1. 1.
    +24 -6
    """"ön edit: """"
    hafızamı biraz daha zorlayarak anlattıklarımı biraz daha detaylandırdım.
    bazı hayatların sıraları değişti. gecikme için ayrıca özür dilerim.
    """"ön edit: """"

    hatırladığım ilk hayat tarih öncesi çağlara ait
    bundan öncesi yok. siz nasıl hatırlamıyorsanız önceki hayatlarınızı, ben de bundan öncesini hatırlamıyorum.

    siyahlarla dolu bir hayat.
    toplasan 20 kişi var etrafımda. ateşin etrafında toplaşıp, iniltili şarkılar söylediğimizi hatırlıyorum.
    akrabalık derecemi bilmediğim 20 kişi...
    kadın erkek sayısı yarı yarıya. hangisi anam, hangisi bacım bilmiyorum *

    babam belli gibi...
    adı "kül"
    grubun en irisi, en cesuru,
    gözlerinin içine bakmaya korkuyor herkes.
    bazen gidiyor bir yerlere... bir süre gelmiyor.
    bazen bir geliyor, ağzı burnu kanlar içinde, topal, yaralı.
    bazen bir geliyor, yanında bir kadın, kadının elinde parlak taşlar ve et.
    yeri hep belli Kül'ün. mağaranın en üst basamağı onun.
    oraya kıvrılıp yatıyor kül.
    homurdayarak uyuyuor ve bazen bağırarak uyanıyor. ya da uyandıktan sonra bağırıyor. bilemiyorum.
    kadınlar onun, herşey onun.
    boyum uzadığında ( yani mağaranın girişinden eğilerek geçecek kadar olduğumda ) kül uzaklara daha az gider olmuştu.
    artık daha sık aidiyet bildiriyordum ona.
    kafasını bir anda getirip alnıma vuruyordu, gözlerimin içine bakmaya çalışıyor, orada bir şeyler arıyordu sanki.
    daha önce gruptaki ergen erkeklerden biri onun bu ritüeline homurdanarak cevap vermişti, hatırlıyorum. anında burnunu ısırıp sonrasında öldürene kadar kafasını taşlara vurmuştu.
    ne yapmamam gerektiğini biliyordum.
    sadakatimi sunmuştum her seferinde.
    ama bir gün bunun yeterli olmadığına karar verdi sanırım.
    göğsünü şişirip şişirip beni itekledi.
    gitmenin zamanı geldi diye düşünüyorduk ikimiz de.
    o gitmemi istiyordu, ben gitmek zorunda olduğumu biliyordum.
    kaçtım...
    dışarıda 3 güneş doğuşu ve batışı süren bir yağmur vardı.
    yuvarlanarak veya zıplayarak, kayalardan aşağı indim.
    kısa ağaçların olduğu alana geldiğimde güneş doğmuştu artık.
    akşama kadar yürüdüm.
    hava kararırken ileriden gelen ateşler gördüm.
    saklanmak yerine onlara da aidiyet sergilemeliyim diye düşündüm.
    ama 4 ateş huzmesi daha bana tam yaklaşmamıştı ki, ince bir ıslıkla gökte süzülen mızrağı gördüm.
    omzumdan giren mızrak arka taraftan çıkmıştı.
    bağırmadım, sızlanmadım. Kül'ün öğrettiği birşey di bu. bağırırsam gelenler daha da sinirlenecekti.
    dizlerimin üstüne çöktüğümde geldiler.
    birisi bu başarılı atışını kutlarcasına zıplıyor ve kahkahalar atıyordu.
    en iri yarı olanı gelip saçlarımdan tuttu. kafamı kaldırıp yüzüme baktı.
    ben gözlerine bakmadım.
    beni yere itti.
    bir diğeri elindeki mızrağı kalçama sapladı.
    artık hiç hareket edemiyordum.
    iri yarı olanı sırtındaki kurt postunun içinden keskin ve sivri bir taş çıkardı.
    boğazıma sapladı.
    ellerine ve yüzüne sıçrayan kanı silmedi, bağırmadı.
    gözlerim kararırken diğerlerinin zafer çığlıkları kulaklarımı son kez dolduruyordu.
    sonrası karanlık zaten, tahmin edersiniz.
    Tümünü Göster
    ···
  2. 2.
    +15
    24 ncü hayatımı anlatıyorum.

    çamurdan yapılmış bir mevzinin içindeyiz.
    makineli tüfek az önce susmuş.
    derinden burnunu çekiyor bir asker. belli ki ağlıyor.
    gözlerimde karıncalanma, kulağımda gün boyunca patlayan bombaların pası, isi, uğursuzluğu...
    böyle zamanlarda nasıl öleceğini merak ediyor insan. neresinden, neyle vurulacağını merak ediyor, acı çekip çekmeyeceğini merak ediyor.

