
- 0 / 0 / 33 entry
- 0 başlık
- 0.00 incipuan
yalatan ibrahimovic üçüküncü nesil silik
-
0
beyler yeni öğrendiğim tekerlemeyi yazıyorum
türkiye'de edebiyat eleştirmenliğini gazetelerin eklerinde kitap özetçiliğine dönüştüren yapının tam tersine metinleri, çevirileri ve genel olarak edebiyat ortdıbını nesnel bir gözle irdeleyebilen sıkı bir eleştirmendi, polemikçiydi asım bezirci. bana kalırsa tek kusuru batılı üniversitelerdeki sıkı akademisyenlerin ya da akademi dışı entelektüellerin belirli sahalardaki teorisyen ve metotçu kimliğine bürünmemiş olmasıdır. kendince eleştiri kültürüne ve yöntemine sahip bu adam, eleştiri üzerine bütün birikimini kuramlaştırma çabası içinde olsaydı ve neticede buradan türk edebiyatına özgü bir eleştiri sistemi geliştirebilmiş olsaydı, bugün bu konudaki büyük açığın kapatılması yönünde farklı çalışmalara ön-ayak olmuş ve devamında çok daha büyük ve sistemli bir "türk yazınına özgü eleştiri kuramı" tartışmasını tetikleyebilirdi. bunu yapmasını sağlayacak bilgi birikimine ve doğal yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum bezirci'nin.
zaten bana göre, bu topraklardaki akademisyenlerin ve akademik olmasa da alanında ihtisas sahibi olmuş kişilerin temel eksiği bu. bize özgü olan noktalarda bile bizim dışımızdaki her kültür ve akademi ortamından apartılmış, başka şartlara uygun kimi sistemleri olduğu gibi kendimize ve kendi alanımıza uyguluyoruz. neticede bize özgü bir şeyde bile, örneğin türk dili ve edebiyatının en seçkin örneklerinde bile, eleştiri ve yorum kişiden kişiye (eleştirmenden eleştirmene, akademisyenden akademisyene) değişen yani öznel ve asla diyalektiğe dönmeyen yani bölük pörçük dokundurmalardan ibaret kalıyor. örneğin hilmi yavuz müslüman dünyada neden roman türünün gelişmediğini irdelerken edward said'in <hiç de haksız sayılmayan ama haksız sayılmıyor oluşu, tümden nesnel olduğunu da göstermeyen> "kuran, mitolojideki oğullarını yutan baba-tanrı figürü gibi, yazılmış diğer bütün metinleri yutar" tespitine takılabiliyor. hiç olmasın demiyorum, hobi olarak yine olsun. ancak bizim de kuramsal düşünüp, bize özgü şartları, aşina olduğumuz kadarıyla yazıya döküp sistemli bir bütün içinde irdelememiz ve teori üretmemiz gerekir. üniversitede yazılmış edebiyat içerikli tezler, jüriden geçsin diye yazılmış salak saçma görüşlerle ve kopyala-yapıştır'larla dolu. yine aynı alandaki üniversite-dışı 'tez'ler ise, yazarın içinde bulunduğu cemaate ve bağnaz ideolojik tutuma göre şekillenmiş ziyadesiyle öznel ve art-niyetli görüşlerle dolu. örneğin yığınla eserin verildiği kurtuluş ve kuruluş dönemi edebiyatımızla ilgili, bana kendini geniş kitlelere kabul ettirebilmiş <ki bu benim için tek ölçüt değildir, çoğunluk-geniş kitle umrumda değil, renk olsun diye söylüyorum> bir tane kuramsal analiz <örneği> gösterebilir misiniz? necip fazıl'ı geniş bir kitlenin gözünde üstadlaştıran nedenler üzerine nesnel/sosyo-kültürel ve sosyo-politik analizler okudunuz mu? yok, mümkün değil. çünkü nesnellik, toplumumuzda olduğu gibi, yazın dünyamızda da ötelenen bir niteliktir. nesnel gözle bakarsak, bunun da kendince sebepleri var ancak bu entirinin konusu bu değil. asım bezirci'yi merkez alıp sıkıntılı gördüğüm konulara değinmek istedim, sadece o kadar. geç alttaki paragrafa.
eleştirmenliğe gelince, ingilizce dersi öğretmeninin ihtiyaçtan beden dersine de girmesi gibi, "şair mi? ha o zaman koyalım dergiye, eleştirebilecek kadar bilgisi ve görgüsü vardır herhalde" mantığı işletilebiliyor. ya da murat belge'nin birikim'deki mavi anadoluculuk ve halikarnas balıkçısı okumasında da bir örneği görülebileceği gibi (örn. belge'nin, balıkçı'nın bir roman karakterinin görüşlerini, balıkçı'nın görüşleri sanması ve balıkçı'yı bu yüzden faşist ilan etmesi; buna mukabil gazetedeki yazılarında elif şafak'ın bir romanındaki bir karakterin hâl ve davranışlarından ötürü yargılanmasını eleştirmesi, alın size anti-nesnelliğin zararlarına bir örnek), ideolojik bağnazlığın esiri olmuş kafalar "zor durumda eli silah tutan herkesin askere çağrılması" gibi "eli kalem tutan herkesten her konuda eleştiri yapması" durumuna örnek teşkil edebiliyor. oysa evrensel ölçütlerle yerel şartların gerektirdiği ölçütlerin bir karışımı neticesinde, buradaki yazın âlemine uygun bir eleştiri kuramı üretmek asım bezirci gibi "yazdığı yazıdan kendisinin yazdığı anlaşılan" karakterdeki, özgün bir yazın adamından ve eleştirmeninden beklenir. ancak o bunu yapmadı. dahası yazko edebiyat, ocak 1981'deki "kalıt" başlıklı yazısında "yirmi yıl önceki bir konuşmamda ben de yakınmıştım: 'ağabeylerimiz bize sağlam bir eleştiri kalıtı (mirası) bırakmadılar. şimdi düşünüyorum: peki ama, kendilerinden önce gelenler onlara böyle bir kalıt bıraktılar mı?" diyerek şikâyet ettiği "sağlam/nesnel eleştiri kuramı ve sistemi" ekgibliğini göz önünde tutup, ben de bugün "iyi bir eleştirmen olan asım bezirci böyle bir kalıt bıraktı mı?" diye sorabilirim. ancak cevabı yine asım bezirci'nin aynı yazısından alırım: "bırakmadılar diye atalarımızı suçlamak yersiz olur. bunun sebeplerini araştırmak gerekir. bence temel sorun şudur: osmanlı toplumunda edebiyat eleştirisi niçin doğup büyümemiştir?" (asım bezirci, bilimden yana, yön yayıncılık, 3. basım 1989, s.88)
evet, asım bezirci adeta amentüsü kabul ettiği "nesnel/sağlam bir eleştiri kurdıbını veya sistemini" bize miras olarak bırak<a>madı, böyle bir şey yapmadı, belki bir gün yapacaktı. ama o gün gelmeden yakılarak öldürüldü. yakılarak öldürülme ihtimalinin bulunduğu ve <daha da kötüsü> bu ihtimalin gerçeğe dönüştüğü bir ülkede, hangi kuram ve metot kaygısından bahsediyorum ki ben?
düşün adamlarına sıkılan kurşunlar, arabalarına konan bombalar, onları otelde diri diri yakmalar... (teyit) bütün bunlar mevcut keskin zekânın şark kurnazlığına gömüldüğü, kuramsal düşünmeye aç kültürel platformlarda taptaze beyinlere "nesnel olmama" ya da en azından "nesnelmiş gibi görünmeme" konusunda gayet de ikna edici sebeplerdir. türkiye'nin yetiştirdiği en mühim yazın eleştirmenlerinden birini, diğer aydınlarla birlikte diri diri yaktılar, biz hâlâ burada sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya ve her şeyin yolunda gittiğini sanarak hesap sormamaya devam ediyoruz. korkaklar, bağnazlar, duruma göre değişen yanar-döner nitelikli analizciler, belgesizler, tutarsızlar, taklitçiler ve spam mail yollayıcılar kuramsal ve nesnel düşünememeye yazgılı gelecek nesiller sizin eseriniz olacaktır.
kadir şahin'in asım bezirci ile ilgili söylediklerini aktarıp kapatıyorum bu can sıkıcı entiriyi.
