1. 126.
    -1
    Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa sözünde durdu ve küçük bir muhafız kıtasıyla birlikte atlı olarak karargâha kadar geldi. Reşat Bey uzun bir süredir, ilk kez bugün kendisine ziyarete gelen birisine hiçbir şey ikram edemiyordu. Yine de kolordu kumandanlarını düzgün bir öğle yemeğiyle ağırlayamayan karargâh zabitlerinden bazıları sağa sola koşuşturmaya başladı. Daha önce ingilizlerden ganimet olarak ele geçirdikleri çıkınlarından bir şeyler bulup buluşturarak kısa sürede kumandanları için iki kişilik biraz tatlı bisküvi, peksimet, biraz konserve ananas, kuru üzüm ve birer fincan çaydan oluşan bir öğle yemeği ziyafetini, zar zor da olsa hazırlayabilmişlerdi. Reşat Bey mahcup olmamıştı. Böylece Ali Fuat Paşa siperlerin acıklı halini bizzat yerinde görmüş oluyordu. Peksimeti çaya batırıp yerlerken ikisinin de içinden:

    “Hey gidi koca Osmanlı hey, bu hallere de mi düşecektin” sorusunun geçtiği besbelliydi. Zira zar zor bulunan ve boğazlarından zorlukla geçen bu peksimet ve ingiliz malı bisküvi ziyafeti sırasında her ikisinin de gözleri istemeden dolu dolu olmuştu. ingilizlerin konserve ananas kompostosundan da biraz yiyip içince, hayatlarında ilk kez tattıkları bu muhteşem lezzet karşısında hayrete düşmüşlerdi. Yani Mehmetçik kuru peksimete talim ederken ingiliz askerleri ananas kompostosu yiyordu. Bu büyük bir eşitsizlikti.

    Ayrılana kadar sırf bu sebepten dolayı birbirlerinin gözlerinin içine bakamadılar. Askerinin karnını tam doyuramamak, onları kendi hallerine bırakmak zorunda kalmak, belli ki kendilerine zül geliyordu. Sonra karargâh zabitleriyle birlikte harita üzerinden karşılaşılabilecek muhtemel durumlara yönelik biraz daha çalıştılar. Tümen levazım müdürü yanına gelmiş, eğer bugün de yeni bir ikmal konvoyu gelmezse, elinde yedek olarak kalan son un çuvallarını erata dağıtmaya başlayacağını söylüyordu. Durum çok kritikti. ikinci su ikmal kafilesinin, gerilerden yaklaştığının görülmesi, karargâhta dudakları kurumuş bekleyen tüm zabit ve erler arasında büyük bir sevinç yaratmıştı. Ama bu durum kaç gün daha böyle devam edecekti? Arazide ilkel tuzaklarla avlanmadık kuş kalmamıştı. Askerler kendi yemeklerini Filistin’deki bu çöl sayılabilecek kupkuru topraklardan, kendi başlarına bulmak mecburiyetinde bırakılmıştı. Su, karargâha gelince âdeta yağma edildi. Kol, gerisingeriye tekrar ikmal için gitmek zorunda kaldı…
    Tümünü Göster
    ···
  2. 127.
    0
    Fuat Bey: “Yahu Reşat, biricik kardeşim, inan bu kez çok fazla korktum. Çünkü Amanoslar’daki demiryolundan geçen ve geriye giden herkes, ‘Araplar ingilizlerden daha acımasız’ diyor, Filistin’deki feci bozgunumuzu anlatıyordu. Bizimkilerin Halep’ten de geriye çekilişini görünce anladım ki, bizim Reşat ya şehit olmuş ya da esirdir. Çünkü bütün katarlarda seni sordurdum. Kimin ne yaptığı belli olmadığı için, yerinle ilgili tam doğru cevabı bulamadım. Ama öğrenene kadar göbeğimiz çatladı. Neyse ki sağ salim döndün. Artık gerisi hiç önemli değil. Hoş geldin!” Sırasını bekleyen yengesi ayaktaydı, gülerek konuştu:

    “Yeğenlerin sabırla beklediler. Her gün fotoğrafına bakıp sana dua ettiler. Hepimiz çok dua ettik. Çok şükür sağ salim döndün. Senin için ne adaklar adadık.”