    çimen kokusu vardı buraya ilk geldiğimizde halbuki. yaz bitiyordu. denizde balık hissediyorduk. tutanlarımız olmuştu.
    şimdi ise zift ve ceset kokuyor. ( kaç gündür şu genç adam orada yatıyor da gidip alamıyoruz cesedini. )
    burası onların yurdu, ya senin ? demişti bir subay arkadaşım. cevap verememiştim. çok sordum kendime bu soruyu. üstelik sormamam emredilmişken.

    bekliyorduk... tek bir mermi, tek bir el bombası geriye çekilmemize veya ileriye hücum etmemize neden olacaktı. hangisini yapacağımıza ise ben karar verecektim. o kadar zordu ki yıllarca eğitimini aldığım halde birilerini ölüme itmek.

    askeri okuldayken tek bir kırışık uğruna ceza yediğim üniformam çamur ve kan içerisindeydi. ne yazık !!!
    tören kıyafetleriyle savaşmaya gidilmiyorsa, neden giydirilir ki askerlere o şatafatlı elbiseler. ne saçma !!!

    şatafatımızı ve ümidimizi kaybetmiştik.
    uykumuzu çoktan yitirmiş, açlıktan kendi midemizi sindirmiştik.
    berbat bir haldeydik.

    ç a n a k k a l e' d e y d i k

    küçücük göğüsleri avucumun içini doldurmayan kadınımı geride bırakıp gelmiştim.
    güneşin boynunu gümüş ışıltılarla süslemeye can attığı atımı bırakıp gelmiştim.
    londra'nın ve banliyölerinin güzel biralarını, selülitli fahişelerini geride bırakıp gelmiştim
    sırf onlar bizi bu boğazdan geçirmeyi reddediyorlar diye, sırf kraliçenin menfaatleri bunu gerektiriyor diye, sırf o patlıcan burunlu osurukçu churchill'in planları böyle diye gelmiştim.
    evet, bir ingiliz subayıydım ben.

    hangi maaş, hangi vaat, hangi rüşvet getirebilirdi ki bir insanı bu yapışkan çukurun içine.
    üstelik kendi evinden çok ama çok uzaklara... üstelik başkasının topraklarına...

    olan olmuştu.
    ya onurumuzla ölecektik, ya geriye manevra yaparken ölecektik.
    tarih yazacaksa kahraman (!) diye yazsındı...

    hücum emri verdim.
    yanımdakiler göz ucuyla baktılar çektiğim revolverime.
    emirdi... demiri kesecekti...
    biraz patinaj çekti bazıları.
    türkler nişancıydı. savundukları vatanlarıydı.
    daha mevziden çıkmadan vurdular bir kaçımızı... kaşımızdan, gözümüzden, boynumuzdan...
    ölmek daha bir kolaydı, kabullenilebilirdi, vuranın haklılığı düşünüldüğünde...

    peki ya gençliğimiz,
    peki ya geleceklerimiz,
    daha yola çıkarken yitirmiştik sanırım.

    omzumdan vurdular önce... sonra yanı başımda patlayan bir bomba kopardı bacağımın tekini, kalçadan aşağı...

    ölmedim o an... sırtüstü yatıyordum... gökyüzü dönüyordu, evren genişliyordu, ben de bir parçasıydım... sonra yumdum gözlerimi... ağzımda çamur ve tahta parçaları vardı...

    gözlerimi açtığımda bir elim karyolaya kelepçeliydi... etrafımda beyazlar giyinmiş kadınlar vardı... göğüslerinde kırmızı bir hilal vardı... bana su ve acı ilaç içirdiler... düşmanın elindeydim... bir türk subayı geldi başucuma... birşeyler söyledi ingilizce... gariptir... hala o an ingilizce ne konuştuklarını anlayamıyorum ama türkçe konuştuklarını hatırlayabiliyorum... "dayanabilir mi" dedi türk subayı... hemşire "sanmam miralayım" dedi...
    sarı saçlı bir subaydı... bir eli belindeki tabancada, diğer eli üniformasının üstten ikinci düğmesini okşuyordu.
    elindeki kırık kostaklı saate baktı bir süre... ben boynumu çeviremiyordum, sadece gözlerimle takip ediyordum onu.
    aynı beyazlı adam geldi sarışın subayın yanına. bir süre birşeyler konuştular. elini beyazlı adamın omzuna koydu, teselli eder gibi.

    sarı saçlı, mavi gözlü bu subay bir süre daha çadırda kalsın, bana birşey sorsun istiyordum.
    özür dilemek istiyordum.
    ölmek istiyordum.
    onun önünde ölerek özür dilemek istiyordum.