"ağustos böceklerince sesli ve ortalıkta olan birçok kişilere karşın, peteğini arı kıvamında dolduran rasyonel bir çalışma ve çaba ile eleştiri ve yapıtlarını topluma getiren bezirci, kişiliğince büyük ve anlamlı görünümüyle edebiyatımızda bir parmak izi, bir alınyazısı gibi durmaktadır -
0
ak manitaya göğüslerin büyükmü dedim
andreas huyssen'ın twillight memories'ında (alacakaranlık anıları) bir yerde [*] 80'lerde pıtrak pıtrak çoğalan ve böylece bir tür "her şey bitti, biz de bugüne kadar ne olup bitmişse hepsini teşhir edip kenara çekileceğiz" minvalinde bir müzecilik anlayışı geliştiren koleksiyoner zihnin bu yöneliminin de planned obsolescence'ten sayılması gerektiği geçer. yazara göre eskiden belli bir seçkin yapıya seslenen müzeler, zaman içinde seçkin olsun ya da olmasın batılıların birbirleriyle iletişimini sağlayan abartılı kitle iletişim araçlarından biri olup-çıkmıştır. peki, gerçekten öyle mi? gerçekten de batı müzeciliği tasarlanmış eskitim örneğine mi dönüşmüştür? bunu diyebilmek için müzelerin ilk kurulduğu andan itibaren, her ne şekilde inşa edilmiş olursa olsun, bir tasarımın neticesi olduğunu belli etmesi gerekir, ki bu söz konusu olamaz. birileri müze kurdu, sonra başka birileri bunu değişen koşullara göre yeniden tasarladı. demem o ki, planned obsolescence'te beliren temel nitelik başından itibaren planlanmış/tasarlanmış olan şeylerin eskiyeceğini kabul ederek, sürümün ömrünü arttırmaktır. kimi sabit ölçütler önünde tutarlı olsun olmasın her değişimi planned obsolescence'ten sayamayız, kanaatindeyim.
gâvurlar bu yüzden planned obsolescence'e kardeş bir terim uydurmuşlar: "inevitable obsolescence" yani türkçesiyle "kaçınılmaz eskitim/eskime" geoffrey hamilton'ın yazısında buna örnek olarak <daha ilk cümlede> "bir insan kullanılamaz hale gelmeden evvel ne kadar süre kondom taşıyabilir?" diye soruyor **. verilen örnekten hareketle söylersek kondom bir süre taşınır cüzdanda, ancak söz konusu kişi bunu kullanacak uygun bir ortam edinemeden, skt'si geçtiğinden onu açıp onunla oynamak durumunda kalır. siz bilmiyor muydunuz? skt'si geçen kondomlar atılmaz öyle bozulmuş süt gibi, biraz oynanır. her defasında daha fazla hem de, çocuk gibi. sanki içinden kinder sürpriz yumurta çıkacakmış gibi janjanlı paketçiği yırtılır şakır şukur oynanır. işte inevitable bir eskitim örneği olmasının nedeni budur, kişi bu cıvık aygıtta neyin son kullanma tarihinin geçtiğini bile anlayamadan, oyun sonrasında sanki yılların dostundan ayrılıyormuşçasına onu ait olduğu yere yani çöpe bırakı bırakıverir. şimdi bu tasarlanmış eskitim midir allahınızıseversenizsöyleyin.
marcuse'ün ileri endüstri toplumlarındaki sınıf farklılıklarının blörleşmesiyle (silinmesi yani) ilgili gerekçelendirmesinden söz etmek istiyorum. yazar, endüstriyel ürünlerin aynı zamanda işçilerin de, en az fabrika sahipleri kadar ürettikleri ürünleri tüketmeye başlamasına bağlar. şimdi "bunun konumuzla alâkası nedir?" diye acele etmeyin, daha sonra bunun kapitalizmdeki sınıf farklılıklarını ve sosyal antagonizmleri (sosyal düşmanlıklar) iyileştiren ziyadesiyle doğal bir eğilim olduğunu düşünmez. aksine değişen şartlara göre, söz konusu endüstriyel mekanizmanın daha seri işleyebilmesi için, üretilen ürünün daha hızlı bir şekilde tüketilmesi için tüketiciler arasında gelir düzeyi farkı açılmakla birlikte ürünlerin çeşitliliği ve mikro ölçekte satın alınabilirlik ortalaması düşer [***]. sözün özü endüstriyel sömürü düzeninde ürünü üreten işçinin de işleyen çarkın bir gereği olarak janjanlı paketlerde sunulan, maç izlerken, film izlerken ve sohbet esnasında olmak üzere üç farklı cipsi yemesi bütçe bakımından ona koymamalıdır. işçilere (ki artık işçi olmaları da gerekmiyor, "herkese" diyelim) tüketimde duyulan bu ihtiyacın planned obsolescence'ten kaynaklandığını düşünüyorlar.
yukarıda verdiğim cips örneği çok ucuz farkındayım, hatta bayağı ama aklıma o geldi ilkin. yani neticede planlanmış eskitimde temel itekleyici gereksinim, üretim ve tüketim sirkülasyonunun ayağa düşürülmesidir. iftarını coca cola'yla açmazsın da cola turkayla açarsın mesela. her ramazan'da ya da bayramda sanki bir üst model kola ya da şeker, çikolata falan çıkıyormuş gibi, içeriği üç aşağı beş yukarı seslendiği toplumun genel düzeyini yansıtan hikâyeciklerle bezenmiş reklamlar her defasında bir önceki kolanın ya da şekerlemenin şimdikinden daha kötü olduğunu düşündürme zorunluluğunu üstlenmiş gibi hareket eder. bir ara her şeyi ölüme endeksleyenlere ya da indirgeyenlere takmıştım kafayı, bu aralar ise her şeyi insana indirgeyenlerle ilgileniyorum, uzaktan irdeliyorum. bunu söylememin sebebi, burada yazılanları okuduktan sonra gelip "aman cağğnımm o da bir şey mi, insan planlanmış eskitim esiridir... insan... " diyen olur diye, uyarı mahiyetinde yani. her şeyi insana indirgersek zaten yaşamanın bir anlamı yok. ne demişler, beşer şaşar.
ekşi sözlük'teki önemli modifikasyonların bir bölümü de planned obsolescence'tan sayılmalı mı, tam emin değilim. çünkü ekonomideki legal modifikasyonun genel gerekçeleri olarak sayılan kalite arttırımına, fonksiyonelliğe ve estetik gelişime [***] uymayan bazı hamleler olabiliyor. gerçi sözlükteki bir butonun nesi, ne kadar estetik olabilir, bu sonsuz kere sonsuz tartışılabilir ama en azından kullanıcı beklentisi göz önünde tutulursa ben butonunun eskisinden daha taktan olduğuna ilişkin yapılan yorumlar bize bir fikir verirse, ki çoğunluğun fikri estetik değeri belirler diye bir kaide de yoktur, bu butonun niye değiştiğiyle ilgili sağlıklı bir açıklama yapılmasının güç olduğu anlaşılır. ancak böyle bir durumda "eski popuplı sistem database'i şişiriyordu, yavaşlamalara neden oluyordu" denilirse, o vakit inevitable obsolescence'e yol alırız, ki böyle bir durumda dahi kimse para ödemediği için sözlüğe, "amaaan bana ne, ben olmuşum eskitim" demek mümkündür.
bunun bir kardeş terimi daha var, bunu söylemezsem bana yakışmaz, "tasarlanmış eskrim". kafaya geçiriyorlar arıcı maskesini piti piti piti ince kılıçlarını sokuşturu sokuşturuveriyorlar hasımlarına. "amaaaan bana ne ben olmuşum eskirim" diyen insanlar da olabilir, her şeyi insana indirgemek kadar anlamsız bir şey olamaz. bunu tekrar tekrar vuracağım kafanıza, çünkü hepinizin bir avuç serseri olduğunu düşünüyorum. "amaan bana ne" diye cümleye başlayan herhangi biri olabilirsiniz, sizi bu yüzden sevmiyorum.
