+3
26 ncı hayatımı polonyada sürdüm.
şimdiye kadar hatırladığım en net hayatlarımdan biriydi bu.
mutlu ve kalabalık bir aile içinde büyüdüm.
amcalar ve halalar, dayılar ve teyzeler vardı etrafımda. herkes şaşılacak bir düzen ve ahlaka sahipti.
belli günlerde bir araya gelip şarkılar söylenen törenlere katılıyorduk.
babamın mesleğini öğrendim. çikolata yapıyorduk. fındıklı, sütlü ve çilekli çikolataların kokusunu bile hatırlıyorum şimdi.
küçük bir dükkanımız vardı. cam tezgahların arkasında kısa şortla başladığım tezgahtarlık yıllarım büyüyüp papyon takan yakışıklı bir delikanlı olana kadar sürdü.
geceleri kapımızı kilitlemezdik çocukken.
ama genç bir erkek olduğumda babamın endişeleri daha da artmaya başlamıştı. amcalarımla odalara kapanıp üzgün üzgün konuşuyorlardı.
beni de davet ettikleri bu gizli toplantılardan birinde kalan tek çareden bahseder oldular.
""gitmek"".
bir sabah tüm şehirde askerler görmeye başladık.
koyu gri uzun kabanları vardı askerlerin. yuvarlak ve tereksiz miğferleri, çapraz kuşakları ve kısa namlulu otomatik tüfekleri vardı.
yanında sepeti, sepette kullanan adamın aynısı olan vardı iki kişilik motorgibletleri vardı.
çok disiplinliydiler. konuşmuyorlar, gülümsüyorlar ama kahkaha atmıyorlardı.
dükkanımıza geldi şapkası bez ve terekli olanlardan biri.
çikolatalarımızın tadına bakıp gülümseyerek "yarın sabaha kadar vaktiniz var" diyerek gitti.
bütün gece uyumadık.
babam altınları bezlere sarıp annemin karnındaki kuşağa iliştiriyordu.
benzer kuşaklardan bende de vardı. ama bana altın verilmemişti. benim kuşağımda ekmek ve tuz vardı.
birbirimize sarıldık. 2 kızkardeşim, annem ve babam sessizca ağladık. birbirimizden utanmadık. gözlerimizi kaçırdık sadece.
sabah olduğunda bavullarımız hazır kapının önünde bekler haldeydik.
gürültülü bir kamyon geldi sokağın aşağısından.
içinde bizden önce binmiş komşularımız vardı. hepsinin yüzünde endişe ve korku vardı. daha geçen gün kahkahalarla birbirilerine şaka yapan bu insanları eritip başka bir kalıba dökmüşlerdi sanki. kimse aslında kendi değildi. kimse hiçkimse değildi. sadece sayılardan ibarettik sanırım. her birimize avuçiçi kadar bir beze yazılmış 12 haneli bir numara verdiler. kamyondan inmeden önce sol göğsümüze dikmemizi istediler. pembe fırfırlı uçuşan etekler, dallı güllü mutlu gömlekler dikmesine alışık olduğum annem kendisine verilen ipliği iğneden geçirmek için epeyce uğraştı. çünkü kamyon durmuyordu. normalde daha sarsıntısız geçeceğini bildiğimiz yollar varken inadına çukurlara girip çıkıyordu kullananlar. kahkahaları arka tarafa kadar geliyordu. artık gülümsemeyi bırakıp kahkaha atmaya başlamışlardı. işin ciddi kısmı halledildiği için sanırım. şimdi eğlenme zamanı gelmişti onlar için.
o kamyonun içinde sırayla 12 kişinin numarasını diktiler. artık adlarımız ve cinsiyetlerimiz yoktu.
kamyon tel örgülerle çevrili bir yapıya girdi.
o zaman anladık nerede olduğumuzu,
ne olduğumuzu...
sadece ne olacağımızı bilemiyorduk.
kötü yemekler,
ağır işler,
dikine çizgili pijamalar hatırlıyorum.
çok yoruluyor, hiç uyumuyor ve hemen hemen hiç birşey yemiyorduk.
sudan sebeplerden cezalandırılıyor, ceza olarak öldürülüyorduk.
bir gece koğuşun kapısı açıldı.
içeriye tepeden tırnağa beyaz giymiş yaşlı bir adam girdi.
kapıdaki nöbetçi asker yaşlı adam içeriye girer girmez kapıyı kapatıp sürgüledi.
adamın elinde bez bie bohça vardı.
bohçayı kapının hemen girişindeki masaya bırakıp etrafına bakındı.
koğuşumuzun sorumlusu karanlığın içinden çıkıp tedirgin adımlarla beyazlı adamın yanına gitti.
kısa bir süre konuştular.
adımı fısıldadı koğuş görevlisi.
üstüme örtülü battaniyemi omuzlarıma sarınıp gittim beyazlı adamla koğuş görevlisinin yanına.
babam ve kardeşim gitme der gibi bakıyordu.
gitmeliydim.
çünkü bu beyazlı amcayı bir yerlerden tanıyor gibiydim.
yanlarına yaklaştığımda beyazlı adamın gözleri yaşlarla dolmuştu.
