-
101.
0@120 iyi aşkım sussttaaa en heyecanlı yeri
-
102.
0sonu işte adam bu kzrıyı seviyor karı zmala gibişmeye aşık oluyor sonra bunlar evlenelim diyor pempe panjurlu ev alıyolar derken bi çocukları oluyor. fuat çocuk benden sanıyor ama halbuki çocuk sütçü süleyman abinin. neyse irishka olayı çaktırmadan ara da bi çaktırıyor derken çocuğa da koyuyolar. ismi purpleangel kalıyo. budur.
-
103.
+2arayan süleyman çocuğunu istiyo
-
104.
0ee sora ? hizli yaz lan bekletiyosun zig gibi
-
105.
+2aha resepsiyonist de kayacak buna
-
106.
0lost olur
-
107.
0ooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooooo
-
108.
0ayhhhhhhhhh resalett onca yolll gidiceeeennn bide vericeeen bide oteli kendin ödiycen
ayol izmirde gib kıtlığımı var taa samsunlaraa ayh ne diim resalettt giberdim o herifi orda ayol -
109.
-1@126 senin ben medeniyet anlayışını gibeyim, olay ne yani burda, ne yapacaktı erkek senin gibi huuryu başının üstünemi çıkarıcaktı evlenecekmiydi cocuklarınızmı olcaktı, sen hayatın boyunca gibilmeye mecbursun kısa saclı kırmızı ojelı marjınal huur cocugu senı anlatacagın hıkayeyı sıkeyım, 4. sınıf ask romanları daha ılgı cekıcıdır.
-
110.
-1@132 seninde ananın amcıgını gibeyim. period.
-
111.
-1hayir lan bi olay da yok he
eleman pompada anasi kizmis kiz da kalpkirikligi
surda iki dasak gectik eksiye bogdunuz amk
gibtirin gidin amina soktumun asmali konakcilari sizi -
112.
0bak kızım satıraralarında kendini anlatmıssın seni suclamıyorum ama belliki ıncın gibik bir ailenin fakir kevasesisin ve sunu kendine itiraf et sen fuatı filan sevmiyordun sen o hayatı istiyordun hep sende olmayanı aile, para,deger görmek v.s bunu kendine itiraf edersen senin için herşey daha kolay olur suc degil bu ama burda bizi kandırma yok askımdan neler yaptım ben böyle severim triplerine girme giberler o işi..
-
113.
0selam, ben polat, 30 yasindayim, samsunluyum
-
114.
0@1 basit gibtir ettt
-
115.
-1Uygun bir yerde pusu kurmuşlardı. Reşat Bey, bölük teğmeni ve takım kumandanı olarak başladığı bu ilk çetin sınavında, hocasına söz verdiği gibi, takımındaki erlerine örnek olmak ve böylece onların güvenini kazanmak istiyordu. Zira erlerin çoğu kendisinden daha yaşlıydı ve bölgedeki olaylara bakılırsa, daha uzun bir süre böyle hep birlikte dağlarda dolaşıp duracaklardı. Otoritesini şu ana kadar sadece rütbesiyle sağlayabilmişti. Ama o, cesaretiyle de saygı duyulan, kalplere hitap eden bir kumandan olmak istiyordu. Şu ana kadar hiç adam öldürmemişti. Erlerinin çoğu, çeşitli yerlerde muharebelere katılmış eski askerlerdi. Çoğunu kendi seçtiği 20 civarındaki askeri ve “eşkıya ile nasıl baş edileceğini” ona arazide bizzat öğretmeye çalışan tecrübeli bölük kumandanıyla birlikteydiler. Çıt çıkmıyordu. Diğer takım da, asilerin kaçma ihtimaline karşı ormanın öbür yanında başka bir pusu atmıştı.Tümünü Göster
Az sonra, uzaktan insan homurtularıyla beraber, yerlerdeki çalı çırpı ve kuru dalların üzerine basılınca çıkan çatırtı sesleri duyulmaya başladı. Giderek yükselen ayak seslerine göre asiler pusu bölgesinin iyice yakınına gelmiş olmalıydı. Sık çalılıklardan dolayı henüz kimse görünmemişti. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Sesler iyice aklaşıyordu. Nişan almış, öylece bölük kumandanının emrini bekliyordu. Pusuda, aynı anda ateş açmak ve ateşlerin paylaştırılması ve disiplini çok önemliydi. Böyle öğrenmişti. Hep birlikte her taraftan kontrolsüz çat pat ateş açan birliklerin disiplinsiz ve eğitimsiz birlik olduğu, tecrübeli eşkıya tarafından da hemen anlaşılıyordu. Bunun eğitimini çok yapmışlardı. Bu yüzden sabırla onları bekliyorlardı.