yıldızlı imgelemsel & yaldızlı dipnotlar -
0
isemeli sıçmalı 2 nin anasını sikiyom zaaa xd
şimdi cassirer'den langer'e doğru giderek başlıktaki tanımı tanımlamaya ve anlamaya çalışalım. bilindiği gibi aristoteles insan varlığını animal rationale şeklinde tanımlamıştı (bir parantez içi bilgisi: aristoteles'in yunancasıyla "anthropos esti zoon logon echon" tanımının bu latince çevirisi ilkin seneca'ya aittir), yani "insan akıllı hayvandır" (= insan düşünen hayvandır) bu tanım aslında içinde "insan muhakeme kurabilen hayvandır" anldıbını taşıyordu, çünkü "akıllılığı" yansıtan rationalis'in göbeğindeki terim olan "ratio" tam anlamıyla aklın işletilmesi yani muhakemenin kendisidir. buradan hareketlenen cassirer de "sembolleştiren hayvan/canlı" şeklinde çevirebileceğimiz "animal symbolicum" kavrdıbını öne sürerek insanın temel karakterinin metafiziksel ya da fiziksel doğasında değil, eyleminde yattığını savlamıştır <savlamak, havlamak gibi düşünün, filozof havlayan insandır!>. ancak bu eylem, yemek, içmek, uyumak, yatmak, sıçmak, üremek vs. hayvanlarla kısmî ölçüde müşterek olan eylemler gibi düşünülmemeli <ki bunlar fizikseldir>. cassirer'e göre ratio'ya yani muhakemeye dayanan sembolik bir evren tasarlayabilme yetisi, insanı diğer canlılardan ayırır. çünkü insan doğrudan bilinebilecek bir karakterde değildir. cassirer insanın dinde, mitolojide, sosyal ve bireysel yaşamındaki türlü hâl ve davranışlarında sembolleştirmiş olduğu şeylerin bütütüne bakıldığında, insanın doğasına ilişkin önemli verilere ulaşılabileceğini düşünüyordu. bunu "insana mı gidiyorsun, sembol-ölçerini unutma!" şeklinde bir vecizeyle özetleyebiliriz.
cassirer'e göre insanın ratio'ya yani muhakemeye dayanan yaşamı sembolleştirme yetisi, onu tarihsel kılar. philosophie der symbolischen formen (1923) ve an essay on man'de açıkça muhakeme yetisinin, kendi başına insanı tanımlayamayacağını ve diğer canlılardan ayıramayacağını öne sürer. ona göre muhakeme yetisi, bir tür sembolleştirme yetisine bağlanmak zorundadır, çünkü, işte çünküsünü yukarıda yazdım, insanın sembolik evreni, insanın kendisini verir -ona göre-.
cassirer kritikçilerine göre, evet sembolleştirme yetisi insanı verir, çünkü insan aynı zamanda animal sublimans yani "süblimleştiren/yücelten hayvan"dır. yücelttiği şey içsel ya da dışsal fark etmez, herhangi bir şey olabilir. insan kendisini de, kendisini ortadan kaldıracak olan dışsal bir şeyi de yüceltebilir bu "muhakemeye" göre <neticede bu da bir muhakeme ürünüdür, değil mi?>. yiannis gabriel'in aktardığı gibi, brown gibi analizciler animal symbolicum'un <cassirer'in görüşünün aksine> insanın varlığını değil insan zihninin kusurunu ifşa edebileceğini düşünmüştür. öyle ki bir şey(ler)i sembolleştiren insan, hakikî şeylere ilişkin duyumsama yetisi ve güdüsü yerine bu yanıltıcı yetisini yerleştirir (böylece kendi yalanına inanır). bu yüzden bu "sembolleştiren insan" tanımı "desexualized animal" yani "iktidarsızlaştırılan hayvan" şeklinde okunmuştur. böylece bu cassirer eleştirisiyle birlikte (belki update, belki upgrade) "kültür denilen şey, insanın sevgi ve ölüm ikizinden kaçışı esnasında yarattığı sembolik üst-yapı kütlesidir" neticesine varılmıştır. bu konudaki örnekleri ve cassirer'e getirilen eleştirileri burada sıralayıp vakit kaybetmek istemiyorum, ben asıl yukarıda bahsettiğim susanne langer'in animal symbolicum'dan anladığı şeye geçeceğim, o kadın çekiyor beni kendine. daha sonra değiniriz cassirer'in symbolicum'una getirilmiş eleştirilere.
susanne langer bir karı sevgisiyle kucaklıyor kocasını, pardon, animal symbolicum kavrdıbını. diyor ki "sembolleri anlama gücü,... insanın en temel zihin karakteridir. şuursuz, kendiliğinden bir soyutlama süreci olarak kendini gösterir. her daim insan düşüncesinde işler haldedir. öyle bir süreçtir ki bu, deneyime ilişkin herhangi bir biçimlendirmede bağlamı tanır ve buna bağlı olarak onu biçimlendirir. bana kalırsa, işte tam bu, aristoteles'in 'akıllı hayvan' tanımının tam anlamıdır." (philosophy in a new key, s.58)
langer'in bu yaklaşımından "sembolleştirme insanın kaçınılmazıdır" sonucu çıkar, yukarıda bahsettiğim "zihin kusuru" yorumunun aksine. ancak başka türlü bir bakış açısıyla insanın sürekli sembolleştirdiği ve sembolleştirdiklerini de sürekli taze tutmak zorunda olduğu <çünkü herbiri kutsî birer inanca, dogmaya kolayca dönüşebilme potansiyeline sahiptir> müddetçe her tür sembolleştirme çabası, onu görüngülerin sürekli yorumlandığı kaypak bir zemine yerleştirir, böylece hakikati sürekli tahayyül gücüyle inconstans yani sabit olmayan kılınmış olur. bu da bana cornelius castoriadis'in animal rationale ile ilgili olarak söylediği "hayvanlar insanlardan çok daha mantıklı ya da akılcıdır, boş yere hiçbir şey yapmazlar" sözünü anımsatıyor. buna göre, sürekli ve kaçınılmaz olarak sembolleştiren insan hiç de mantıklı ya da akılcı olmamakla birlikte, boş yere bir çok şey yapan (hatırlayın: cassirer eylemci görüyordu insanı) ama yaptıklarından ötürü de sürekli yanılan bir hayvan olmaya mahkumdur. yani sembolleştirme yetisinin de dahil olduğu akıl gücünü, kötüye kullanmak insanda doğuştan siviç on gelir. oysa hayvanda bu yeti ve bütün olarak gücün kendisi olmadığından (varsa da şimdilik, insanla karşılaştırıldığında "sınırlı" olduğunu söyleyebiliriz) asla hata yapmaz.
langer ise insandaki bu <bana göre yanıltıcı olan> insanın her şeye tepkisini pasif değil de yapıcı buluyor <"tamam da zaten sorun orada" dediğinizi duyar gibiyim> sembolleştirme de, bu yapıcı sürecin bir anahtarı oluyor onun gözünde. tamam da zaten sorun orada! <ben de dedim bakın> insan aynı zamanda hayal ettikleriyle de yanılgılar inşa edebilen bir hayvan, onun bu yeteneği var diye, söz konusu yapıcılığını süblimleştirmemek gerekebilir <süblime lime etmek!>, çünkü zihnî arazların varlığı da yaratıcılığı itekleyebiliyor. ha bu itekleme olmasaydı da ben bunu söylerdim, konumuz tam bu değil.
mitler de yaratıcıdır keza. nasıl ki tüm insan deneyimini bütünlüğün imajları (images of wholeness) arşetipine bağlayan jung kaçınılmaz olarak insanlığın mitsel deneyimlerini bir tür monoteist insan gelişimi modeliyle açıklamışsa, ben de burada <örneğin> ekşi sözlük'ün sembolik tiplerinin arşetip olarak alınması durumunda, şimdiki bütün sözlük arazlarını onlarla ilişkilendirebilir ve bir tür sözlük yazarı gelişimi modeli <haydar baş'ın milli ekonomi modeli gibi> öne sürebilirim. neticede burada da yapıcı karakter, bir tür sembolik dilden alıyor desteğini. başlı başına ayar mekanizması, "yeri geldiğinde hak edenlere ne de güzel küfür ediyor cancişim" övgüsü, özünde buradaki içeriği belirleme konusunda tahakkümcü bir eğilime sahip "adam haklı beyler" ve "özet geç bin" küçümsemesi, gereğinden fazla uzamış ve bu yüzden belli bir noktadan sonra münazara havasının buram buram hissedildiği tartışmada son sözü söyleme karizması, alternatifin alternatifini seçme cekiciligi vs.
bütün bunlar da çok değil 5 sene önceki sözlük-içi deneyiminin okuyucu olarak parçası olan bugünün yazarlarına, yüzeyde kimsenin dikkatini çekmeyen bir sembolik dil katarak, onları sembolleştiren hayvanlara dönüştürüyor. böyle bir hayvanlaşma süreci de hiç küçümsenmemeli. 99'da yoktan var edilmiş bir sitede bile mitsel söylem oluşabiliyorken, yüzyıllar ve hatta bin yıllar içinde sağlamlaşmış mitsel kalıpların insanların sonraki deneyimleri üzerinde ne denli etkin olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerekebilir. ama ekşi sözlük'teki cancişler bunu aşmıştır, düşünmeden hallettikleri çok şey var. bunu ben nilüfer göle tartışmasında çok hoş bir şekilde gözlerimle gördüm. hepiniz animalsiniz. hepinizi itidâle davet ediyorum.