    başka bir askerin başında daha durdu. döndü bir anda. başucuma geldi.
    gülümsemek bile acı veriyordu bana. en azından tebessümümü görür de o da tebessüm eder diye umuyordum.
    gözlerim kararmaya başladığında mavi gözleriyle içimdeki son bombanın pimini çekti miralay...
    "keşke gelmeseydiniz çocuk" dedi.
    Tümünü Göster
    ···
  3. 3.
    +15
    5 numarada fahiseydim
    Sonra beni gibtiler oldum
    ···
  4. 4.
    +6
    13 ncü hayatımda bir sürü çıplak zenci hatırlıyorum.
    hemen puştluğa çekmeyin olayı.
    çünkü muhtemelen afrika kabilelerinden birinde yaşadım.
    yaşıtım kızlarla duman dolu bir barakanın içinde seviştiğimizi hatırlıyorum.
    gözlerim yanıyordu dumandan. haşhaş veya esrar tütüsülüyorduk deme ki.
    kızlı erkekli grup yapmamız da dinsel bir ritüeldi galiba.
    vahşi bir hayvan taraından öldürüldüğümü ve daha o sırada çok genç olduğumu hatırlıyorum. hiç acı hatırlamıyor olmam muhtemelen o uyuşturucu duman yüzünden.
    ···
  5. 5.
    +6
    anlat la hoş oluyor hiç gibilerek öldün mü ölmedinse onuda benle yaşa
    ···
  6. 6.
    +4
    16 ncı hayatımda bir denizciydim.
    denizde doğup denizde büyüyen biri.
    zeytin ağaçları ve yelkenli bir gemi görüyorum.( muhtemelen akdeniz civarlarında bir ülke )
    sürekli yuvarlak tahta fıçılar taşıyorum gemiden limana, limandan gemiye.
    geceleri şarap için gökyüzünü seyrediyoruz arkadaşlarımla birlikte. şarkı söylüyor, ayaklarımızı tahta güverteye vuruyoruz ritmli bir şekilde.
    hasta oluyorum sonra. kötü kokulu taş bir binaya zütürüyorlar beni. ellerim, parmaklarım ve burnum çürüyor, görüyorum.
    heryerim bezlere sarılı. canımı çok acıtan bir sıvı sürüyor benim gibi sarıp sarmalanmış hastalar.
    omzumdaki ve kalçamdaki yara o kadar büyük ki içinde yumruğum kaybolur.
    güneşe çıkarıyorlar sonra beni.
    martı sesleri duyuyor, denizin tuzunu hissediyorum yaralarımda... acıyorlar.
    güneş batarken nefes alamıyorum artık. almak da istemiyorum zaten. yaşım ya 30, ya 40... kireçle boyanmış duvara veriyorum sırtımı... öylece ölüyorum.
    ···
  7. 7.
    +4
    14 ncü hayatımda yine avrupa civarlarında bir yerlerdeyim.
    almanya veya fransa olabilir.
    bir dükkan içindeyim. ayakkabı yapıyor veya tamir ediyorum. mutluyum herhalde ki kaval veya flüt benzeri birşeyler çalarken etrafımda insanlar dans ediyor bazen. iki kişi tarafından dövüldüğümü görüyorum sonra. aynı elbiseden giymiş olmaları asker olduklarına işaret.
    muhtemelen mezhep kavgası söz konusu yaşadığım yerde.
    yüksek bir yerde kafamdaki bezi/çuvalı çıkarıyorlar. bir kitap uzatıp öpmemi istiyorlar. öpüyorum. ama yine de bezi kafama geçirip ayaklarımdan yukarı kaldırıyorlar. sonrası boşlukta geçen bir-iki saniye. önce omzuma sonra kalçama aldığım sert darbeden sonra tamamen gidiyor görüntü. ağlayarak ve "neden" diyerek ölüyorum.
    ···
  8. 8.
    +3
    hep. insanmiydin haci kedi medi olmadin mi it kopek at falan.
    ···
  9. 9.
    +3
    27 nci hayatımda amerikadaydım.

    çok sorunlu bir çocukluk geçirdim.
    babam evdeki herkese kötü davranıyordu.
    yine herkese kötü davrandığı bir gece annemi gözlerimin önünde boğarak öldürdü.
    çok kötü bir yatılı okulda sürekli dayak yiyerek büyüdüm.
    taciz ve kötü muamele hayatımın en olağan durumlarını oluşturuyordu artık.
    18 yaşına geldiğimde küçük bir kasap dükkanında çalışmak üzere istihdam edildim. sevmediğim patronum ve onun da sevmediği karısı ile 2 ay kadar yaşamak zorunda kaldım. dükkanın arka bölümündeki tezgahın üzerine serilen bir yatakta uyuyordum. kendime ait hiçbir şeyim yoktu.
    çok iyi bıçak kullanıyordum artık.
    bir iki kez de koyun kesmiştim.
    bıçağın bir canlının derisine geçerken çıkartığı gıcırtı beni büyülemişti.
    artık koyun kesmek için sabırsızlanır haldeydim.
    büyük bir danayı kesmek için patronuma göreve hazır olduğumu ima ettim. ama dinlemedi beni bin. cevap bile vermedi.
    insan teninde bıçağın çıkaracağı sesi merak etmeye başladım.
    bir kaç küçük çizik attım sol mememin altına. aynı şey değildi. bıçağın sesini duyamamıştım. hissetiğim acı duyduğum hazzı gölgelemişti.
    bir gece iyice keskinleştirdiğim ve dezenfekte ettiğim bıçağımla beraber sokağa çıktım.
    oldstone caddesinin arka sokaklarında hareketlenme yeni başlıyordu.
    burası bulunduğum şehrin gayri meşru işlerinin görüldüğü tekinsiz bir mekandı.
    fahişeler burada bulunurdu.
    sarı saçlı bir fahişe aradım.
    henüz 18 yaşımın içindeydim. genç ve yakışıklıydım. normal bir kadının bile reddedemeyeceği bir tipim vardı.
    sarışın bir fahişeyi para karşılığı ilişkiye ikna etmek çok sürmedi.
    demir merdivenlerden karanlık kaygan basamaklardan geçerek rutubet kokan bir apartmana girdik.
    yürürken topuklarının sesinden rahatsız olmuştum. sanki bilerek daha sert basıyordu yere.
    daha bir sigarası bile bitmeden diğerini yaktı. ağzı çok kötü kokuyor olmalıydı. vajinası ve koltuk altlarının da aynı koktuğuna emindim.
    peşi sıra girdim odaya.
    ellerini beline koyup çocuğunu kucaklamak için kollarını açan bir anne edasıyla çağırdı beni yanına.
    kaşlarının bir tanesini yukarı kaldırdı vahşice.
    "hadi yakışıklı. gel yanıma. ben de arada güzel birşeyler yaşayayım değil mi" dedi.
    bu davet ifadesiydi.

