FiNAL YAZISI
okul bitmişti. biz hemen dönmek istemiyorduk memlekete. kuzenin evden gidişini bekleyip devamında bir süre birlikte kafayı dinlemeyi planlıyorduk. öyle de yaptık.
bir akşam kuzenin gidişiyle birlikte ben yurttaki bütün eşyalarımı toplayıp kadının evine yerleştim. hava kararmıştı ve yorgundum. ilk gecemizi gelirken aldığım biraları karşılıklı oturup içerek geçirdik. sonraki günlerde omuzlarımızda sorumluluklar, akıllarımızda sorunlar olmadığı için sokaklara atmıştık kendimizi. hava sıcaktı. bizse sıcak olan her şeyi özlemiştik... ilk iş olarak kendimize birer müze kartı alıp bildiğimiz bütün müzeleri dolaştık birlikte. sonraki günlerde de sokaklardan ayrılmamıştık. geceleri omuz omuza vermiş iki savaş gazisi gibi sürüne sürüne dönüyorduk eve. sarhoştuk çoğu zaman. adımlarımız ağır, bedenlerimiz yorgundu. böyle gecelerin ertesinde dışarı çıkmazdık. oturup evde şiirler okurduk yine eskisi gibi. o yemekler hazırladı ve biz konuşmaktan yiyemedik yine. acıklı filmler de izledik. ağladık. ve geceler boyu seviştik. böyle yaşadık.
memlekete döndüğümüzde, daha çok özlediğimiz ailelerimize ayırdık zamanlarımızı. sonra eskiden kasabada geçirdiğimiz zamanlar kadar sık olmasa da görüştük ara ara. kadında anlayamadığım bir tuhaflık seziyordum. bir din gibi doğmuştu aşkımız yeniden yürüdüğümüz yollarda. ama onun kafası hep başka bir yerdeydi. dalgındı. ben, eski kötü günleriyle dolu olan kasabaya yeniden dönüşümüze bağladım bunu ve çaresinin istanbula dönmemiz olduğunu düşündüm. neyi olduğunu sorup yarasını deşmek istemesem de kadını öyle görmeye dayanamıyordum. birkaç defa tutamayıp kendimi sordum. her soruşumda bir şeyinin olmadığını söyledi. inandım. bir erkek kadınına nasıl inanırsa öyle...
bir gece evde otururken telefon çaldı. arayan amcamdı. babam telefonla konuşurken sesinin titrediğini farkettim. başımı çevirip babama baktığımda gözlerinden süzülen yaşları gördüm. konuşmakta zorlanıyordu. içim cız etti birden. babamı daha fazla öyle görmemek için odadan çıktım. geri döndüğümde babam elinde sigarasıyla oturuyordu. ona ne olduğunu sordum. babannemin çok ağır hastalandığını ve apar topar il dışına, babannemin yanına gideceğimizi söyledi. çok kötü görünüyordu. onu yalnız bırakmak istemediğim için burada, kadınla birlikte kalmayı düşünmedim bile. telefonla arayıp kadını durumu anlattım ve uzun bir süre uzakta olacağımı söyledim. o da üzgün olduğunu...
memleketten ayrılalı bir buçuk ay olmuştu. her gün kadının aramasını bekliyordum. aramıyordu. geceleri uyumadan 15 dakika önce bana mesaj atıp bir iki laf edip uyuyacağını söylüyordu. içinde hiç duygu barındırmayan günlük raporlardan ibaretti konuşmalarımız. yapılması gereken birer iş gibiydiler kadın için. ben ise üstelemiyordum. mutlaka ailevi problemleri vardır diyip geçiştiriyordum içimdeki huzursuzluğu.
bir akşam beni arayıp şuan huur çocuğu ve arkadaşlarıyla birlikte olduğunu ve bu insanların kendisi için çok önemli olduğunu ve hatta içinden birer parça olduklarını söyledi. namludan fırlamış bir kurşun kadar soğuk ve keskindi. öfkeden kudurdum ama bağırıp çağırmadım. güldüm sadece. sebebinin anannesi olduğunu ben dönünce her şeyin düzeleceğini düşündüm. daha çok kendime kızıyordum. zor zamanlarında kadının yanında olamadığım için.
babannem iyileşince hastalığının tekrar etmesi ihtimaline karşı bir süre daha kaldık yanında. tamamen iyileştiğinden emin olunca memlekete dönmüştük. döndüğümüzü biliyordu kadın ama beni aramıyordu. gururum kırılmıştı. bu yüzden ben de onu aramıyordum. tatlı bir yarış gibiydi benim için. "biraz daha aramıyım da görsün, sürtülsün burnu" diyordum kendi kendime.
her gün telefon bekliyordum ondan. ama dönüşümüzün üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen aramadı beni. bir gün odamda otururken telefon çaldı. büyük bir heyecanla telefonun olduğu yere doğru gittim. arayan kadın değildi. kadının en eski ve en iyi arkadaşlarından biriydi arayan. çok severdim kızı. o da beni severdi. bilirdim bunu. ilerde çocuğu olursa adının benim adım olacağını, hatta öldüğünde benim yanıma gömülmek istediğini söylerdi. baba gibi görürdü beni.
telefonu açtım. bir süre havadan sudan konuştuktan sonra beni görmesi gerektiğini, anlatacağı çok önemli şeyler olduğunu söyledi. bunu duyduğumda suya damlayan kan gibi yayılmaya başladı korku içime. nedenini bilmiyordum ama son kez gırtlaktan başlayıp kasıklarda noktalanan sızılardan birini hissettim. kıza buluşacağımız yeri söyleyip telefonu kapattım. bir kaç dakika sonra yoldaydım. adımlarım geri geri gidiyordu. bir şeyler ters gidiyordu. hissediyordum. mekana geldiğimde bahçedeki büyük ağacın gölgesindeki masada oturmuş beni beklerken buldum kızı. önce kısa süreliğine sarıldık ardından sandalyelerimizi çekip oturduk yerlerimize.