>>><<>>< hırsızlığa karşı yıldızları sökülmüş kaynakça ><<>>><>><
- nicholas bunnin - jiyuan yu, the blackwell dictionary of western philosophy, blackwell publishing, 2004, s.33.
- yiannis gabriel, freud and society, routledge, 1983, s.240.
- cornelius castoriadis, "radikal tahayyül gücü ve toplumsal-kurumlandırıcı tahayyül", tahayyül gücünü yeniden düşünmek. kültür ve yaratıcılık, (ed. g. robinson & j. rundell) çev. e. başer, ayrıntı yay., 1999, s.196.
- david ray griffin, sacred interconnections: postmodern spirituality, political economy, and art, suny press, 1990, s.194. -
0
bu siteyi sikertmeliyiz cabuk
bu sözlükçüler bir nevi kamu vicdanının arıtılması görevini üstlenmiş kahramanlara dönüşüyor sanki. sanki anasını babasını öldürmüş bir evladın haberini izlerken tv başında, "tühhhhh allah belanı versin senin!!!" diye tümküren (tükürmek + çemkirmek) teyzecikler sözlük yazarı olmuş da her biri kemal beyin sünnetli veya sünnetsiz, her neyse, bir şekilde çüküne güdümlü siyaseti lanetleyerek sosyal vatandaş olacakmış gibi hissediyor. yazmak isteyene "dur yazma!! siz kardeşsiniz!" denilemez tabi, ancak bu tarz müşterekliğinden ötürü birbirinin içine geçmiş, seri-üretim reaksiyonlarının söz konusu çamuru atıp ortalıktan çekilen insanların ekmeğine yağ sürüp sürmediğini de düşünmek gerek. netçede demirel kırk defa gitti, kırk defa geldi. sonunda başkan bile oldu. hiç kimse de ondaki çocuksuzlukla kendini belli eden ibibik cursed politics'in hesabını sormadı. türk seçmeni, özellikle de yeni seçmen olmuşlar tıpkı türk siyasetçisi gibi, yaftalar karşısında kösele suratlı olmadıkça bu gibi ahmakça oltalar atılmaya devam edecek. çünkü insanın doğasında çirkefleşmeye eğilim oldukça güçlüdür, hele ki söz konusu olan şey politik başarıysa. çamurun iyisi kötüsü olmaz. gâvurlar amerikan demokrasisinin bir gerçeği olarak buna slander as political capital demişler yani "halk desteği/politik güç-çıkar olarak iftira". bu çamuru attığın vakit atmış olursun, yapılacak şey çamura parmak banıp tadına baktıktan sonra "hım.. çamur... rezil bir çamur tadı var" demek olmamalı, netçede iktidar hırsı herkese her şeyi yaptırır, şaşırmamak, sarsılmamak gerek.
beni burada asıl ilgilendiren bu kösele suratlılık gereği veya politik güç için iftira mekanizmasını işletmek de değil, beni burada asıl ilgilendiren şey, tinercilerin katıksız birer huur çocuğu olması başlığından hareketle kısmen ortaya koymaya çalıştığım, insanların, örneğin geniş kitlelerce yadsınası olması gerektiği düşünülen bir olayda "huur çocuğu" diyerek üzerine düşen görevi yerine getirmiş olduğunu gösterme refleksine sahip olmayı marifet saymasıdır. bu öyle bir refleksif tavır ki, ortalama zekâ seviyesini ve sağlıklı tartışabilme düzeyini aşağılara çeker. ve neticede biz gerizekalı bireyler olarak, ortaokul çocuğunun bile rahatlıkla ayırdına varabileceği birtakım ölçütleri kıpkırmızı kalemlerle vurgulama ihtiyacını, hem de her provokatif eylemde hisseder hale geliriz. böylece güzellik yarışmalarında sorulara verilen cevaplardaki "efendiiğmm, dünyaya barış gelmesini istiyorum, çünkü savaş kötü bir şeydir" gibi sekiz yaşındaki bir çocuğun fişlerden öğrenebileceği birtakım etik çıkarımları koca koca adamlar ve müthiş kadınlar olarak tekrar tekrar tekrarlamak durumunda kalırız. "aa seda sayanı gördün mü? atatürk şeyini koymuş progrdıbına allah belasını versin!!!14" derken buluruz kendimizi ansızın.
bu refleksif tavır, ne yazık ki <sanılanın aksine> bireyi "orrrrröospu çocuğu!!!" "tüüüüüüüüüüüh suratına senin" tepkiselliğinden öteye taşımıyor. bir insanın çükünden bir miktar kesilmemiş olmasına yapılan mezhepsel ve hakaret<sel> vurguyu "evet kesilmemiş çünkü 25 santim damarlı!!!11" kontr-atağıyla karşılamak da, yine bireyleri daha duyarlı kılmıyor. south park eleştirelliğinin türkiye'deki tek distribütörü olduğunu düşündüğüm ekşi sözlük'ü tv'de haber izleyen teyzecik ve güzellik yarışmasına katılan 18,5 yaşındaki güzel memeli genç kız standardizasyonundan kurtarmak durumunda kalabiliriz, kanaatindeyim, ileride ama çok uzak olmayan ileride.
sonra tırnaklarını yer durursun "inci sözlük neden bu kadar rağbet görüyor" diye, bunun bütün sorumlusu sen ve senin o seni sosyal-duyarlı kıldığını sandığın teyzecik kıvamındaki refleksif tavırdır. belki yaşlanıyorsundur, o da olabilir. netçede hangi sosyal kesimden gelirsen gel, hangi siyasî görüşe mensup olursan ol bu tavrınla, ki burada genelleme yapıyorum, ortalamayı düşürüyorsun ve burayı huzurevine dönüştürüyorsun. -
0
bursaspor anketi var beyler
bir başlıkta gördüm, burası olmadığı kesin. çünkü, itiraf etmeliyim ki, ilk defa bu başlığa tıkladım. başka bir başlıkta, "zencilerden nefret etmeye başladım bunun yüzünden, zütünüze sokun onu" minvalinde bir şeyler okudum. herkesin herkesi, bir cümleyle faşist ilan ettiği namütenahi tartışmaların bir parçası olmamak adına bunun da içten içe büyüyen ve vuvuzela bahanesiyle kabuğunu kırarak dışarı çıkan bir faşistlik şeyi olduğunu düşünmediğimi söylemeliyim. batılı görünmek adına batılı hastalıklara yakalanmış gibi krizlere girmek gerçekten gülünç.
hadi itiraf edelim, bu toprakların zencilik yani kara derilik sorunu yok, af buyurun misalen amerikanya'da bu kara derililer ötelenip tarlalarda hayvanlaştırılırken (batılı kentlerde çalıştırılan kürtlerin durumu belki bununla kıyaslanabilir, şartları da gözden kaçırmamak gerekir), bu toprakların bir iki nesil önceki sahipleri yani atalarımız, bebelerini hâlâ kara derili arap bacılara teslim ediyordu. son demlerdi ama yine de gelenek sürüyordu. islâm bağı bizde ırkçılığın, dericiliğin, kafatası avcılığının önüne geçmiştir diyeceğim ama sadece o da değil, yoksa ermenilerin yüzyıllarca sadık tebaaa olmasını da açıklayamam, imperium'un ortak bilincinin hâlâ bu toprağın üzerinde koruyucu bir melek gibi dolandığını düşünüyorum, dersem de bu sefer fazla romantik sayılırım. çekiniyorum. neyse konumuz o değil, sadece demek istediğim, 90 dakika uzaktan uzaktan gelen vuvuzela seslerinden rahatsız olup zenci düşmanlığı edinen kafalarda vuvuzela parçalamak isteyecek kadar argümanım var. ama burası yeri değil.
bir derleme, a companion to vuvuzela's effects olmalı. insanların bu konudaki görüşlerinden hareketle farklı şeyler düşünebiliriz, kanaatindeyim bu yüzden bunu şey yapmak istiyorum, dikkatimi çeken iki yorumu buraya alıp düşüncemi sunmak istiyorum, istiyorum oğlu istiyorum.
1. yorum: "zurna gibi dünyanın en kafa gibici aletini bu kadar benimsemiş bir toplumun üyelerinin tak atmaya hakkı olmadığı enstrüman."