Reşat Bey birden önünde beliriveren kol başındaki asileri çalıların arasından belli belirsiz gördü. Arkadan gelenlere bakmıyordu bile. Vahşi bir kaplan gibi yere yapışıp kendisine verilmiş hedefine odaklanmıştı. Nişangâhın üzerinden ve namlunun ucundan, hemen aşağısında pusunun varlığından habersiz bir şeyler yiyerek yaklaşan tüfekli ilk asiyi artık net olarak seçebiliyordu. Hemen hepsi de uzun sakallı, pis ve çok vahşi görünüyordu. Tırmanarak buralara geldiklerinden hem nefes nefese hem de çok terliydiler. Az sonra verilecek bir “Ateş serbest” komutuyla en öndeki bu asinin büyük olasılıkla öleceğini biliyordu. Yaklaşan asiyi, eli tetikte nişangâhı üzerinden sessizce izlemeyi sürdürdü. Asilerin homurtu seslerinden başka ortalıkta çıt çıkmıyordu. Heyecandan eli titremeye başlamıştı. Öndeki asinin az sonra kendi ateşiyle öleceğini biliyor olmak, karmaşık ve tuhaf bir duygu yaratıyordu. Hedefine iyice kilitlenmişti. Heyecandan midesi bulanmaya başlamıştı. Neredeyse öğürecekti.
Bu asi, normal yaşamında kim bilir nasıl biriydi? Çocukları var mıydı? Koskoca Osmanlı’ya karşı niye ayaklanmışlardı? Bölgedeki masum halkı neden katlediyorlardı? Hürriyet ateşi çoluk çocuk demeden öldürmek mi demekti? Boşluğunu alıp tetiği son noktasına getirmiş, hatta nefesini bile tutmuştu, ateş serbest komutunu bekliyordu. Kıyafetinden muhtemelen Bulgar olduğu anlaşılan asi, başını aniden bulunduğu yere doğru çevirince yaprakların arasından kendisini fark etti. Göz göze geldikleri o anda ikisi de öylece kalakaldı. Elindeki yiyeceği bırakan tecrübeli asinin dehşetle açılmış kapkara gözleri kendisine dikilmişti. Pusuya düştüğünü ve omzundaki tüfeğine davranmakta geciktiğini anlamış, çaresiz bir halde donup şoka girmişti.
işte tam o anda bölük kumandanının “Ateş” komutu geldi. Yaradan’a sığınıp tetiğe bastığında sadece patlamayı duydu. Kısa bir süre, sanki daha önce hiç ateş etmemiş gibi, nedenini anlayamadığı bir şok daha yaşadı. Hemen ardından da her taraftan büyük bir cayırtı koptu. Sabahın sessizliği bir anda bozulmuştu. Bulunduğu yere doğru sanki her yandan mermi yağıyordu. Her yer dumandan bembeyaz hale gelmişti. -
116.