    ona dokunmak bile istemiyordum.
    bıçağım sabırsızlanıyor, daha da keskinleşiyordu... müdahale edemesem, zaptedemesem beni kesecekti sanki. vahşi bir hayvan gibiydi bıçağım... et istiyordu...
    parkamı çıkardım. bıçak iç cebindeydi.
    arkamdaki koltuğa bırakmak için eğildiğimde bıçağımı iç cebinden çekiverdim.
    yüzümü fahişeye dönerken bıçağı arkama aldım.
    sakin ve mutluydum.
    güçlü ve umutluydum.
    kadına doğru bir adım atıp bekledim.
    gözleri çoktan soru sormaya başlamıştı. kaşlarını çattı.
    "sen de amma arızalıymışsın haa" dedi.
    bu küçümseme ifadesiydi.

    yanına oturdum.
    çok ama çok hızlı olmam gerekliydi. ağzını kapattım sağ elimle.
    sol elim halen arkamdaki bıçağı zaptediyordu.
    gerisin geri yatırarak üstüne çıktım. kıpırdıyor bana saldırmaya çalışıyordu.
    elimi iyice bastırdım burnuna ve ağzına.
    bir iki nefes alabildi o boğuşma sırasında.
    sol elimdeki bıçağın ışıltısını gördüğünde gözlerinin siyah bebekleri kocaman oldu. kaşları yukarı kalktı.
    bu şaşırma ifadesiydi.

    daha fazla tutamıyordum onu.
    sol elimde tuttuğum bıçağın arka tarafıyla kafasının üst tarafına hızlıca vurdum.
    bayılmayınca yeterince hızlı vuramadığımı anladım.
    sol elimle çok şiddetli vuramıyordum. sağ elim ise halen ağzını ve burnunu kapatıyordu. bıçağı bırakıp el değiştirdim. o sırada bağırabilirdi. ama o bağırmak yerine derin bir nefes almayı tercih etti. aldığı nefesi sese dönüştüremeden sol elimle bastım gırtlağına. artık ağzı boş olsa bile bağıramazdı.
    dudaklarıyla lütfen demeye çalışıyordu sanırım. sadece ağzına doldurduğu küçücük hava kelimeyi tamamlamaya yetmeden bitiyordu.
    sağ yumruğumu burnunun ortasına indirmemle nefesi tamamen kesildi.
    bıçağı alıp boğazına dayadım.
    bıçağı çekerken çıkan ses çok mutluluk vericiydi.
    sonrasında fışkıran kanlar üzerime gelmeden kalktım üstünden.
    kanlar şiddetini yitirirken debelenen vücudu da titremeyi ve çırpınmayı bıraktı.
    çıplak kollarını ve omuz başlarını doğradım.
    baldırlarını ve ayak bileklerini.
    sırtında derin yaralar açtım.
    bıçağım mutlulukla şarkılar söylüyordu.

    üstümü başımı iyice temizledim.
    parkamı giyip çıktım odadan.
    ilk sokakta kimse yoktu.
    ikinci sokak ise yeni yeni doluyordu.
    ana caddeye çıkarken arkamdan gelen bir patırtı yetişti bana.
    biri koluma girerken diğeri elindeki büyükçe bir sopayı enseme indirdi.
    sonrası karanlık.

    uyandığımda ellerimden ve ayaklarımda zincirlendiğimi farkettim önce.
    başımda şişmanca bir polis duruyordu.
    "nasıl bir hastalık bu sizinkisi halen anlayamıyorum" dedi polis.
    "bunca yıldır katillerle uğraşıyorum... ama halen anlayamıyorum."

    hiçbirşey söylemedim.
    dövdüler,
    parmaklarımı kırdılar,
    saçlarımı yoldular.
    ama ben hiçbirşey konuşmadım.