-muhakemenin olası seyri: buralı biri zurnayı seviyor ama konu vuvuzela olunca katlanamıyor, demek kendi geleneğine karşı korumacı.
--oysa: bu topraklardaki ayaktopu gibi organizasyonlarda, genelde diyelim hadi, zurna vb. aletler çalınmıyor. her şeyin yeri ve zamanı vardır, zurna da yeri geldiğinde çalınan bir müzik aleti olmakla birlikt, kafa gibse de, bu gibiciliği yerin ve zamanın kendi koşuluna göre şekilleniyor. düğünde zurna çalınması ile ayaktopunda vuvuzela çalınması bir değildir. benim gözden kaçırdığım şey, türklerin zurnasız edemeyecek duruma düşmüş olmasıysa, tamam doğru. ama ben etrafımda göremiyorum böyle türkleri.
•
2. yorum: "... şunu da ben ekliyorum dünyanın ırzına geçtiği insanların küçücük bir oyuncağına sinir olanları izlemek fikri yetmiyor mu?"
-muhakemenin olası seyri: dünya, ırzına geçtiği insanların misalen, kafa giben bir oyuncağına bile tahammül edemiyor. vuvuzela, dünyanın bilhassa kuzeyi tarafından sömürülmesine tepkidir, değilse bile, kafası gibilen sömürgenleri görmek keyiflidir.
--oysa: benim tinercilere huur çocuğu denmesinden hareketle "huur çocuğu aktivizmi" dediğim, ekşi'nin ve benzer platformlarda herhangi bir haksızlığa, yanlışa akılcı ve gerçekçi bir eylemle tepki koymak varken, salt bağırarak ya da sözle hallenerek rahatlama yolunu tercih etme eğilimi en az vuvuzela sesi kadar rahatsız edicidir. toprağını işgale gelen adamı vuvuzela çalarak öteleyen bir afrikalıyla karşı karşıyaymışız gibi bir düşünce içinde olmaya gerek yok. son on yılda alternatif enerji, ekonomik pazar vb. unsurlardan ötürü kapitalist dünyanın gözünü diktiği afrika'ya verilen ve sarsılarak gelen sponsorların milyon dolarları ve yuroları akıttığı ayaktopu dünya kupası organizasyonunda bir elinde koka kola olan, diğer elinde de doksan dakika öttüreceği vuvuzelasıyla kameralara poz veren afrikalı bebelerin bu durumundan bir "afrikayı giben batıyı rahatsız etme" orgazmı çıkmaz. ortada illa bir gibilme realitesi varsa, yukarıdaki düşüncenin aksine, vuvuzela da her daim gibenin bundan sonra da bu gibişin aktif tarafı olmaya devam edeceğini muştulayan borazanıdır.
başka deyişle coğrafî ve iklimsel imkânsızlıklardan ötürü batı modernitesinin merkezinden uzak kalmış farklı etnik kültürden insanlar kaynakları, pazarı ve enerjisi tükenme noktasına gelmiş merkezin bundan sonra daha acımasız bir şekilde tüketim kölesi olacaklarından habersiz, geleneksel çalgılarını öttürerek maç izliyor, onlar açısından sadece bu ama onların olmayan açıdan vuvuzela, söz konusu tabirle, gibişin -gibilenin geleneği yadsınmadan- süreceğinin bir göstergesidir. afrikalı bundan sonraki gibişe yabancılık çekmesin diye var vuvuzela, dünyanın kendisine sunduğu organizasyon lütfuyla mutlu olsun, ciddiye alındığını kutlasın diye var. hepsi planın bir parçası. kötü adamlar düğmeye bastı. neymiş messi rahatsız olmuş, ne güzel, messi ve türkiye'deki ayaktopu izleyicisi rahatsız oluyor diye arjantin şirketi afrika'lıya kendini sevdiremeyecek, ne güzel dünya!!1 kazanda yavaş yavaş pişen kurbağa hikâyesini bilir misiniz? yazıyı hikâyelerle süslemeyi sevmediğim için şey yapmıyorum.
aslında bir yorum daha var üzerinde durmak istediğim ancak zamanım elvermediğinden es geçiyorum. ama biraz değinmesem de olmaz. şu "farklı olmak adına dalyaraklık yapan adam" tespiti beni benden alıyor anti-vuvuzelistler. evvelce israil-gazze-yardım gemisi meselesinde de aynı şey olmuştu, merkezin yığınla serdengeçtisi ya farklı görüş bildirenlerin izanını gibiyor, ya da onları siyonist kılıyordu. şimdi burada vuvuzelayı savunuyormuş gibi görünmek bile dalyarak olmaya yetiyor. sanal 'farklı olmaya çalışan dalyarak' tespiti, tıpkı huur çocuğu aktivizmi gibi, sanalda bile farklı düşünmenin, farklı bakış açısına sahip olmanın ne denli ötelenesi kılındığını gösteriyor. farklı olan ya da olmaya çalışan insanlara duyulan nefreti, insanlardaki merkeziyetçi düşünceye olan eğilimle ilişkilendiriyorum. sanalda bile olsa eğilim eğilimdir, en nihayetinde. -
0
bi film vardı böle konusuz insanlar
aynı for dummies mantığı türk bürokrasi hayatının her alanında vazgeçilmez işletim sistemi olarak kendini gösterir. askeriyede, memuriyette, üniversitede, orada burada, her yerde en ufak şeyi bile aptala anlatır gibi yazmak ve yapmak zorundasınız. dahası aptallar cennetinin bilgilendirme mekanizması işlerken herhangi bir estetik duyuş ön plana çıkarılmaz, sadece dilekçe içeriğinin elverdiği ölçüde bir arzu bildirimi olabilir. aykırı tipler ve düşünceler de dilekçe içeriğiyle sistem tarafından aptallaştırılır ve merkeze çekilir. üniversiteler de böyledir, diğer memuriyet alanları da. kimse düzeyin yükselmesini istemez, çünkü herkes birbirine aptal muamelesi yapacak şekilde yetiştirilir. türkiye'nin her alandaki temel sorununun zekâ yetmezliği, azim için motivasyon ve süreklilik ekgibliği, doğululuk, islâm, kemalistlik vs. olduğunu sanmıyorum, bunların hepsi birleşerek bir for dummies sistemi oluşturmuş, temel sorun bu.
kabuğunu kırması gerekenlere kırmaması gerektiğiyle ilgili yapılan açık ve gizli telkinler, baskı bütün olarak aykırılıklara yaşama imkânı tanımıyor. aptalların sistemini yürütmek için dilekçeye güdümlü bir işletim mantığı söz konusu oldukça, içimizdeki en aykırı olan bile, ancak 'sistemin izin verdiği ölçüde en aykırı olan' olacak. oysa tahayyül sınırlarının genişliği, baştan aşağı aptallar ve aptallaştırmak için düzenlenmiş bir sistemin sınırlarına tam oturmaz. buna rağmen içimizde 'çok yartıcı ve farklı' dediğimiz tipler bile, kendilerini ifade ederken yani uğraş alanlarındaki çalışmalarını insanlara sunarken, for dummies metodunu uygulamak ve genelin olur'unu almak zorundadır. aksi halde anlaşılmaz ve desteklenmez. "desteklenmesi önemli mi ki?" diye sorabilirsiniz, desteklenmesi elbette ki yaratıcılığı ya da aykırılığı için önemli değil ama en azından köprüaltında şarapçı olmayı hedeflemeyip yaratıcılığını insanlarla paylaşmayı hedeflediğine göre, başkalarına seslenebilmeyi ve desteklenmese bile, anlaşılmayı ciddiye alıyor demektir. zaten yaratıcılığını sergilediğini ya da sergilemeyi düşünen bir kafa için bizzzzattttihiiiii başkaları tarafından anlaşılmak, desteklenmek anldıbına gelir. ancak aptallar için oluşturulmuş sistem daha ilk aşamada, anlaşılmaya varmadan, yaratıcılığın ikrarında devreye girip ona engel oluşturuyor.