-2Kolordu kumandanına olanları ve özellikle de ordu kumandanıyla aralarında geçen tatsız konuşmayı çok genel anlamda da olsa aktarmasına rağmen, içi pek rahatlayamamıştı Reşat Bey’in. Telefonun ahizesini usulca yerine bırakırken, çamurla terden dolayı değişik bir renk alan karmakarışık saçlarını sıvazlayıverdi. Derin bir iç çekti... Aklında sadece saat 12.00 için verdiği söz ve tümeninin şu andaki sıkıntılı durumu vardı. Emir eri çay yapmıştı. Toz toprak içerisinde, herkese nasip olmayan bu çayı minnetle alıp yudumlamaya başladı. Şeker yokluğundan kuru üzümle içiyordu. “Bu çaydan sonra acaba daha kaç çay içerim” diye söylendi kendi kendine...Tümünü Göster
Karşılıklı silah sesleri çoğalıyordu. Sabah güneşi iyice ortaya çıkmış, âdeta her tarafı turuncuya boyamıştı. Sabah saat tam 08.00’de, yüz yaşında gibi görünen, kavruk, kara kuru, posbıyıkları sigaradan sapsarı olmuş bir karargâh çavuşu, tümen haber merkezinden az önce alınan “1. Kolordu Kumandanı izzeddin” imzalı bir emri, toz toprak içindeki titreyen eliyle, okuması için Reşat Bey’e uzattı. Bu derin çizgilerin anlamlandırdığı kırışık suratta, sanki bir tablo seyrediyormuş gibi, bir neslin yıllardır çektiği acıların tamdıbını bir anda görebilmek mümkündü. iki asker göz göze geldi. Reşat Bey teşekkür etti. Çavuşun ismini hatırlayamamıştı. Zarfı alırken çatallanan bir sesle “Sağ ol aslan çavuşum” dedi. Kavruk çavuşun biri çenesinden başlayıp boynunu izleyerek ense köküne kadar çaprazlamasına uzanan, diğeri yanağındaki, dikiş izi belli iki derin şarapnel yarasıyla, başparmağı olmayan sol elini görünce bir an için durdu ve konuşmasına devam ederek ona “Senin, bizim nesilden ve aynı kafadan biri olduğuna dair iddiaya girerim... Nereden anladım, söyle baklalım yiğit çavuşum” diyebildi sadece. ihtiyar çavuş, Reşat Bey’in kendisinin gönlünü almaya çalıştığını hemen anlamıştı. Saygılı ancak muzip bir edayla cevapladı:
“Sağ olun kumandanım. Anladınız, çünkü her yerim delik deşiktir be ya, yani sizin gibiyimdir yani... ”
“O halde bugüne kadar iyi sağ kalmışsın, bunu nasıl başardın ki?”
“Eee... Kumandanım, peki sen nasıl başardın ki! Ben tam 17 yıldır askerim. Çok cephe dolaştım, çok mermi yedim. ilk askerliğimde anam belimdeki şu palaskayı okumuş ve kendi elcağızıyla belime bağlamıştı. Te be kumandanım beni galiba hep bu korudu.”
Reşat Bey, Trakyalı olduğu anlaşılan çavuşunun hazırcevaplığına hem şaşırmış hem de çok memnun olmuştu. Başını sallayıp hafifçe güldü, siperdeki tahta sehpasında duran üç kuru incirin ikisini ona verdi; sırtını sıvazlayıp ona teşekkür etti. Bu kadar gerilimli bir ortamda Mehmetçik sayesinde bir anda gülebilmişti. Aslında şu an, çok uzun bir süredir gülmeyi unuttuğunun da farkına varmıştı. -
117.