    Nadir Hanım’ın ise gözlerinin içi gülüyordu. içi içine sığmaz bir haldeydi. Bembeyaz teni pembeleşmişti. Bir süre konuşamadı, ama sessizlik olunca o da çok saf bir duyguyla paşa babanın paralelinde sordu:

    “Nasıldı, çok zordu değil mi? Gönüllü gittiğinize değdi mi?”

    Reşat Bey yutkundu, çok zor soruydu. Gerçek duygularını söylemesi gerektiğine inanıyordu. Yüzündeki çizgiler derinleşmiş, gözlerini kısmış, omuzları aşağı çökerek âdeta bir anda on yıl daha yaşlanmıştı. Yine de sakince cevap verdi:

    “Nadir Hanım, harika bir soru bu. Benim aklımdaki soruyu nasıl da buldunuz böyle? Evet, doğrudur. Zordu. Az önce de söylediğim gibi, doğruyu söylemek gerekirse diğer zabitler gibi benim de bir hayal kırıklığına uğradığım kesindir. Ama bugün çağırsalar yine giderim oraya gibi geliyor bana. Zira ben bu milletin ekmeğini yedim, tümen kumandanlığına kadar yükseldim. Beni çağırırlarsa nasıl ‘gitmem’ diyebilirim ki?”

    Hepsi pür dikkat onu dinliyordu, Reşat Bey kucağındaki yeğenlerinin saçlarını öperek devam etti:

    “Bunların gelecekleri ne olacak? işte hali görüyorsunuz. Her yer başka ülke bayraklarıyla dolmuş. Artık bu yavrucakları o yabancı bayraklar altında mı yaşatacağız?”

    Göz göze geldiği ağabeyi, “Asla” dercesine başıyla Reşat Bey’i onayladı. Sonra hep beraber üst kata çıkıp bir süre daha sağdan soldan konuştular. Reşat Bey yaşadıkları olayları ısrarlara dayanamayıp özetle anlattı. Bu hususların çoğunu gazeteler yazmamıştı. Çekilen bütün bu acılar nedeniyle kendisini çıt çıkartmadan dinleyen odadaki herkesi büyük bir üzüntü sarmıştı. Çay üstüne çay içtiler. Sonra Avusturya imparatorunun verdiği görkemli madalyayı getirdiler. Bu kadar üzüntü içinde yine de sevindi. Zira bu ödülün mevcut madalya berat yazısına göre, o gün için sadece iki Türk zabitine verildiğini öğrenmişti. Çerçeve içindeki madalyaya hiç dokunmadı, ancak ailesine, esaretten henüz dönen ve memleketi neredeyse esaret altında olan bir zabitin bu madalyayı takmasının en azından şimdilik hoş olmayacağını, bu nedenle hâlihazırdaki bu gümüş çerçevedeki yerinin uygun olduğunu, eski yerinde muhafaza edilmesinin uygun olacağını” söyledi. Daha önce herkes bunları mecburen takıyordu. Ama artık durum çok değişmişti.

    Mağlubiyet ve mütareke nedeniyle Alman ve Avusturya imparatorluk madalyalarının pek kıymeti kalmamıştı. Zaten bunları takmak, son mağlubiyetler nedeniyle pek de hoş karşılanmıyordu. “Yabancı ülkelerden madalya alma hayranlığı” olup yaşamları boyunca bunun peşinde koşanların gayretleri artık tamamen boşa çıkmış gözüküyordu…
    Tümünü Göster
    ···
  3. 128.
    -1
    ayh ne kadar çekemeyen muallak var doluştular hem önemsemeyip okuyorsunuz birde ayar vermek için
    yorum yapıyorsunuzz komiksiniz embesillerr
    ···
  4. 129.
    -1
    Duraktaki tek kadanalı yaylı küçük bir faytona bindi. Faytoncuya, “Çemberlitaş’a çek” dedi. Galata Köprüsü’nden geçerken, kaldırımda yürüyenleri süzüyordu. insanların bir kısmı mutlu, bir kısmı da son derece düşünceliydi. Ama hayat devam ediyordu. Sadece giden gidiyordu...