peki, bilgi arttıkça bu sorun giderilebilir mi? takiyuddin bilgiliydi ya da rasathanesinde yaratıcıydı da ne oldu, içinde yaşadığı toplum kendisinden "aptala anlatır gibi" anlatmasını istediği ve tekiyuddin bunu beceremediği için rasathanesini topa tuttular. bana sorarsanız aptallar mahrum kalsın, herkesin her şeyi anlamasına gerek yok ama gerçek kötüler gibi gerçek aptalların da otoritesinin kırılması gerekiyor, ciddiye alınıp "zekice" ve "eğlenceli" kitaplarla eğitilmeleri de bu yüzden isteniyor, oysa kimsenin aptalları umursamadığı, dilekçe yazmaya gerek kalmadan işlerin halledilebildiği ütopik bir düzende yaftalar da kendiliğinden kalkacaktır. mesela benim de burada for dummies takiyuddin'in kendisi iyiydi de çevresi kötüydü, deme zorunluluğunu hissetmemem gerekir ama hissediyorum, çünkü bu bir his meselesi, hissetmeyeni içeri almıyorlar, içeri girebilmek için hisli gibi görünmek zorundayım, ekşi sözlük'ün de, en nihayetinde, kendi dilekçe tarzı var ve buradaki entiriler de o dilekçe sınırını aşmamak durumunda yoksa en hakikisinden bir huur çocuğuuuuuuu'yu yer otururuz. for huur çocuğu. -
0
bu fıkraya gülüp de gülmedim diyeni sikiyim
kyle, stan ve kenny bilgisayar başında mp3 indirmektedir; birden evi fbi'ın adamları basar ve onları apar topar evrensel suçlar bürosuna zütürürler. ve bu bölümde (s7e9) eleştirellik açısından belki de en anlamlı kareleri izlemeye başlarız; internetten mp3 indirilmesiyle albüm satışlarının düşmesi ilişkilendirildiğinden evvelce metallica – napster davasına gönderme olarak bürodaki polis şefi, çocuklara mp3 indiriminin kötü sonucu olarak metallica’nın bateristi lars ulrich’in yanına zütürür; baterist sarayı andıran evinin bahçesindeki havuzunun başında hüzünlü bir şekilde oturmaktadır; hüznünün nedenini şef açıklar: "bu ay havuzun yanıbaşına köpek balığı şeklinde altın kaplama bir bar yaptıracaktı, ama bedava müzik indiren insanlar yüzünden, para toparlayabilmesi için bir kaç ay beklemesi gerekecek."
şef çocukları sonra bir jete bindiği görülen britney spears'ın yanına zütürür; internetten müziklerin bedava indirilmesinden ötürü sanatçıların ne kadar zor duruma düştüğüne dair diğer örnek de burada çocukların önüne serilir, şef şöyle anlatır: "britney'in gulfstream iv'ü vardı. fakat sizin gibi bedavacılar yüzünden bunu satıp gulfstream iii almak zorunda kaldı. gulfstream iii'ün çevresel ses dvd sisteminin uzaktan kumandası bile yok. hala bedava müzik indirmenin büyük bir sorun olmadığını mı düşünüyorsunuz?" şef çocukların hala internetten bedava müzik indirmenin kötü bir şey olduğunu anlamadığını düşünmüş olacak ki, başka bir örnek sunmak ister. bu seferki mekânımız master p.'nin evinin önü. şef çocuklara içeride eşi ve çocuğuyla oynamakta olan master p.'yi göstererek şöyle der: "gelecek hafta oğlunun doğum günü ve tek istediği oğluna fransız polonezya'sından bir ada hediye etmekti. ve onu alabilecek değil mi? sahipsiz bir ada görüyorum. her şey böyle devam ederse, çocuğu hiç bir zaman tropik hayalini yaşayamayacak." çocuklar sonunda ne kadar kötü bir şey yaptıklarını anlamıştır:
"çok üzgünüz. bir daha asla bedava müzik indirmeyeceğiz."
ve şef gerekli dersi, tüm south park izleyicilerine verir: "insanlar bencil davranmadan evvel bu korkunç sonuçları düşünmeliler. sanatçıların hayatları boyunca böyle yarı lüks yaşamak zorunda kalacaklarından korkuyorum."
south park'ın eleştirelliğini çok iyi yansıtan bir hikâye. kaldı ki aynı bölümde eşzamanlı olarak anlatılan eric cartman'ın "hıristiyan rock" olarak tanımladığı tarzda bir albüm yaptığına dair hikâyeden ise hiç söz etmedim; cartman'ın, "needing you" adlı eski bir şarkının sözlerindeki "baby" ve "darling" kelimelerini "jesus" kelimesiyle değiştirip amacına ulaşması (#3604030), saf din duygularını sömürmeye yönelik çıkarılan albümlere iyi bir eleştiri gibi duruyor (benzer bir south park eleştirisi için bkz. #16276161). cartman'ın albümü sırf isa sevgisinden ötürü satın alacak hıristiyanları "yürüyen cüzdan" olarak hayal etmesi de buna bağlı olarak south park eleştirelliğinin can damarını oluşturuyor. burada büyük resme bakmak gerekiyor; south park eleştirelliğinin buradaki amacı aslında a) internetten müzik indirmenin legal olması gerektiğini vurgulamak; b) hıristiyanların din duygularını sömürerek yapılan albümlere dikkati çekerek, onların kalitesizliğini izleyicilere aktarmak değil. zira birçok örnekte olduğu gibi, burada asıl amaçlanan şey insanların, legal olsun/olmasın, yönelimlerindeki tuhaflıkları göstermek (örneğin eşcinsellik, ırkçılık gibi meselelerde). burada bir üst iyi yani summum bonum belirlenimi söz konusudur; insanlar bunu ve diğer bölümleri izlediklerinde duruma dair fikir sahibi oluyorlar; örneğin ortalama bir south park izleyicisi yukarıda özet olarak sunduğum hikâyeden hareketle bir gelir dengesizliği problemini burada ilk defa öğrenmiş değilse de hatırlamış oluyor. south park bunu adaleti sağlayan yasaların tek tek bireylere indirgendiğinde nasıl da anlamsız olarak görülebileceğini göstererek yapıyor. evet, gerçekten de internetten birilerinin emeğini bedel ödemeden "(ç)almak" yanlıştır, ama bu yanlışı dile getirirken south park'ın kullandığı dil, erasmus'un kaleminden çıkan stultitiae laus'taki stultitia'nın yani tanrısal delilik'in kürsüdeki, okuyucu bir o yana bir bu yana savuran, sersemletici diline benziyor. saflık arayışı doruğa çıkıyor; müziğin bedel ödenmeden alınması ne kadar yanlışsa, müzik sahibinin lüks ihtiyacı için tantana koparması da o denli tuhaf karşılanıyor. işte bu bana en yüksek iyinin peşinde bir saflık arayışı olarak görünüyor.
s7e13'te sigara karşıtlığı meselesine eğildiklerinde de aynı durum geçerliydi. sigara içmediği için yemeğe sarılan rob reiner'in sigara karşıtlığı ile 14 saat çalıştıktan sonra rahatlamak için barda iki dal sigara içen işçi arasındaki diyalog bizi oradan oraya savuruyor. sigara karşıtı şişman adam işçiye "rahatlamak istiyorsan yazlığa git" diyor; işçi de "benim yazlığım yok", diyor. böylece south park izleyicileri, ancak bölümün sonunda çıkarılacak "ne sigara müptelası olacak kadar bağımlı olalım, ne de onun nezdinde sigara şirketlerine karşı tepkimiz şiddetli olsun" sonucuna hazırlanmış olur. "ne şu kadar, ne de bu kadar aşırı olalım" mesajı south park'ın eleştirelliğinin merkezini oluşturuyor. ortada olalım, stan gibi, ortalama olalım düşüncesi hakim. belki de çocuklar arasındaki stan'ın ortalamalığı da bir mesajdır. olabilir.