-2Düşman kararlı bir şekilde direnmeyi sürdürüyordu. Hiç de “korkak palikarya” filan gibi değildi. Özellikle de bu kesimde, çok inatçı bir şekilde çarpışıyorlardı. Onları dokuz yıl öncesinden yani Yanya’dan zaten çok iyi tanıyordu. Başarısızlık halinde nelerin olabileceğinin farkındaydı. Çiğiltepe sanki ateşten ve dumandan bir cehennem haline gelmişti... Birden hiçbir sesi duymaz oldu. Kendi iç dünyasındaydı ve iç hesaplaşmasını yapmaya başlamıştı. Çıt çıkmıyordu... Kurumuş çatlak dudakları aralandı, kimseye de duyurmayacak şekilde, kısık bir tonda ve öfkeyle dişlerini sıka sıka, sanki tam karşısındaki dağ canlıymış gibi ona doğru söyleniverdi:Tümünü Göster
“Hey mübarek dağ, bak bakalım bana! Gelecek nesiller senin kıymetini bilir ve burada bugün olanları, sebil olan şu canları umarım hatırlarlar. Başarırsak, bunca kana ve cana mal olan bu tepenin değerini umarım anlayabilirler... ”
Sonra öfkesini içinde tutamadan yine karşıdaki Çiğiltepe’ye doğru aynı şekilde tane tane söylenmeye devam etti:
“ Dağ, dağ, bak bana! Sen neymişsin böyle? Bana bugün nasip olmayacakmışsın sen, öyle mi? Sen, peki benim 27 yıllık fırtınalı ömrümde hangi tepeleri, dağları nasıl yendiğimi hiç biliyor musun ki? Dağ, dağ! Sana söylüyorum, cevap ver diyorum sana! Benden daha mı kuvvetlisin sen? Beni yenebilecek misin ki?”
Sanki sorusunun cevabını almış gibi birden suskunlaşmıştı. Kum torbalarının ardından bakıp gözlerini, sanki delecekmiş gibi, heybetli görünen tepenin çalılık zirvesine dikti. Dişlerini sıkarak, öfkeyle söylenmeyi sürdürdü:
“Dağ, orada hep vardın sen. Var olmaya da devam edeceksin. Asırlardır Reşat’lar buradan bir bir gelip geçiyor... Ey Çiğiltepe, evet, orada hep vardın ve var olmaya da devam edeceksin! Ama adının daha çok anlamlanmasını, bizlerin kanından ve canından alacağını ve senin de bu isimle ancak böyle ünlenebileceğini, şu anda benden başka kimse bilmiyor! Seni hatırlanacak hale getireceğim. Seni onurlandıracağım. işte sen, bunun için beni asla, ama asla yenemezsin! Yenemeyeceksin. Çilekeş Anadolu’da bazı tepeleri Ziyaret Tepe yapanların veya onları meşhur edenlerin, ona kan ve can verenler olduğunu, hele biz iyi biliriz! Bu tepelerin de elbette kıymetini bilecekler bir gün! Bunları anlamlandırma sırası şimdi bizlerde... Yani anlaşılan şu an sıra bende” dedi dişlerini sıka sıka sessizce. Bir yandan da sürekli saatine bakıyordu. Sanki bir şeye karar vermiş gibiydi. Göz ucuyla umutla baktığı karargâhından, hâlâ iyi bir haber yoktu. Verdiği söze ise sadece 15 dakika kalmıştı. Saat 11.45’ti. Artık süre dolmak üzereydi… -
118.
-1... Arnavutluk’ta harcanan bütün emekler verilen onca şehit, demek ki boşa gitmek üzereydi. Bu yüzden o da diğer birçok zabit gibi son derece kırgın ve kızgındı. Kucağında gözlerini kapadığı şehitler için azap duyuyordu... Edirne Garı’ndan ayrılırken bu kez yalnızdı. Elinde sadece bir tahta bavul ile eşyasını koyduğu küçük bir hurçtan başka bir şey yoktu. Ailesinin istanbul’dan gelip uğurlama isteğini de “çabuk döneriz” gerekçesiyle kabul etmemişti. Zaten vedalaşmaktan pek hoşlanmıyordu. Katardaki kapalı vagonların büyük bölümü, kendi taburunun yığınlar halinde balık istifi edilmiş askerleriyle doluydu. En arkadaki açık vagonlarsa malzeme ve cephane yüklüydü. Zabitlere ayrılmış yemekli vagonun yanındaki kuşetli vagonda, kendisi gibi “bölgeye gitme” emri almış başka birliklere mensup diğer beş zabitin arasında boş bir yer buldu ve yerleşti. Hepsi de yüzbaşıydı. Kimisi uyuyor kimisi de camdan dışarıya sarkmış ailesiyle vedalaşıyordu. Hüzün dolu bir andı ve sözler hep aynıydı:Tümünü Göster
“Merak etmeyin kısa sürer. Burnumuz bile kanamadan döneriz. Bu seferki çabuk bitecek!”