    Yeni Cami önüne gelince, bir anda kanı dondu. Hatta faytoncuyu uyararak arabayı kenara çektirip durdurttu. Caminin hemen önündeki taş avluda yan yana duran yüzlerce perişan görünümlü dilenciye hayretler içinde bakakaldı. Zira bunlar bildik, alışılmış dilencilere hiç benzemiyordu. Burada eskiden de dilenci olur, ama sayısı beşi onu geçmezdi.

    Oysa şimdi bütün bir yol boyunca, neredeyse omuz omuza, çoğuyerde akıl almayacak sayıda yüzlercesi sefil halde dileniyordu. Yüzlerine biraz dikkatle bakınca, birkaç çocuk dışında tamdıbına yakınının “eski asker” olduğunu anladı. Mermi ve şarapnel yarasını çok iyi bilen bir zabit olarak yanılması imkânsızdı. Tüyleri diken diken oldu. Şaşkınlıkla arabadan indi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Memleket evlatları ne hallere düşmüştü. isyan edercesine söylene söylene hızla önlerinden, cadde üzerinde ileri geri yürümeye başladı. Manzara korkunçtu. Bunların neredeyse tamamı, saçı sakalı grileşip birbirine karışmış, haki renkli keçe asker elbiseleri lime lime olmuş, yüzü gözü pislik içindeki Mehmetçiklerdi...

    Kiminin iki bacağı birden yoktu, bazılarının iki gözü birden kördü, kiminin de bir veya iki eli yoktu. Yürüdükçe, her yeri kıpkırmızı yanıklılar, dudakları veya dişleri olmayanlar, parmaksızlar, her yanında mermi deliği taşıyanlar, yüzü gözü derin yara izleriyle dolu olanlar, düğmeleri kalmamış eski püskü asker kaputlular, iki bacağı kalçasından kesildiği için küçülmüş vücudunu iki eliyle kaldırıp sürüngen gibi sürüyerek yürümeye çalışanlar gözüne çarpıyordu.

    Daha önce, Balkan Harbi’nde de benzer manzaraları görmüştü ama istanbul’un göbeğinde bu kadar çok sayıda perişan ve kaderine böylesine terk edilmiş başıboş askere hiç rastlamamıştı. Demek ki bu sefer, bu zavallıların şehirde kalmasına izin verilmişti. Zira o zaman kolera, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle, bu zavallı mağlup askerlerin şehrin içine girmelerine izin verilmemiş ve onlar da o perişan halde, sanki birer hayalet gibi, hiç durmadan belirlenmiş güzergâhtan geçip Anadolu’ya doğru, geldikleri gibi sessiz sedasız başları önlerinde gitmişti.

    Biraz soruşturunca bu zavallıların memleketlerine dönebilmek için Sirkeci’de, Eminönü’nde, cami avlularında geceleyip, sabahları buraya gelerek hayırseverlerden eve dönüş parası devşirmeye çalıştıklarını öğrendi. içlerinde biraz sağlıklı olup hamallık dahil her türlü işi yapmaya razı olanlar da vardı. “Mağlup ordu” olmanın ne anlama geldiği, bu görüntülerle insanı eziyor ve suratına tokat gibi çarpıyordu. Sanki Çanakkale’yi, Kut ül Amare’yi kazananlar aynı askerler değildi... Ayrıca mağlup olanla gelip gelen askerin döktüğü kanın değeri farklı mıydı sanki? Bir süre, insanın içini acıtan bu manzaranın şokundan kurtulamadı. Hatta önlerinden yürürken kendi kendine, “Oralara gönüllü gittiğime değdi mi?” diye söylendi. Yutkundu, cevabını bu kez bir türlü veremedi. “Pişman değilim” der gibi oldu ama kelimeler ağzından bir türlü çıkamadı, hatta boğazına düğümlendi. Ancak fayton parasını ayırıp cebindeki son kuruşu bu çilekeş insancıklara bırakmaktan başka yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını anlayınca gözüne kestirdiği en kötü haldeki üç dört kişiye verip ardından coşkuyla edilen teşekkürlere bakmadan tekrar faytona bindi. Reşat Bey’in koşuşturmasını ve buradaki davranışlarını seyreden ve kaldırım kıyısında kendisini bekleyen faytoncu hemen sordu:

    “Siz de esaretten mi dönüyorsunuz efendim?”

    “Nereden anladın ki?”