bütün bunların ötesinde dreidel dreidel dreidel'da kyle'ın babasının "courtney cox i love you, you're so hot, on that show" dizeleri koca south park'ın özeti gibidir benim için. -
0
beyler cafede bi karı düşürdüm caaapsli
"... şüphesiz, zekâmız da duyu organlarımız tarafından sunulan nesneye kendi karışımını da ekler, zira dogmatiklerin yönetici bölüm (hegemonikon) olduğunu düşündüğü, beyin mi, kalp mi yoksa canlılığın kaynaklandığını düşündüğü herhangi bir yer mi, işte her neyse o bölgenin etrafındaki bazı salgılara göre var olanı gözlemleriz. o halde bu yola göre de dışsal nesnelerin doğasına dair bir karara varamayacağımızı ve yargı ertelemesine mecbur kaldığımızı görüyoruz." (pyrrhon. 1.128)
biliyorum, yukarıdaki alıntı bu haliyle biraz karışık. bu yüzden biraz açayım. bu adamlar bilindiği üzere kuşkucu ve hiçbir şeyin bilinemeyeceğini düşünüyorlar. bunun için birtakım ölçütler ve kanıtlar öne sürülse bile, bilindiği sanılan şeyin sadece bilindiği kadarıyla var olabileceği, bir şeyin asla kendi doğasına göre bilinemeyeceği kanaatindeler. şeyi kavradığımız yer, konum, mesafe, organın organik ve inorganik yapısı vb. unsurlardan ötürü bildiğimizi sandığımız şey hep başka bir şeye karışarak bize gelmiş olur (empiricus'un örneğine göre aromatik bitkiler banyoda ve güneşli havada, yağmurlu havada olduğundan daha keskin bir koku yayar), bu yüzden biz hiçbir şeyi olduğu gibi kavrayamayız (aromatik bitkinin normalde nasıl olduğunu bilemeyiz), her şey bir şeye karışarak gelir, tıpkı küflü borudan akan suyun küflenmesi, lekelenmesi gibi, bize akan her bilgi de küflüdür, lekelidir. bilgiyi lekeleyen unsurlardan biri de zekâmızdır, başka deyişle muhakeme yetimizin saklı olduğu egemen mekân, bizi yöneten parçamız. o da şeyi bilmeye kalkıştığımızda, kendine has bazı şeyleri karıştırır ona ve böyle bilmeye kalkıştığımız şey kendi olmaktan çıkar, zekânın yetkinliğine göre biçim kazanır. empiricus'un "yargı ertelemesi" (assensum retinere) dediği şey de, genel olarak herhangi bir şeyin kendi niteliğine ilişkin yürüteceğimiz muhakemenin yani vereceğimiz kararın ertelemesidir, kuşkuculara göre, biz herhangi bir şeyin aslında ne olduğuna ilişkin nihaî kararımızı sonsuza dek ertelemeli ve "ben hiçbir tak bilmiyorum" demeliyiz.
sözün özü hegemonikon yani yönetici zihnimiz bile bilgilenmemiz yolunda bize set oluşturur, can sıkar kuşkuculara göre. oysa onların dogmatikler dediği, diğer bütün felsefe ekolleri her şey gibi hegemonikon'un da ne olduğunu ve bilgileri edinmemizde ne denli yararlı bir araç olduğunu bildiğini iddia eder. işte empiricus gibi kuşkucuları çıldırtan da budur, "bir taktan haberiniz yok oğlum, bildiğinizi sanıyorsunuz, oysa büyük olaylar dönüyor, hegemonikon bile hegemonikon değil aslında, bizler piyonuz, kandırılıyoruz şerefsiz dogmatikler, silkelenin pls" demeye getirir, tam diyemez ama getirir. biz de "fazla kafana takıyorsun ağbi, bu kadar takma, sana mı kaldı yamulanı düzeltmek? bırak o seni kaybettiği için üzülsün" der ve kuruyemiş tabaanı uzatırız. -
0
gel gel güzelim hiç acımayacak
"cereyan kegib, anlaşılabilirlik nerede?" diye düşünüyor insan ister istemez. kendisini desmond david humevari bir şekilde ilk tanıdığım diğer dünya ise, bilmemhangi amfiydi hatırlamıyorum, klagib filoloji neferliğimin esasına nergis ekmeye çabaladığı yerdi. ona göre "buraya" (çoğu kişi için "burası" sıradan ve hatta itilmesi gereken bir "orası"dır) gelen insanın bir kelimeyle, bir mefhumla sarhoş olması gerekiyordu. oysa yanılıyor, sarhoşu yanlış bir zaman noktasında, yanlış bir zeminde aramış oluyordu. zira örneğin "virtus"un peşine düşmüş olduğunu sananlar, akademide bilmemne amfisinde "valla ben o kelimeden çok etkilendim, ondan sonra klagib filolojiyi" seçtim diyemezlerdi; diyebildikleri vakit "virtus" onları esir alırdı. çünkü hakikatin peşine "buradan" hareketle düştüğünüzde, en küçüğünüzden en büyüğünüze sizi sarmalayacak en büyük tutkulu sarmaşık, histeriden başka bir şey değildir. bu histeri akademiyi sarıp sarmalamıştır, zaman ve yaşanmışlıkları geri almak mümkün mü? geri alabildiğini sanıyorsan, işte o zaman pencereden daha fazla bakmaya başlamışsın demektir, yanılıyor muyum hocam? papağan dili ve edebiyatı (klagib filoloji) ve macit gökberk bölümü (macit gökberk'in kitabıyla mezun olunan felsefe bölümü) mezunu öğrencilerin çoğunluğu histerik bir şekilde kendi kendisinin tersten sağlamasıdır. hele ki macit gökberk'in kitabıyla mezun olup "ben felsefeciyim" diye ortalıkta dolaşanların yüzde doksanı kant'ı almancasıyla okumayıp, descartes'ı tek bir mottoyla ananlar olduğundan onlardan bir de öğrencilerinin çoğunluğunu papağanların, beceriksiz aptalların, sukunetsiz, kifayetsiz muhterislerin oluşturduğu latince ve yunancanın ruhuna aykırı olup da salt üniversite mezunu olabilmek için beyazıt'ın yolunu tutan gerizekalılar sürüsüne katılıp seçmeli olarak latince ve yunanca dersleri almasını beklemek benim aptallığımken, faruk akyol hocanın çıkıp da benden beni "buraya" getirenin hangi "sacra verba" olduğunu açıklamamı istemesi yerden göğe kadar terstir. ben buraya niye geldim ki? bunu ben bilebilir miyim acaba, ben bunu bilsem bile dile getirebilir miyim? dile getirebilsem bile faruk akyol gibi aydın bir zihni tatmin edebilir miyim? haydi diyelim ben kendime özgü bir terbiyesizlikle aştım kendimi, koydum ortaya "virtus"umu, peki ya cicero'yu görse direk sanacak (elifi görse direk sanır!) felsefe özürlü felsefe bölümü öğrencilerinin bir cevabı olacak mı hocam? onları oraya getirenin idealler olmadığını herkes görüyor, en çok da faruk akyol görüyor, ama sadece görüyor. ama sormaktan da geri kalmıyor o büyük nefesiyle, "sizi buraya getiren ne?" bana kalırsa hoca hatalı bir soruyla başlıyordu, doğrusu şu olmalıydı: "sizi burada tutacak olan ne?" -
0
dun ucukuncu nesil bir yazarin gunlugunu okudum
sevgili günlük ;
proudhon'un meşhur "mülkiyet nedir?" (qu’est-ce que la propriété? ou recherche sur le principe du droit et du gouvernement) adlı yapıtında geçen bu ifade yeryüzündeki, herkese ait olduğu varsayılan mülklerin sahipliğinin, mülk sahibi olmayanları bir nevi yeryüzünden kovduğuna ilişkin tepkisel bir şiirselliği içinde barındırır. kağıt üzerinde mülkün sahibi olarak senin ismin görünüyorsa, senin dışındaki herkes o mülkten kovulmuş demektir. ifadedeki şiirsellik, kovulmuşların sesi olarak gizli öznenin "biz" (nos) olmasından kaynaklanıyor. "interdicti sumus" diyor yazar, yani "men edildik". peki, nelerden men edildik bu sahipliğin doğasından ötürü? terra'dan, aqua'dan, aer'den ve ignis'ten; yani sırasıyla topraktan, sudan, havadan ve ateşten.