Kolağası Reşat Bey, trene biner binmez zabitlerden biriyle tanışmıştı. Adı Behram’dı. Kısa bir süre içinde de, onun kendi taburuna bölük kumandanı olarak yeni atanan biri olduğunu anladı. Toksözlü ve sakin görünümlü bir zabitti. Ona, birlikte çalışacaklarını ve kendisinin de 3. Tabur’un yeni kumandan vekili olduğunu söyledi. Kader birliği yapacaklarından, daha bu ilk sohbetlerinde farklı ve güzel bir ortam oluşmuştu. Bir süre sağdan soldan konuştular. Az sonra Behram Yüzbaşı kompartıman penceresinden ailesinin vedalaşmaya geldiğini görünce, izin isteyip hemen cama doğru yaklaştı. Sonra aceleyle aşağıya indi. Dışarıda duygusal bir vedalaşma yaşanıyordu. Ancak çalan düdükler nedeniyle trenin kalkacağı anlaşılınca yüzbaşı tekrar kompartımana döndü. Camdan beline kadar sarkıp ailesine Reşat Bey’i “işte yeni tabur kumandanım” diyerek tanıttı. Ailenin gösterdiği hürmet üzerine o da aynı şekilde elini kaldırıp “Memnun oldum efendim” diyebilmişti.
Behram Bey, daracık kompartımandan hem kendi ailesiyle vedalaşıyor hem de pencereden içeri aldığı çocuğunu hasretle kucaklayıp sevmeye çalışıyordu. Bu sırada raftaki tahta bavulundan aceleyle bir şey almak zorunda kalınca, çocuğunu bir an için tutsun diye Reşat Bey’e uzatıverdi. Aynı kompartımanda yolculuk edeceği, taburunun bir yüzbaşısının 2-3 yaşındaki sevimli kızını aniden kucağında buluvermişti Reşat Bey. Yavrucak, kıvır kıvır saçlarıyla harika bir şeydi. Kısa süreyle de olsa onu sevdi, hatta usulca saçlarını kokladı ve sanki babasıymış gibi bağrına bastı. Bir dakikalık bu keyif ve çok değişik duygu, bir asırlık olay gibi hafızasına kazındı. Utanmasa çocuğu geri vermeyecekti. Ancak tekrar düdükler ötmeye başlayıp dışarda baş gösteren telaş üzerine çaresiz, gülümseyerek geri verdi çocuğu. Yüzbaşının annesi, babası, eşi dahil, vedalaşmaya gelenlerin hepsinin gözleri dolu doluydu. Duygularına gem vurduğu besbelli olan Behram Yüzbaşı göz ucuyla Reşat Bey’e bakarken, “Daha önce de aynı şekilde gidip döndüğünü” hatırlatarak “görevi başarıp tekrar geri döneceğim” diyor, aşağıdan kendisini yolcu edenlere moral vermeye çalışıyordu.