    “Çok kolay efendim! Bir, elinizdeki küçük melbusat torbasından. iki, fesiniz ve bu mavi takım elbisenizden. Üç, yüzünüze vuran esaret acısından ve dilenci askerlere çok üzüntülü tepkinizden anladım... ”

    Reşat Bey’in midesine ani bir acı daha saplandı. Faytonun siyah derili arka koltuğunda kamburu çıkmış, derin kederlere gömülmüştü. Avuç içinde tuttuğu ağızlığındaki sigarasının dumanını öfkesinden emercesine içine çekerek içiyordu. Çemberlitaş’taki eve kadar, bir daha faytoncuyla hiç konuşmadı. Kaldırımlara yol boyunca insana acı veren benzer manzaralar hâkimdi. Ülkesi, kendisi yokken belli ki çok değişmişti...
    Tümünü Göster
    ···
  5. 130.
    -2
    …Bir anda Nurettin Paşa’nın, “12.00’ye kadar hedefi alamazsanız, ben sizin yerinizde olsam yaşamam” cümlesi aklına geldi. Hemen ardından da kendi verdiği tokat gibi cevabı zihninde şimşek gibi çaktı:

    “Sizin benim yerimde olmanıza lüzum yok, ben zaten yaşamam!”

    Bu bir taahhüt sayılırdı. Saatine baktı. 12.00’yi geçiyordu. Yani vakit tamamdı. Bir söz vermiş ve bunu gerçekleştirememişti. Oysa “söz namus” demekti, hep böyle duymuştu. Üstelik kumandanına “Tepeyi zamanında alamazsam ben zaten yaşamam” demişti. O da buna hiç itiraz etmemişti; yani bir nevi onaylamıştı. Herhalde bunu yapamaz sanıyordu. Onurun nasıl bir şey olduğunun âdeta kanıtlanması istenmişti. Etrafından geçen mermilere kayıtsız, telaşsız, dalgın gözlerle siperlerin arasında ilerlemeye devam ediyordu.

    Bazı askerler, tümen kumandanları böyle aslan gibi siperlerin dışında, kendileri ise fare gibi içerde bulunmaktan rahatsızlık duymaya başlayınca, birçoğu, dayanamayıp siperlerinden dışarı fırlamaya kalktı. Reşat Bey eliyle hemen, “Sakın ha” der gibi, keskin işaretlerle siperlerini terk etmelerini engelledi. ileri gözetleyicilerin yanına sürünerek gelmiş bulunan Tümen Topçu Kumandanı Yüzbaşı Seyfi Bey’in vurulma riskini göze alıp kendisine doğru hamle yapmasına da fırsat vermedi.

    Hâlâ çok kararlı bir şekilde açıkta yürüyordu. Şimdi de dimdik duran vücudunu ve göğsünü düşman kurşunlarının ve şarapnellerinin geldiği istikamete çevirmişti, hedef büyütmüştü; hatta kısa bir süre öylece bekledi. Bu bekleyiş siperlerdeki bütün Mehmetçiklere, onu çok seven genç zabitlerine, “seneler kadar uzun” geliyordu.

    Neyi gözlüyordu, neyi bekliyordu? Bunu kimse bir türlü anlayamıyordu. Başka da hiçbir şey söylemiyordu. Sadece güler gibi bir çehreyle, düşmanla alay edercesine siperlerin arasında sanki etrafında yüzlerce mermi vınlamıyormuş gibi, sakin bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Kendi komuta yerine doğru ilerliyordu. Büyük turunu hiç vurulmadan tamamlamak üzereydi.

    Gözlerinin önünden yıllardır yanında, kucağında can verenler geçmeye başladı. Düşman siperlerine doğru şöyle bir baktı, dişlerini sıkarak “inşallah bu yaptığınız son olur da bari gelecekte sevgili yeğenlerimle savaşmazsınız” diye üzüntüyle söylendi. Savaştan iyice nefret etmeye başladığını hissediyordu. Aşağıda karşıda, sağda solda her saniye birisi daha can veriyordu. Yumruğunu o tarafa doğru sallayıp, “Rahat dursaydınız da güzel hayatlar kursaydık, fena mı olurdu yani” diyebildi güçlükle. Karmakarışık düşünceler içinde, tekrar kendinden geçmeye başlamıştı. Siperlerin arasında dolaşırken geçen şu son on beş dakika, on beş asır gibiydi. Artık bu uzun; ama çok uzun hayatta, çok yorulduğunu daha da fazla hissediyordu ve aklında sadece, ağzından çıkan bir “söz” vardı.