mal sahipliğini sadece taşı taş üstüne kondurup yapılan evlere ya da binek bmw'lere yormayın. proudhon'a sorarsanız, mülk sahipliği mantığına uygun olarak mülk sahibi gerek fransız gerekse roma hukukundan aldığı destekle kendi toprağını iyi ya da kötü kullanma hakkına sahiptir. roma yasasında şöyle dile getiriliyor bu:
"ius utendi et abutendi re sua, quatenus iuris ratio patitur" yani yasanın mantığı (iuris ratio) elverdiğince, malın kullanım ve suistimal hakkı (ius utendi et abutendi) sahibin kendisindedir. o hâlde, bir kişi yeryüzünde herkesin eşit oranda sahip olarak doğduğu herhangi bir toprak parçasını çitle çevreleyip "burası benim" der ve mevcut yasalara göre o toprağı işlemez, hatta betonla örtüp kullanım-dışı kılabilir. bu hakkı kendinde bulduğu müddetçe, yeryüzünde eşitlik yoktur. proudhon'daki mülkiyet eleştirisini bu gözle okumak gerekiyor. buradaki eleştiri temelde iuris ratio'nun yani yasanın mantığının eşitlikçi olmamasıdır. benim gördüğüm ve anladığım kadarıyla, iuris ratio'nun da burada kabahati yoktur, çünkü o mevcut düzene şekil veren değil, mevcut düzene uyan bir yasa olarak belirmiştir. neden değil sonuçtur, gerekçe değil hükümdür. toprak da dahil olmak üzere birtakım yeryüzü parçalarının düzene tabi oluşu, insanların onlardan beklentileriyle alâkalıdır. insan onu dönüştüren ve işleyen canlı olarak, diğer insanlardan ayrı bir hüviyete bürünüp sahipliğini konuşturmak durumundadır; aksi hâlde kaostan düzeni, düzenden de kaosu çıkartamaz. bugün bilgisayarımda bu entiriyi girebiliyor olmamda bile, birilerinin bir toprağı çevirip ona sahip olmasının ve toprak ağalığından ötürü eşitler arasında imtiyaz sahibi kalmasının payı vardır. proudhon burada yazar olsaydı, benimle aynı görüşe sahip olmazdı. ama ben de onun devrinde yaşamış olsaydım, onunla kaave içmezdim, bunlar doğal alâkalar.
proudhon, başlıktaki ifadenin geçtiği yerde başkasının toprağında bulunan çeşmeden su içilmesinin yasak olmasını, başkasının mülküne izinsiz girmekle eş tutar. haklıdır. buradan hareketle ekşi sözlük'te, sahipleri dışında hak sahipliğini de başlıktaki gibi, bir şeylerden men edilme olarak görebiliriz. örneğin benim sözlüğün moderasyona has yönetiminde söz sahibi olmamam, benim idarenin iradesinden men edilmem anldıbına geliyor. bunu roma yasasına dönüştüreyim: "asperi dictionarii moderationis iure interdictus sum" sözlükteki herkes bu yasanın işlerliğini göz önünde tutarak daha fazla "sözlük bozuldu, erkek arkadaşımın birasını döktün ve şimdi gelecek" demesin. çünkü mülk sahipliği ile mülkü geliştirme hakkına ilişkin sahiplik aynı (idem) değerde değildir. aksi hâlde 4500 sene sonra yapacağımız jüpiter kolonizasyonunu unutun. düzen, bazılarının bazılarını rahatça düzebilmesini kolaylaştırmakla, yasalara bağlamakla meşgul olduğu müddetçe bazıları hem topaktan, hem sudan, hem havadan, hem de ateşten men edilecektir. bundan kaçmanın imkânı yok. proudhon bile toprak oldu. şimdi üzerinde beton yükseliyor.
gerçi bu anarşist bünyenin toprağı diğerlerinden ayırdığı da açık. şiirsellikten çıkıp, isyan bayrağını açabiliyor bunun için:
"güneş ışınlarına, melteme veya denizdeki dalgaların sahibi olabileceğini düşünen veyahut bu düşüncesini gerçekleştirebilecek olan varsa, haydi olsun bakalım! onun art-niyetliliğini görmezden gelebilirim ya da hoş karşılayabilirim: ancak herhangi biri, toprak üzerindeki zilyetlik hakkını mülkiyet hakkına genişletmeye kalkışırsa ona savaş açarım ve kıyasıya onunla mücadele ederim."
bu düşüncenin felsefî arka-planında elbette eşitlik dürtüsü var. ancak bu eşitliğin, yukarıdaki fantastik mizansene uygun olarak her daim geleceğe dönük bir ilerlemeci, gelişimci insanlık anlayışına köstek olduğunu da bilmek gerekiyor. bunu es geçersek, birtakım konformist çözümlerden ve uygulamalardan da vazgeçmek gerekecektir. bu, her ne kadar benim rasyonel dünyada en az bedelle en fazla mutluluk başlığında sergilediğim yaklaşıma tersmiş gibi görünse de, rasyonel ve realist çözümlemelerin gösterdiği ölçüde, vicdan ve eşitlik yitimi bütün ilerlemelerin, gelişimlerin doğrudan nedeni ve gerekçesidir. amerikalının ay'a ayak basmasında, kızılderililere hastalıklı battaniye dağıtmış olmanın doğrudan etkisi vardır. seneca roma'da herkesin her şekilde erişebileceği kara para verip görgüsüzlüğünü sergileyen zenginleri eleştirdiğini görüyoruz; ama bu gibi görgüsüzlükler olmasaydı, insanlık serbest ekonominin ya da çok-uluslu şirketleşmelerin bir göstergesi olarak, en nihayetinde bugün daha güdük hayallerin içinde debeleniyor olurdu. kolonizasyondan gelen para tatlı değil miydi? tamam proudhon fit aequalitas kazığını vampirin kalbine saplıyor saplamasına da, domates bahçesi hayalinden ötürü terk edilen sevgililere çare oluyor mu bu? hayır. aksine büyük markette ketçap, mayonez, hardal reyonu önünden geçip dondurulmuş gıdalar reyonuna vardığında el ele tutuşup akşama ne yiyeceklerini ayak-üstü cilveleşerek tartışan bir çift gördüğünde, bir tekmede yıkasın gelmiyor mu ketçap reyonunu?
hepimiz bir şeyler men edilmek için doğmuş gibiyiz. bin tane proudhon'u üst üste koy, bunu yine değiştiremezsin. sen ancak zihin terbiyesiyle, her şeyin sahibi olduğunu düşünebilirsin. yine ve yine: estne aliquid tibi te ipso pretiosus! -
0
beyler kid cudi nasıl okunuyor
klagib mekanik, nesnelerin konum ve momentumları bilgilerini kullanarak, çeşitli kuvvet alanları altında nasıl hareket etmeleri gerektiğini bulmaya çalışır. kökleri çok eskiye dayansa da başlangıcının newton'un principia'sı olduğunu kabul etmek yanlış olmaz. daha sonra euler, lagrange, jacobi, hamilton, poisson, maxwell, boltzman (i̇statiksel mekanik ve klagib elektromanyetik teoriyi de klagib mekaniğe katıyorum) gibi birçok ad tarafıdan çok çeşitli bakış açıları geliştirilmiş ve birçok alanda başarılı bir şekilde uygulanmıştır. klagib mekaniğin tamamlanmasını einstein'ın görelilik kuramları ile gerçekleştiğini söylemek yanlış olur. klagib mekanik çok başarılı olmasına karşın, 1800'lü yılların sonlarına doğru, siyah cisim ışıması, tayf çizgileri, fotoelelektrik etki gibi bir takım olayları açıklama da yetersiz kalmıştır. açıklamaların yanlışlığı bilim adamlarının yetersizliğinden değil aksine klagib mekaniğin yetersizliğinden kaynaklanıyordu. klagib mekanikteki sorunun ne olduğunu anlatmak aşırı teknik kaçacaktır, ancak en yalın halde klagib mekanik evreni sürekli olarak modelliyordu. bu modelleme yanlıştı çünkü üç konum ve üç momentumla tanımlanan parçacıklar, sonsuz sayıda paramtreyle tanımlanmanan alanlarla bir aradaydılar. eş dağılım("equipartition theorem") kuramınca sistemin enerjisinin denge durumunda sistem bileşenlerine eş biçimde dağılması gerekir. alanlar sonsuz bileşene sahip olduğundan bütün enerji alanlara kalır. (daha teknik daha doğru ifade, sistemin bütün özgürlük derecelerine eş olarak dağılır, alanlar sonsuz özgürülük derecesine sahip olduğu için bütün enerji alanlara akar.)
kuantum kuramı ise olayı bambaşka bir şekilde ele alır. parçacıklar artık doğrudan 3 konum ve 3 momentumla tanımlanmak yerine bir "dalga fonksiyonu" ile tanımlanırlar. bu dalga fonksiyonu parçacığın bütün bilgisini içinde barındırır ve dalga fonksiyonuna uygun "sorular" sorularak gerekli bilgi alınır. örneğin konum bilgisi için dalga fonksiyonuna "parçacık nerede?" sorusunu sorarsınız, o ise size parçacığın nerede soruyu sorduğunuz anda nerede olabileceğini söyler. buradaki kritik nokta olabilirliktir. bu, dalga fonksiyonunun bir de olasilik fonksiyonu olarak anilmasina neden olmaktadir. daha sonra, bu olasiliksal durumu bilincli olup olmama durumuna baglayan kopenhag yorumu ortaya atilmistir. matematik altyapısı yetersiz olanlar denklemleri görmezden gelebilirler - daha çok