kız halimi hatrımı sormak isteyince sözünü kesip bunun bekleyebileceğini söyledim. merak durmdan kemiriyordu içimi. vakit kaybetmeden bana anlatması gereken şeyin ne olduğunu sordum ona. bir kaç saniye duraksayıp, yapmak istediği şeyin bu olduğuna emin olduktan sonra söze girdi: " sen bilmiyorsun ama sen yokken kadın huur çocuğunun evine girip çıkmaya başladı. her gün birlikteler. defalarca ona konuşmaması gerektiğini söyledim ama o bana sen karışma diyip bildiğini okudu. bunun ne anlama geldiğini bilmediğini, adamın duyarsa neler olabileceğini bilmediğini söyledim ama umursamadı." dedi kız. beynimden vurulmuşa dönmüştüm. bırak huur çocuğunun evine girip çıkmayı, ikisinin konuştuklarından bile haberim yoktu. darmadağın oluyordum kız konuştukça. düşen bir kavanozun içindeki bilyeler gibi saçılıyordu can parçalarım.
"bir de şey" dedi kız. "şey". gözlerimi dikip gözlerine söylemesini istediğimi gösterecek bir işaret yaptım başımla. kız derin bir nefes alıp devam etti: "delirmişsin sen dedim ona. sen adamı kaybetmekten hiç mi korkmuyorsun?"
kadının verdiği cevap: " o kadar da korkmuyorum artık"
kız konuştukça damağımdaki tükürüklerin kuruduğunu, avuçlarımın terlediğini hissedebiliyordum. aylarca istanbulda yaşadığımız tüm berbat şeylerin, gereksiz soğuklukların, gelip giden yakınlaşmaların sebebinin bunlar olabileceğini düşündüm bir an. artık kadınla birlikte olmayacağımı biliyordum. ama en azından güzel hatırlayabilmek adına kıza ne zamandır konuşmaya başladıklarını sordum. ben kasabada değilken olmuş bir şey olabileceğini, yalnızlıktan ve aile problemlerinden ötürü kendine bir yoldaş aramış olabileceğini söylüyordum kendime.
soruyu sorduğumda kızın yüzü kaskatı kesilmişti. ağzında bir şeyler geveleyip duruyordu. pot kırmaktan çekindiğini anladığımda sertçe vurup masaya, var gücümler bağırdım. her şeyi anlatmasını söyledim. ne diyeceğini bilmiyordu. daha fazla dayanamayı konuşmaya devam etti: "onların konuşmadığını mı sanıyordun? kadın konuştuklarını bildiğini ve buna kızmadığını söylemişti bana" dedi. bunları duyar duymaz oradan ayrıldım. arkamdan sesledi bir kaç defa ama oralı olmadım. delirmek üzereydim. ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum. tek bildiğim oradan uzaklaşmak istediğimdi.
saatlerce yürüdüm sokaklarda. sorulması gereken, söylenmesi gereken milyonlarca şey vardı aklımda. tanıştığımız ilk günden geldiğimiz noktaya kadar olan her şeyi düşünüyordum. kafatasım parçalanacak gibiydi. kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki o sırada eğer deneseydim koluma veya boynuma dokunmadan ölçebilirdim nabzımı. daha fazla dayanamayıp karşıma çıkan herkese sormaya başladım kadını. her yerde onu aradım. ve sonunda bulmayı başardım. bir an durup izledim onu. öylesine güzeldi ki. hiç inanmadığım bir tanrıya duyduğum her şeyin yalan olması için yalvardım...
bugün bile kadının karşısına geçip her şeyi ona nasıl söyleyebildiğimi, bu dermanı nasıl kendimde bulabildiğimi anlayamıyorum. ama yapmıştım işte. durup gözlerinin içine bakıyordum. niyetim hesap sormak değildi oysa. ben sadece bana söyleyeceği "yalan" kelimesi için oradaydım. o ise hiç bir şeyi reddetmedi ya da bunlara nasıl inanabildiğimi söyleyip bana hakaretler savurmadı. sustu. utanç içinde... gözlerini yere dikerek "ben" diyebildi sadece. cevap vermesini beklemeden ayrıldım oradan.
birileri gelip bir gün bunları yaşayacağımı söylese kadını vuracağımı adamıysa ellerimle boğacağımı falan söylerdim heralde. ama ben hiç bir şey yapmadım. sadece gittim. uğruna vazgeçtiğim hayatla, yaşadığım hayal kırıklıklarıyla, göz yaşlarına boğulduğum gecelerle, yok saydığım anılarla, mahvolmuş hayatımla birlikte...
olayı size anlatırken kaç defa "siz de yaşadınız", "siz de bilirsiniz" dedim bilmiyorum. ama siz hakikaten yaşadığınız ve güzel olan her şeyin birer yalandan ibaret oluşunun nasıl bir şey olduğunu bilir misiniz?
bu yazıyı okurken içinden "peki kadına ne oldu?" diye soranlar olduğunu biliyorum.
şimdilerde huur çocuğu ve kadını, bir zamanlar birlikte anılar serptiğimiz kadıköy sokaklarında birbirlerinin ellerini tutarak geziyorlar. arada karşılaşıyoruz. gördüklerinde yollarını değiştiriyorlar. en azından geçiş üstünlüğüne sahibim...
peki ben ne mi yapıyorum?
hiç.
son.
https://www.youtube.com/watch?v=2BYA0Lz-VsI