Reşat Bey ise oturduğu yerde gözleri dalmış, sıkıldığında veya üzüldüğünde hep yaptığı gibi, palabıyıklarını sıvazlıyor, bir yandan da göz ucuyla bu güzel aileyi saygı ve gıptayla seyrediyordu. Çeşitli düşünceler içindeydi. Önce içinden küçüğe “Sana babanı sağ yollamaya çalışacağım” diye söz verdi. Hemen ardından da “Acaba ne zaman bir aile kurabileceğim” diyerek kendi içine döndü. Otuz üç yaşına gelmiş ve bugüne kadar bir türlü bu fırsatı yakalayamamıştı. Tam rahata erip hayatıyla ilgili bir karar verecekken, bir şey oluyor ve her seferinde de risk içindeki bir yere, uzaklara gidiyordu. Nadir Hanım’la ilgili düşüncelerini de sırf bu nedenle bir süreliğine ertelemek zorunda kalmıştı. Ardında, az önce tanık olduğuna benzer, gözü yaşlı insanlar bırakmak istemiyordu. Yine de “Harpler ve bu sıkıntılar hep böyle devam edecek değil ya! Nasıl olsa bir gün bitecek” diye düşünüp kendi kendine biraz daha sabır telkin ediyordu.
Bu derin düşünceler içinde trenin hareket ettiğini bile fark etmemişti… -
119.
-1…hücum işaretini vermek için tabancalı eliyle “Haydi” işareti yapar yapmaz çuha üniformalı askerleri, gümüşi renkli, ince uzun süngüleriyle siperleri terk edip şimşek gibi ileri fırlamaya başladılar. Aynı anda karşı taraftan da yoğun bir cayırtı koptu. Vurulanların bazısı dışarı bile çıkamadan sessizce gerisingeriye toprak siperlerin içine düştü. Mermiler, vızır vızır ya siperlerin üzerinden geçiyor ya da hafif bir toz çıkarıp toprağa, kum torbalarına şiddetle saplanıyordu. Reşat Bey de iki üç kişi sonra sırası geldiği için siperlerden dışarı doğru hücuma kalkmak üzere besmeleyle sağ ayağını tahta merdivene attı.Tümünü Göster
Tam diğer ayağını da merdivene koyacaktı ki, o anda meydana gelen ve kulakları sağır eden büyük bir patlamanın yarattığı yüksek basınçlı, yakıcı bir alev topunun, bastığı yeri zangırdatıp kütle halinde ayağının altından kaydırarak siper merdiveni dahil, yüzlerce irili ufaklı kaya parçasıyla birlikte her şeyi, kendisini de havaya doğru hızla fırlattığını anladı. Aynı anda da, başında kesici bir şaklama ve biri sol bacağında, biri sağ omzunda, biri de karnında olmak üzere, vücudunda dört ayrı yerde delici darbe, şiddetli acı ve yanma hissetti. Yukarı doğru yükselen toprak yığınıyla beraber havada peş peşe taklalar atmaya başlamış, az önce duyduğu bütün sesler de bir anda kesilivermişti. Artık hiçbir şey duymuyor, yeryüzünü tersten ve çok yukarılardan görüyordu. Belli ki “ölüm ile yaşam arasında” gidip geliyordu. Bir anda gördüğü her korkunç şey, çok yavaşlamış gibi hareket ediyordu. Bu sefer ölüme çok yaklaştığına emindi. “Ebediyete uçuyorum” sandı. Hatta aşağıda bir an için, az önceki emriyle ileri fırlayan taburunun son hücum dalgasının, süngülerini kendilerine ölüm kusan ingilizlere doğru yöneltmiş bir şekilde, sağdan soldan çalıların arasından hızla geçerek karşılarına çıkan dikenli tel engellerini aşmaya çabaladıklarını gördü. ingilizlerse Mehmetçikleri bir av gibi tuzağa düşürecek şekilde, sırtlardan ve çalılardan yararlanarak makineli tüfekleriyle görünmeden koşup daha yüksekte kalan yanlara doğru mevzi değiştiriyordu. Reşat Bey, yavaşlatılmış bir rüyada gibi, bütün bunları havada ağır ağır dönerken sanki görebiliyordu. Toprak ve kayalarla beraber sanki o da havada savruluyordu. Ağzının içi neredeyse boğazına kadar taze toprakla dolmuştu. Fırlayıp yanından geçen kayalar, tuhaf uğultular çıkartarak kendisinden daha hızlı bir şekilde yukarı çıkıyordu. Yerden yükselen taş ve toprağı, gökyüzüne doğru birbiriyle yarışırcasına fışkıran el kol parçalarını, şimdi de kafalar, kum torbaları, süngüler, postal ve kan içinde, parçalanmış bedenler izliyordu.