    hücremdeydim. gece mi gündüz mü bilmiyordum. ağzımda kırılmış dişlerden birinin acısı diğer tüm acılarımı bastırıyordu. dil çekilen dişin yerinde yatarmış. dilim sürekli boşluklarda dolaşıyordu.
    parmaklarımı kullanamıyordum,
    çenemi tam olarak açamıyordum.
    ayağa kalkamıyordum.
    demir kapının göz hizasında beliren bir ışık zaten bulanık gören gözlerimi iyice kamaştırdı.
    bir süre sonra demir kapı komple açıldı.
    içeriye beyazlar giymiş bir adam girdi.
    ardından 2 sandalye ve küçük tahta bir masa.
    masanın üzerine 2 adet mum koydu beyazlı adam.
    sandalyelerden birine oturdu.
    bana bakıyordu.
    konuşmak ister misin? dedi.
    konuşmadım.
    ben konuşabilir miyim. dinler misin? dedi. cevap vermedim.
    "soylediklerime inanmayacaksın... sen bilirsin... ama dinlemekten başka çaren de yok gibi...
    öleceksin... seni idam edecekler... yapabileceğin hiç bir şey yok... kaybedecek hiçbir şeyin yok... "
    ayağa kalkıp etrafımda dolanmaya başladı... yaşlıca bir adamdı... sürekli gülümseyerek konuşuyordu... ama gözleri bir şey arıyor gibiydi...
    "sen bir lanete veya bir hediyeye sahipsin... önceki hayatlarının hepsini hafızanda bir yerlerde tutuyorsun... binlerce yıldır, hergün, detaylıca yazılmış bir günlük var kafanın içinde... eyalet mahkemesi seni binlerce volt elektrikle öldürse bile hafızandaki bu defter senden sonra birine / birilerine / belki de birkaç kişiye birden iletilecek...
    bunu anlamanı beklemiyorum... sadece saçma şeylere inanıveren salaklardan biri olmanı ümit ediyorum... onlardan bolca var zaten dünyada"
    "bana karşılığında ne vereceksin" dedim. yine gülümseyerek bakıyordu yüzüme.
    "sana hiçbirşey veremem... ama senden sonrakilere çok şey verebilirim... "
    "benden sonrakilerden bana ne... bana ne vereceksin"
    "sana hiçbir şey veremem. senin yolun bitiyor. senden sonrakilerin ise henüz başlamadı... anlatacaklarımı dinle... ölmeden hemen önce ne kadar gerçek olduklarını anlayacaksın zaten... senden istediğim tek şey, ölmeden hemen önce beni ve söylediklerimi hatırlaman"
    "bak yaşlı adam... ne anlatacaklarını merak bile etmiyorum... bu romantik mumlar eşliğinde anlatacakların fare cıvıltılarından daha değerli değil... fazla vaktimi alma artık... çünkü zaten hiç kalmadı... "
    "ölürken kalçanda ve omzunda bir acı hissedeceksin... sen öldürücü darbeyi her zaman buradan alırsın... "
    omzuma dokundum... herşey normal gibiydi... bu beyazlı adam bir falcı mı, yoksa bir şarlatan mı? tüm bunları bana niye anlatsın ki? idama mahkum edilmesine kesin gözüyle bakılan genç bir pgibopatla, daha sorgulanmadan bile görüşebime imkanı bulduğuna göre nüfuslu biri olmalıydı... anlatacaklarını dinlemek için kendisinden bir şeyler talep edebilirdim... sigara ve temiz havlu istedim... yerinden hiç kalkmadı, kimseye tek bir işaret bile yapmadı... çantasına eğildi ve 2 paket sigara ve bembeyaz, tertemiz bir havluyu masaya bıraktı..
    Tümünü Göster
    ···
  10. 10.
    +3
    the man from earth terk amk.
    ···
  11. 11.
    +3
    olm mr.nobody degil mi lan bu
    36. kez dunyaya geldin ve incici oldun gece gece iyi guldum lan
    ···
  12. 12.
    +3
    8 nci kez hayata yine kadın olarak geldim.
    daha çok küçük yaşlardayken seviştiğimi, sonrasında sürekli seviştiğimi, başka başka adamlarla seviştiğimi hatırlıyorum.
    muhtemelen bir fahişeydim. ya da sürekli tecavüze uğruyordum.
    bu size çok ekstrem gelebilir ama, tarih kadınların mal gibi alınıp satıldığı ve sadece fahişe muamelesi gördüğü çok fazla hikaye içeriyor. yani kadınların günümüzdeki haklara sahip olması çok kısa bir dönemden ibaret. daha öncesinde hep taciz, hep tecavüz.
    bana inanın, bu anormal değil.

