiş güzergâhtan geçip Anadolu’ya doğru, geldikleri gibi sessiz sedasız başları önlerinde gitmişti.
Biraz soruşturunca bu zavallıların memleketlerine dönebilmek için Sirkeci’de, Eminönü’nde, cami avlularında geceleyip, sabahları buraya gelerek hayırseverlerden eve dönüş parası devşirmeye çalıştıklarını öğrendi. içlerinde biraz sağlıklı olup hamallık dahil her türlü işi yapmaya razı olanlar da vardı. “Mağlup ordu” olmanın ne anlama geldiği, bu görüntülerle insanı eziyor ve suratına tokat gibi çarpıyordu. Sanki Çanakkale’yi, Kut ül Amare’yi kazananlar aynı askerler değildi... Ayrıca mağlup olanla gelip gelen askerin döktüğü kanın değeri farklı mıydı sanki? Bir süre, insanın içini acıtan bu manzaranın şokundan kurtulamadı. Hatta önlerinden yürürken kendi kendine, “Oralara gönüllü gittiğime değdi mi?” diye söylendi. Yutkundu, cevabını bu kez bir türlü veremedi. “Pişman değilim” der gibi oldu ama kelimeler ağzından bir türlü çıkamadı, hatta boğazına düğümlendi. Ancak fayton parasını ayırıp cebindeki son kuruşu bu çilekeş insancıklara bırakmaktan başka yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını anlayınca gözüne kestirdiği en kötü haldeki üç dört kişiye verip ardından coşkuyla edilen teşekkürlere bakmadan tekrar faytona bindi. Reşat Bey’in koşuşturmasını ve buradaki davranışlarını seyreden ve kaldırım kıyısında kendisini bekleyen faytoncu hemen sordu:
“Siz de esaretten mi dönüyorsunuz efendim?”
“Nereden anladın ki?”
“Çok kolay efendim! Bir, elinizdeki küçük melbusat torbasından. iki, fesiniz ve bu mavi takım elbisenizden. Üç, yüzünüze vuran esaret acısından ve dilenci askerlere çok üzüntülü tepkinizden anladım... ”
Reşat Bey’in midesine ani bir acı daha saplandı. Faytonun siyah derili arka koltuğunda kamburu çıkmış, derin kederlere gömülmüştü. Avuç içinde tuttuğu ağızlığındaki sigarasının dumanını öfkesinden emercesine içine çekerek içiyordu. Çemberlitaş’taki eve kadar, bir daha faytoncuyla hiç konuşmadı. Kaldırımlara yol boyunca insana acı veren benzer manzaralar hâkimdi. Ülkesi, kendisi yokken belli ki çok değişmişti...
-
ccc rammstein ccc günaydın diler 12 01 2025
-
gran torino ve gwynplaine adlı yazarlarr
-
online listesinden bir yazari
-
kafkas man paranın kaynağı ne
-
memati uye aliminin acilmasini bekliyor
-
ayakların 39 olamaz imkansız diyenlere inat alişte
-
1 milyon mehmet i kaybettik
-
ermenilere istedikleri toprakları ne zaman veririz
-
beyaz tenliyim dediysem kirli değil bembeyaz
-
eğer türkiyenin başına gelirsem kayrayı
-
bir haftadir yemeden icmeden kesildim
-
yıllar önce ayaklarım gerçekten çirkinmiş be
-
los angelesı yakanın incel olduğu tespit edildi
-
zengincd minyon tanrıçanız sizlere sunar vol 1
-
bu kel kafaya hangi kız zütünü
-
yaşama sebebim haki
-
tarkan kuzu kuzu şarkısı
-
kürt erkeklerini çok seviyorum
- / 1