Hep merak ettiği ölüm, belki de tam böyle bir şeydi: Yükselmek, yavaşça daha da yükselmek, her şeye böyle yukarıdan bakabilmek... Yerden yüzlerce, hatta binlerce metre yükselmiş gibiydi. Hep böyle kanat takıp bir kuş gibi uçmayı düşünmüştü. Artık ne bir ses duyabiliyordu ne de acıyı hissedebiliyordu. Muhteşem bir mavi-yeşil karışımı halinde altında uzanan Ege Denizi ve Gelibolu Yarımadası, insana sessizce huzur veriyordu. Havada fırıl fırıl dönerken, dünyayı hiç böyle hayal etmemişti. Biraz gökyüzü, biraz deniz ve biraz da yeşillikler içindeki toz toprak, uzayıp giden karşılıklı siperler, duman ve alevler içindeki Alçıtepe, Triyandafil Çiftliği, Zığındere, Çanakkale Boğazı, hepsi gözlerinin önünde birbirine karışıp önce büyüyor, sonra küçülüyor, puslanıyor, bazen netleşiyor, hatta sürekli renk değiştiriyordu. Bulutlara yaklaştıkça bir daha artık hiç yere inmeyeceğini düşünmeye bile başladı. Beyaz bulutlardan birini yakalayacak gibi oldu. Uzandı, hatta çok daha fazla uzandı ama bir türlü olmadı; bulutu yakalayamadı.
Demek ki, gerçekten ölüyordu. Birbirine karışmış halde yukarı fırlayan taş toprak ve ve kanlı beden parçalarının yükselişi, bir an geldi durdu. Önce havada bir noktada asılı kaldı. Reşat Bey de kısa bir süre, hep orada kalacağını bile sandı. Sonra birden, tekrar korkunç patlama sesleri geri geldi ve büyük bir hızla, kum torbalarının dizili olduğu siperlerin hemen önündeki çimenlik zemine külçe gibi “küt” diye çakılıverdi. Düş bitmiş, gerçek dünyaya dönmüştü. Öyleyse herhalde şimdilik “ölüm” kaybetmiş “yaşam” kazanmıştı.
Yerde, yaralarından hafif hafif akan kanının ılıklığını vücudunda hissediyordu. Bir süre yerde yüzüstü, acılar içinde öylece, hareketsiz kaldı. Aynı anda da yerde ve havada art arda meydana gelen diğer patlamaların sonucu olarak üzeri taş toprakla kaplandı. Reşat Bey, düştüğü yerde, az önce ölüm ile yaşam arasında gidip geldiğinin farkına vardı. O anda sadece kulağında hâlâ az önceden kalan müthiş bir çınlama vardı. Bir de yoğun ve boğucu barut dumanıyla beraber toz toprak ve yanık et kokusu neredeyse genzini tıkamıştı. Peş peşe aksırıp tıksırarak ağzını burnunu dolduran topraktan salya sümük kurtuldu. Muharebe bütün şiddetiyle devam ediyordu. Yaşadığı ilk somut sevinç “hâlâ görmesi” üzerineydi.