    neyse.
    iki katlı bir evdeyim. bazen dayak yiyor, bazen kırbaçlanıyorum. yer muhtemelen ispanya. uzun çiçekli elbiseler var üzerimde. muhtemelen çingeneyim. altın dişli bir adamdan çok korkuyorum. beni en çok o incitiyor. hatta en son o incitiyor. atla bir yerlerden kaçmaya çalışırken bir ağaca takılıyorum. attan düşüyorum. kalçamın üzerine o kadar sert düşüyorum ki kemiklerimin sesi geliyor. sonra bu altın dişli adamın karşısına zütürüyorlar beni. ben bir tahtanın üzerinde yatıyorum. gibini çıkarıp üzerime işiyor. susuz ve açım. ama hareket edemeyecek kadar ağır durumdayım. kocaman bir çekiçle omzuma vuruyor. son darbe gözümün üstüne geliyor. sonrası yok.
    ···
  13. 13.
    +3
    bu da demek oluyor ki anasını 36 defa gibmişler bu şizofrenin. her taşağın altında bir gerçek yatar panpalar...
    ···
  14. 14.
    +3
    21 nci hayatımda amerika kıtasındayım ( olmaya da bilirim... tam net değil. )
    üstü samanla kaplı bir kulübenin önünde hatırlıyorum kendimi.
    kulübenin içinde elleri ayakları zincirli köleler var. ben beyazım. elimde ağır bir çanta var. muhtemelen doktorum.
    kölelere iğne yaparken görüyorum kendimi.
    hatta hasta çocuk kölelere onları öldürecek iğneler yapıyorum. tuzak kuruyor bana bir seferinde köleler. kulübeye girer girmez rehin alıyorlar beni. sert bir şekilde tahta kolonlardan birine yapıştırıyorlar. omzumun arkasından giren kanca ön taraftan çıkıyor. birşeyler söylediğimi, ikna etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. ama köleler biliyorlar, hasta çocuklarını öldüren doktorun asıl niyetini.
    dışarıdan silah sesleri gelmeye başlıyor. bileklerindeki zincirlerle vuruyorlar bana. omzumdan sonra ikinci darbeyi kalçamdan alıyorum. bir tanesi arkama dolanıyor. terinin kokusunu hissediyorum. iğreniyorum. ( muhtemelen ırkçı ipnenin biriyim demek ki ) sıktıkça sıkıyor kollarını. nefes alamıyorum. gözlerim kararıyor. yere düştüğümde çıplak ayaklar görüyorum en son. artık nefes alabilirsin diyorum kendi kendime. ama alamıyorum.
    ölüyorum.
    ···
  15. 15.
    +3
    26 ncı hayatımı polonyada sürdüm.
    şimdiye kadar hatırladığım en net hayatlarımdan biriydi bu.
    mutlu ve kalabalık bir aile içinde büyüdüm.
    amcalar ve halalar, dayılar ve teyzeler vardı etrafımda. herkes şaşılacak bir düzen ve ahlaka sahipti.
    belli günlerde bir araya gelip şarkılar söylenen törenlere katılıyorduk.

    babamın mesleğini öğrendim. çikolata yapıyorduk. fındıklı, sütlü ve çilekli çikolataların kokusunu bile hatırlıyorum şimdi.
    küçük bir dükkanımız vardı. cam tezgahların arkasında kısa şortla başladığım tezgahtarlık yıllarım büyüyüp papyon takan yakışıklı bir delikanlı olana kadar sürdü.
    geceleri kapımızı kilitlemezdik çocukken.
    ama genç bir erkek olduğumda babamın endişeleri daha da artmaya başlamıştı. amcalarımla odalara kapanıp üzgün üzgün konuşuyorlardı.
    beni de davet ettikleri bu gizli toplantılardan birinde kalan tek çareden bahseder oldular.
    ""gitmek"".

    bir sabah tüm şehirde askerler görmeye başladık.
    koyu gri uzun kabanları vardı askerlerin. yuvarlak ve tereksiz miğferleri, çapraz kuşakları ve kısa namlulu otomatik tüfekleri vardı.
    yanında sepeti, sepette kullanan adamın aynısı olan vardı iki kişilik motorgibletleri vardı.
    çok disiplinliydiler. konuşmuyorlar, gülümsüyorlar ama kahkaha atmıyorlardı.
    dükkanımıza geldi şapkası bez ve terekli olanlardan biri.
    çikolatalarımızın tadına bakıp gülümseyerek "yarın sabaha kadar vaktiniz var" diyerek gitti.
    bütün gece uyumadık.
    babam altınları bezlere sarıp annemin karnındaki kuşağa iliştiriyordu.
    benzer kuşaklardan bende de vardı. ama bana altın verilmemişti. benim kuşağımda ekmek ve tuz vardı.
    birbirimize sarıldık. 2 kızkardeşim, annem ve babam sessizca ağladık. birbirimizden utanmadık. gözlerimizi kaçırdık sadece.

    sabah olduğunda bavullarımız hazır kapının önünde bekler haldeydik.
    gürültülü bir kamyon geldi sokağın aşağısından.
    içinde bizden önce binmiş komşularımız vardı. hepsinin yüzünde endişe ve korku vardı. daha geçen gün kahkahalarla birbirilerine şaka yapan bu insanları eritip başka bir kalıba dökmüşlerdi sanki. kimse aslında kendi değildi. kimse hiçkimse değildi. sadece sayılardan ibarettik sanırım. her birimize avuçiçi kadar bir beze yazılmış 12 haneli bir numara verdiler. kamyondan inmeden önce sol göğsümüze dikmemizi istediler. pembe fırfırlı uçuşan etekler, dallı güllü mutlu gömlekler dikmesine alışık olduğum annem kendisine verilen ipliği iğneden geçirmek için epeyce uğraştı. çünkü kamyon durmuyordu. normalde daha sarsıntısız geçeceğini bildiğimiz yollar varken inadına çukurlara girip çıkıyordu kullananlar. kahkahaları arka tarafa kadar geliyordu. artık gülümsemeyi bırakıp kahkaha atmaya başlamışlardı. işin ciddi kısmı halledildiği için sanırım. şimdi eğlenme zamanı gelmişti onlar için.
    o kamyonun içinde sırayla 12 kişinin numarasını diktiler. artık adlarımız ve cinsiyetlerimiz yoktu.
    kamyon tel örgülerle çevrili bir yapıya girdi.
    o zaman anladık nerede olduğumuzu,
    ne olduğumuzu...
    sadece ne olacağımızı bilemiyorduk.