"fazla vaktimiz kalmadı. konuşmalıyız" dedi.
kapalı kapıya 3 kez vurdu.
kapı açıldı. biz dışarı çıktık. yağmur başlamak üzereydi.
koğuşun arkasındaki çardağa kadar yürüdük.
çardaktaki tabureye otururken "kaç yaşındasın" diye sordu.
"on yedi" dedim.
"seni ... sizi buradan kurtaramam. istediğim tek şey ne beni dinlemen. ve ne olursa olsun söylediklerimi hatırlaman... sadece hatırlaman... "
" bayım... sizi tanımıyorum... bir yerlerden hatırlıyor gibiyim... ama yine de sizi tanımıyorum... "
"bir dakika, bir dakika... sen ne dedin... beni bir yerlerden hatırlıyor musun?"
"yani... bilemiyorum. sanki daha önce karşılaşmışız gibi."
"tanrım... inanamıyorum... beni hatırlıyorsun... bu... bu... bu harika... biliyordum... biliyordum... sadece 3 kez göründüm sana... ve sen beni daha şimdiden hatırlıyorsun"
"ne dediğinizi anlayamıyorum bayım. ailemin yanına dönmeliyim. yoksa benim için endişelenecekler."
"senin için tek endişelenen ailen değil... bunu hep hatırla"
"iyi geceler bayım."
"iyi geceler delikanlı... iyi geceler... "
yanından ayrıldım. yağmur iyice hızlandı. koğuşa geri döndüğümde herkes uyanmış ve sıraya girmişti. askerler çok sinirliydiler. acele ediyorlardı. ben koğuşun kapısından girip sıradaki yerimi aldığımda dışarıdaki büyük ışıklar yandı. her yer gündüz gibiydi. yağmur ve ışık bir araya geldiğinde gökkuşağı muhtemeldir. ışıklara bakarken hep gökkuşağı aradı gözlerim. ama bulamadı.
son birkaç haftadır buradaydık. ve ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız o büyük hangarın inşaatı bitmiş gibiydi. dışını boyamadılar. belli ki çok uzun süreli yaşamayacaktı bu bina. herkesin hakkında tahminler yürüttüğü ama bir türlü son cümleyi telafuz edemediği hangara dolduruyorlardı insanları.
binlerce kişinin tek sıra halinde bir kaç ayrı kapıdan binaya girişini bekledik. herşey düzenli ve disiplinliydi.
"banyoya gidiyorsunuz pis yahudiler. sizin kirinizi tanrı bile temizleyemez. bu yüzden bu büyük banyo sizin için bir temizlenme fırsatı" dedi subaylardan biri.
sıra bizim koşuşa geldiğinde önde beni arkada kardeşim onun arkasında da babam vardı. sırayla girdik bize gösterilen kapıdan.
içerisi buz gibiydi. normalden daha büyük duş başlıkları hatırlıyorum. her dört veya beş kişiye bir duş başlığı denk gelecek şekilde tasnif edildik. soyunmamızı istemediler. hatta battaniyemi bile bırakamadım.
"hepimizi öldürecekler, inanmayın, teslim olmayın !!! " şeklinde bağıran bir adamın sesi tek el silah sesiyle sustu.
herkes anlamıştı artık birkaç saniye içerisinde olacakları.
almanlar birbirlerine seslendiler. komutlar rakam olarak veriliyordu. çok haneli rakamlar. muntemelen daha yüksek biryerden bakarak bizi sayıyorlardı.
"yeterli !!!" dedi bir alman askeri.
çok gürültülü bir jeneratör devreye girdi o an.
normalden büyük bu duş başlıklarından su sesi gelmeye başladı. alan o kadar dardı ki altından çekilmemiz imkansızdı. tek bir damla düştü önce. tam sol omzumun üzerine. sonra soğuk bir buhar çıkmaya başladı duş başlığından. gözlerim yandı. artık göremiyordum. babam "nefes almayın sakın" derken son harflerine öksürük karıştı. sonra bir daha ses edemedi. nefesimi uzun süre tuttum. kardeşimin de tutuyor olmasını diliyordum o an. gözlerim halen yanıyordu. etrafı göremediğim için küçücük kabinde el yordamıyla babamı ve kardeşimi aradım. ayakta olmadıklarını anlamam sadece birkaç saniye sürdü. yere çömeldim. gözlerimi açmaya çalıştım. bulanık da olsa herkesin artık yerde yattığını görebiliyordum. kardeşimin başını aldım kucağıma. saçları simsiyahtı.
yolun sonu burasıydı. daha fazla uzatmanın anlamı yoktu. içimde tuttuğum nefesi bırakıp derin bir nefes aldım gazdan. ciğerlerim küçücüktü. ciğerlerim büyürken kulaklarım çınlamaya ve gözlerimde şimşekler çakmaya başladı. artık nefes almıyordum.
kalbimin atışları o kadar güçlüydü ki boynumdaki damarlarda hissediyordum onu.
kabinin kapısı açıldı. içeriye giren gaz maskeli asker elindeki tabancayla nefes aldığını düşündüğü kardeşime tek el ateş etti. kardeşimin kafasını delip geçen kurşun benim kalçama saplandı. tepki veremedim. felç halindeydim çünkü. bilincim kapanırken hatırladığım tek şey bana doğrultulan tabancanın arpacık'ı, gez'i ve nazi askerinin gözünün aynı hizada olduğuydu.
Tümünü Göster