    Evet, başaramamıştı. Tutamadığı bu sözle, hayatta ilk kez böyle bir şeyi başaramıyordu. Ama neden kendisine hiç mermi gelmiyordu? Neden etrafından geçmekte olanlardan biri, etten kemikten bedenini parçalamıyordu? Mermi yağmuru neden şimdi istemesine rağmen onu ıslatmıyordu? Neden hayatını bir düşman kurşunuyla sonlandıramıyordu? Tanrı, hayatıyla ilgili vermiş olduğu bu kararına “Olmaz” mı demişti? Yoksa bunu kendisi mi gerçekleştirmeliydi? Kumandanının istediğini mi yapmalıydı? Paşa babası, yeğenleri, yengesi, ağabeyi ve asla unutamadığı Nadir Hanım acaba kendisini affedebilecekler miydi? Tarih kendisini yazacak mıydı? Yoksa Çiğiltepe denen şu karşıdaki toprak parçası da, diğer on binlercesi gibi tarihte kaybolup gidecek miydi?

    Tepe mi kendisini yenecekti, yoksa o mu Çiğiltepe’yi? Kim hatırlanacaktı?
    Tümünü Göster
    ···
  6. 131.
    0
    irishka bi entry daha atarsan sacinagibeyimi üstüne salarım
    ···
  7. 132.
    +1
    ulan bi muallaklik var bunda

    kesin gay cikicak bunlar
    ···
  8. 133.
    0
    bide kötülüyor dübüründen gibtiklerim.. maneviyatınızı gibeyim.

    @155 ne sanıodun amk, bi muallaklik tabiki var, eş değiştirmişler
    ···
  9. 134.
    0
    sıktın. bunalttın. angutyus'u öküzler gibsin. hep onun yüzünden bu parça parça ciks hikayeleri. giben gibmiş gibtiren gibtirmiş. hala neyin hesabını yapıyon sen malkız. neyine anlatıyon. gibilirken iyidi de şimdi mi fuat o.ç. oldu döl yoksunu. gibtir git kevaşe
    ···
  10. 135.
    0
    devam et bklm
    ···
  11. 136.
    0
    ama moaddi manaviii laaaaaaaaaaaaaaaylalalala;lala
    ···
  12. 137.
    0
    tamam fuat tam bir hödük ve su katılmamış malda sen ne yüzle seni sevdiğini düşüdüğün birinden o durumda borç para istedin? sende o adamı kullanmış olmadın mı? şimdi fuat la aranda ki farkı söyle kaşar seni...
    ···
  13. 138.
    0
    dinliyoruz irishka yardir
    ···
  14. 139.
    +1 -1
    ayyyyyyyyyyyyyyy inanmıyorum o fuatıı samsunlarda bulup gibmek gerekir erkek olaydıda
    otelin hesabını ödeyeydi seny o durumlara düşürmeyeydii.aa kısssss aldatmamışındırda döndüğüm gibi
    para yollayana verirdim ben olsam bare gam yemezdin vermediysen şmdi ver ayol haketmiş çocuk
    ···
  15. 140.
    0
    diyorum ya hep diyorum ne kadar haklı olduğumun kanıtısın kızlar zenginlere verir zenginlerde böyle giber atar
    ···
  16. 141.
    0
    @162 suzan
    ···
  17. 142.
    -1
    şimdi bu hikayeyi okuyan abazanlarda "ulan bu tam kevaşe garanti bana da verir, olayı anlatsın bitirsin bi pm çakayım da tanışak" demiyosa beni de gergedanlar gibsin
    ···
  18. 143.
    0
    dokunma daha boyle bitsin
    ···
  19. 144.
    +1
    arkadaşlar hikayeye devam edeyimmi, bu sefer batı cephesinden bir savas anlatacagım.
    ···
  20. 145.
    0
    @169 yannanım sıke tersten oturuyorsun resepsıyonda adamıda tassaklı bı yıkama yglama yapsaydın soyle gırtlaga kadar, fuatta arkadan gırseydı threesome olsaydı daha heyecanlı olurdu.
    ···