    kötü yemekler,
    ağır işler,
    dikine çizgili pijamalar hatırlıyorum.
    çok yoruluyor, hiç uyumuyor ve hemen hemen hiç birşey yemiyorduk.
    sudan sebeplerden cezalandırılıyor, ceza olarak öldürülüyorduk.

    bir gece koğuşun kapısı açıldı.
    içeriye tepeden tırnağa beyaz giymiş yaşlı bir adam girdi.
    kapıdaki nöbetçi asker yaşlı adam içeriye girer girmez kapıyı kapatıp sürgüledi.
    adamın elinde bez bie bohça vardı.
    bohçayı kapının hemen girişindeki masaya bırakıp etrafına bakındı.
    koğuşumuzun sorumlusu karanlığın içinden çıkıp tedirgin adımlarla beyazlı adamın yanına gitti.
    kısa bir süre konuştular.
    adımı fısıldadı koğuş görevlisi.
    üstüme örtülü battaniyemi omuzlarıma sarınıp gittim beyazlı adamla koğuş görevlisinin yanına.
    babam ve kardeşim gitme der gibi bakıyordu.
    gitmeliydim.
    çünkü bu beyazlı amcayı bir yerlerden tanıyor gibiydim.

    yanlarına yaklaştığımda beyazlı adamın gözleri yaşlarla dolmuştu.
    "fazla vaktimiz kalmadı. konuşmalıyız" dedi.
    kapalı kapıya 3 kez vurdu.
    kapı açıldı. biz dışarı çıktık. yağmur başlamak üzereydi.
    koğuşun arkasındaki çardağa kadar yürüdük.
    çardaktaki tabureye otururken "kaç yaşındasın" diye sordu.
    "on yedi" dedim.
    "seni ... sizi buradan kurtaramam. istediğim tek şey ne beni dinlemen. ve ne olursa olsun söylediklerimi hatırlaman... sadece hatırlaman... "
    " bayım... sizi tanımıyorum... bir yerlerden hatırlıyor gibiyim... ama yine de sizi tanımıyorum... "
    "bir dakika, bir dakika... sen ne dedin... beni bir yerlerden hatırlıyor musun?"
    "yani... bilemiyorum. sanki daha önce karşılaşmışız gibi."
    "tanrım... inanamıyorum... beni hatırlıyorsun... bu... bu... bu harika... biliyordum... biliyordum... sadece 3 kez göründüm sana... ve sen beni daha şimdiden hatırlıyorsun"
    "ne dediğinizi anlayamıyorum bayım. ailemin yanına dönmeliyim. yoksa benim için endişelenecekler."
    "senin için tek endişelenen ailen değil... bunu hep hatırla"
    "iyi geceler bayım."
    "iyi geceler delikanlı... iyi geceler... "

    yanından ayrıldım. yağmur iyice hızlandı. koğuşa geri döndüğümde herkes uyanmış ve sıraya girmişti. askerler çok sinirliydiler. acele ediyorlardı. ben koğuşun kapısından girip sıradaki yerimi aldığımda dışarıdaki büyük ışıklar yandı. her yer gündüz gibiydi. yağmur ve ışık bir araya geldiğinde gökkuşağı muhtemeldir. ışıklara bakarken hep gökkuşağı aradı gözlerim. ama bulamadı.
    son birkaç haftadır buradaydık. ve ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız o büyük hangarın inşaatı bitmiş gibiydi. dışını boyamadılar. belli ki çok uzun süreli yaşamayacaktı bu bina. herkesin hakkında tahminler yürüttüğü ama bir türlü son cümleyi telafuz edemediği hangara dolduruyorlardı insanları.
    binlerce kişinin tek sıra halinde bir kaç ayrı kapıdan binaya girişini bekledik. herşey düzenli ve disiplinliydi.
    "banyoya gidiyorsunuz pis yahudiler. sizin kirinizi tanrı bile temizleyemez. bu yüzden bu büyük banyo sizin için bir temizlenme fırsatı" dedi subaylardan biri.
    sıra bizim koşuşa geldiğinde önde beni arkada kardeşim onun arkasında da babam vardı. sırayla girdik bize gösterilen kapıdan.
    içerisi buz gibiydi. normalden daha büyük duş başlıkları hatırlıyorum. her dört veya beş kişiye bir duş başlığı denk gelecek şekilde tasnif edildik. soyunmamızı istemediler. hatta battaniyemi bile bırakamadım.
    "hepimizi öldürecekler, inanmayın, teslim olmayın !!! " şeklinde bağıran bir adamın sesi tek el silah sesiyle sustu.
    herkes anlamıştı artık birkaç saniye içerisinde olacakları.
    almanlar birbirlerine seslendiler. komutlar rakam olarak veriliyordu. çok haneli rakamlar. muntemelen daha yüksek biryerden bakarak bizi sayıyorlardı.
    "yeterli !!!" dedi bir alman askeri.
    çok gürültülü bir jeneratör devreye girdi o an.
    normalden büyük bu duş başlıklarından su sesi gelmeye başladı. alan o kadar dardı ki altından çekilmemiz imkansızdı. tek bir damla düştü önce. tam sol omzumun üzerine. sonra soğuk bir buhar çıkmaya başladı duş başlığından. gözlerim yandı. artık göremiyordum. babam "nefes almayın sakın" derken son harflerine öksürük karıştı. sonra bir daha ses edemedi. nefesimi uzun süre tuttum. kardeşimin de tutuyor olmasını diliyordum o an. gözlerim halen yanıyordu. etrafı göremediğim için küçücük kabinde el yordamıyla babamı ve kardeşimi aradım. ayakta olmadıklarını anlamam sadece birkaç saniye sürdü. yere çömeldim. gözlerimi açmaya çalıştım. bulanık da olsa herkesin artık yerde yattığını görebiliyordum. kardeşimin başını aldım kucağıma. saçları simsiyahtı.