Ama ne yazık ki ilk gördüğü şey de, bir karışlık mesafede yanında cansız yatan 9. Bölük Kumandanı istanbullu Mülazımı Evvel Sadi Efendi’ydi. Enver Paşa’ya benzettiği yukarı kalkık bıyıklarıyla solgun yüzü kan içinde kalmış, parçalanmış bacaklarından birisi diz üstünden kopmuştu. Yuvasından fırlayacak gibi açtığı o güzelim, hayat dolu çakır gözlerini öfkeyle, bir türlü ulaşamadığı düşman siperlerine doğru dikmişti... Reşat Bey belli ki yine ölmemişti. Yerde kısa bir süre, bütün organlarının yerli yerinde olduğunu kıpırdamadan, hissederek tek tek kontrol etti: “Tamamdı!” Ama bedeninde, birkaç delik olduğu kesindi. Kanı, gittikçe yayılarak vücudunun daha fazla yerine bulaşıyordu. Özellikle sağ şakağını kestiği anlaşılan şarapnel yüzünden başından toprağa devamlı kan süzülüyordu. Saçı başı kan içindeydi… -
120.
0…Alay Kumandanı Alman Binbaşı Hunker, önceden hakkında duyduğu olumlu görüşler nedeniyle emrine verilen tabur kumandanı Reşat Bey’i zaten neredeyse tanıdığı için, bu onurlu ve deneyimli Türk zabitine karşı konuşurken oldukça dikkatli davranıyordu. Ancak “Henüz açıklamaya başladığı ve yazılı suretinin yolda olduğunu söylediği emrin detaylarının tamamlanmasını müteakip hemen Conkbayırı’na intikale başlanmasını” istiyordu.
Konuşurken Reşat Bey’e saygı duyduğunu belli ediyor, ama bir yandan da kumandanın kendisi olduğunu hissettirmek için “Yapılacak intikalin aralık ve mesafeler, mola yerleri vs gibi detaylarına yönelik” olarak, bazen tercümanlık yapan ihtiyat zabitine, bazen de Reşat Bey’e bakarak ilave emirler not ettiriyordu. Sanki genç bir mülazıma emir veriyor gibiydi. Reşat Bey ise saygıda kusur etmeden sabırla dinlemeye ve not almaya devam ediyordu. Ama yıllardır muharebe alanlarında zaten kanla öğrendiği, hatta şu an için çok azı ifade edilen, gereksiz bütün bu ayrıntıları dinledikten sonra, ağırbaşlı bir şekilde:
“Baş üstüne! Bizim bulunduğumuz yerde düşman bir şey yapamaz! Fakat bu ayrıntılar bizim işimiz. Siz istenen büyük işi, zamanını ve hedefi söyleyin, gerisini bize bırakın! Bize güvenin. Hepimize bol şanslar” diyerek, karşısındaki kendisinden oldukça genç Alman kumandanına bir anda ağırlığını hissettirdi. Bunun üzerine kısa bir süre biraz sessizlik ve şaşkınlık oldu. Göz ucuyla Reşat Bey’e bakan Binbaşı Hunker, mesajını çok iyi almıştı, bu kez sesini biraz yükselterek sadece, “On dakika içinde intikale başlanacak” diyerek son emrini verdi; otoritesini, keskinliğini ve pençesini belli etmeye çalışır gibiydi.
Böylece oluşan bu gerginlik, oldukça yakına düşen birkaç merminin havada paralanmasıyla hemen yumuşadı. Hep birlikte siperin dibine yapıştılar…
-
ccc rammstein ccc günaydın diler 12 01 2025
-
beyler 4 şubatta 36 yaşında olacağım
-
online listesinden bir yazari
-
gran torino ve gwynplaine adlı yazarlarr
-
gırgır değil cidden sosyopatım
-
beyaz tenliyim dediysem kirli değil bembeyaz
-
ayakların 39 olamaz imkansız diyenlere inat alişte
-
1 milyon mehmet i kaybettik
-
eğer türkiyenin başına gelirsem kayrayı
-
zengincd minyon tanrıçanız sizlere sunar vol 1
-
bir haftadir yemeden icmeden kesildim
-
yaşama sebebim haki
-
yıllar önce ayaklarım gerçekten çirkinmiş be
-
bu kel kafaya hangi kız zütünü
-
mentalcelin sanki karilarla muhabbet edebilme
-
5 s3ne önce zengincrossdresser doyumsuz kevaşe
- / 1