    yolun sonu burasıydı. daha fazla uzatmanın anlamı yoktu. içimde tuttuğum nefesi bırakıp derin bir nefes aldım gazdan. ciğerlerim küçücüktü. ciğerlerim büyürken kulaklarım çınlamaya ve gözlerimde şimşekler çakmaya başladı. artık nefes almıyordum.
    kalbimin atışları o kadar güçlüydü ki boynumdaki damarlarda hissediyordum onu.
    kabinin kapısı açıldı. içeriye giren gaz maskeli asker elindeki tabancayla nefes aldığını düşündüğü kardeşime tek el ateş etti. kardeşimin kafasını delip geçen kurşun benim kalçama saplandı. tepki veremedim. felç halindeydim çünkü. bilincim kapanırken hatırladığım tek şey bana doğrultulan tabancanın arpacık'ı, gez'i ve nazi askerinin gözünün aynı hizada olduğuydu.
    Tümünü Göster
    ···
  16. 16.
    +2
    25 nci hayatım zorluklarla doluydu.
    daha çok küçük yaşta annemi ve babamı kaybettim.
    yılarca başkalarının yanında bir sığıntı gibi yaşadığımı hatırlıyorum.
    başkaları tarafından dövüldüğümü, aç bırakıldığımı, bu yüzden ev bildiğim yerlerden birkaç kez kaçtığımı, ıslandığımı, hasta olduğumu hatırlıyorum.

    yoksul bir ülkede olduğumu hatırlıyorum. muhtemelen arap ülkelerinden biriydi. tam olarak bilemiyorum.
    ergenlik ve yetişkimlik yıllarım hep çalışmakla geçti.
    inşaatlarda çalışıyordum. kum taşıdığımı, kalıp çaktığımı, sıva yaptığımı hatırlıyorum.

    kumar oynadığımı görüyorum şimdi.
    çıplak ayakları ve dizleriyle tozlu yerlere zar atıyoruz meslektaşlarımla.
    kaybettiğimi ve çaresizlik hissettiğimi hatırlıyorum.
    muhtemelen borçlandım. daha çok çalıştığımıi gece gündüz çalıştığımı, ölesiye çalıştığımı hatırlıyorum.
    çok hızlı yürüdüğümü, çok yükle yürüdüğümü, dinlenmeden çalıştığımı hatırlıyorum.
    bir mide ağrısı geldi sonra.
    bıraktım üstümdeki kum çuvalını.
    omzumdan başlayan bir ağrı kolumu ve dudaklarımı uyuşturdu.
    sonra kalçama giren krampla birlikte yere yığıldım.
    kalp krizi geçiriyordum sanırım.
    ağzım kurudu.
    nefesim kesildi.
    gözlerim kararırken beyazlar giyinmiş bir adam geldi yanıma.
    elinde küçük bir hap vardı.
    ağzıma sokmaya çalıştı.
    artık çok geçti.
    altın çerçeveli gözlüğünün ardında gözyaşları vardı.
    yine yetişemedim dedi beyazlı adam.
    duyduğum son ses bu oldu.
    ···
  17. 17.
    +2
    Omuz-kalca olayi ne amk
    ···
  18. 18.
    +2
    34 kere gelmişte bi gibime sap olamamış huur çocugu
    ···
  19. 19.
    +2
    7 nci hayatım da epeyce uzun.
    ama hatırlanacak çok birşey yok.
    çünkü bir rahiptim.
    isa mesih'ın heykeli önünde günlerce gecelerce dua ettim.
    mum ışığı ve uzun tespihlerden başka bir şey yok hayatımda.
    bir de haçlı ordusu.
    üzerinde kırmızı bir haç işareti olan ince zincirlerden yapılmış bir zırh giyiyorum.
    atsızım. elimde uzun bir mızrak.
    günlerce gecelerce yürüyoruz.
    hep latince dua ediyorum.
    başka hiçbirşey konuşmuyor, çok az yemek yiyorum.
    çok yüksek bir kaleye tırmanırken omzuma batan bir mızrak yüzünden aşağı düşüyorum.
    kalçam ve omzum acırken üstüme başka cesetler yığılıyor.
    son nefesimde güneşi göremiyorum.
    ···
  20. 20.
    +2
    sardı kardeş
    her seferinde bi omuz-kalça var bakalım ne çıkacak
    ···