• 12 / 13 / 13 entry
  • 0 başlık
  • 0.03 incipuan

tasslehoff burrfoot seksinci nesil normal

  • +1
    aşk var mıdır sizce gerçekten
    (bkz: aşkın tarifini yapabilir misiniz)
    ···
  • +1
    geceleri uyumaz gündüz uyur
    işsizlikten de kaynaklanabilir bu ,gün içinde diger insanların yaşayışları, okula, işe, spora, eğlenmeye gittiklerini görüyor olmak batar bu işsiz bünyeye, kendisi de bunlardan biri olmadıgı için. sanki bütün dünya bir yere yolalıyordur. fakat kendisi yerinde sayıyodur bu kişinin. bu yüzden gündüzleri uyur, geceleri ise yalnızdır daha çok. kendisinden başka bütün dünya uyuyor hissi verir. görmek istemedigi, görmezden geldigi kişiler uykudadır, fakat kendisi yaşıyordur o an hayatı.

    http://www.youtube.com/watch?v=g-xs1w1eHPo

    Mesela geceleri ruh halimin özeti;

    "Köpek balığını kovalayan çılgın hamsi yavrusu"

    herneyse...
    ···
  • +1
    bi kızdan beklentiniz ne lan
    1-Vefalı, dürüst ve zor günlerde benimle olduğunu hissettirebilmeli.

    2-Dinlemeyi bilsin en başta... (bir çok kadın dinlemiyor kafasında kurduğuna inanıyor dolayısıyla da anlamıyor) dinlersek birbirimizi büyük ölçüde ilişki ömrü uzayacaktır.

    3-Yalan söylemesin her ne olursa olsun delikanlı olsun.

    4-beni çok iyi tanısın düşüncelerimi, hayata bakışımı, değer yargılarımı çok iyi bilsin anlamaya çalışsın (aynı şekilde bende onu) eğer bunları bilirsek empati kolay olur oda yargılamanın azalacağına işaret olur... ilişki ömrü uzar...

    5-ev işleri yok elbise yıkamak, ütülemek,yemek yapmak bunlar sadece kadının görevi değildir bunları beraberce yapabiliriz sıkıntı yok..

    6-kazanılabilen hiç bişey aramıyorum önemsiz şeyler çünkü (eğitim, okul,sertifika, yabancı dil, işi gücü, konumu v.s..)

    7-ben ve de o gözlerimizi kapattığımızda güvenle birbirimizin yanında uykuya dalabiliyorsak biz zaten eş olmuşuzdur artık, nikaha şahide v.s. gerek yoktur...

    bu kadar başkada bi istek yok... gerçi haddimize değil ama bunlar sorulduğu zaman bunlardır...

    not:bu yazdıklarım ciddi bir ilişki için aslında evlilikte diyebiliriz
    ···
  • +1
    bilgi doğru sorular sorarak ortaya çıkar mı
    Doğru bilginin olanaksızlığı, doğru olarak düşünülen bilgilerden şüphe etmek yani şüpheci bir tavır içinde olmak ilkçağ filozoflarının bir kısmını doğru bilgiye ulaşılmayacağı savunduğu görülür.

    Mesela örnek verecek olursak sofizm ile septizim (aşırı süphecilik) bu durumda her zaman doğru soruları sorsan dahi bilginin doğru olup olmadığı hakkında şu iki durum karşına çıkabilir.
    ···
  • +1
    huzur isteyen panpalarım
    buda benden olsun mu ?

    http://www.youtube.com/watch?v=1vrEljMfXYo
    ···
  • 0
    çok korkuyorum gözlerim doluyor
    @12 Valla senin durum biraz nasıl desem cok ince bir cizgi üzerinde ilişkin yıllar sonra mutlu olabilmek için tüm engelleri aşmızsın ama yanlış anlaşılmaktan korkuyorsun gibi kıza karşı.Ama bu tür sorunlar aşılır zaman ve sabırla tabii birlikte anlayış çercevesiyle çözülebilecek ayrıntılar çok fazla üzerine gitme kızın nefes alsın biraz senin için sorun yokmuş gibi davran bir süre ama kontrol sende olsun her zaman.
    ···
  • 0
    sık sık mezarlık ziyareti yapıyorum sorunum ne
    her ziyaretin tüm hayatı, kaderi, ölümü sorgulamaya çalışman olabilir mi ?
    ···
  • 0
    çok korkuyorum gözlerim doluyor
    @8 işte bende o taku yiyenlerdenim.
    ···
  • 0
    çok saçma cümleler kuruyorum
    Gramer eğitimlerine bak dostum
    ···
  • +1
    çok korkuyorum gözlerim doluyor
    çoğu insanın hayatı bu döngü içerisinde yaşanır dostum sürekli aynı seyleri yaşamak insanı boğar tükenirsin, üzüntü dalgaları yavaş yavaş gelir nefes alamaz, şans eseri yine almaya başlar tekrar tekrar devam eder bu süreç ya biri seni çeker alır acile zütürür ya da kendi kanınla boğulursun.

    Benim sana tavsiyem kendi yaşdıbını bile bie başkalarına emanet etme.
    ···
  • 0
    klavye başında atatürk e hakaret edenler
    Her insan gibi Atatürk'te bazı hatalar yapmıştır.(veya yaptırılmıştır) Atatürk'ün o kadar düşmanı arasında her şeyi mükemmel yapabilmesi zaten olanaksızdır. ama Atatürk'ü eleştiren insanlar eleştiri dozunu aşıp hakaret ederek olayı tahrik etmeye getirdiği için olay çıkmaktadır. Sonra Mustafa Kemal'e tapıyorlar de sen.. derdini anlatma diyen yok sana ama saygı kurallarını aşmadan anlat kendini ve eleştirdiğin insanın normal bir kişi olmadığını hatırla daha dikkatli ol, eleştirdiğin kişi milyonlarca kişinin kahramanı bu ülkenin lideri.. klavye başından veya değil, Atatürk'e hakaret edenler şerefsizdir bu kadar!
    ···
  • 0
    ölüm diyince şimdi
    Hani o anı zaten konduramam ya kendime... Ne var ? Sen kondurabiliyor musun?.. Hissedeceğim şeyler ya da aslında teknik olarak hissedemeyeceğim şeyler pek gelmiyor aklıma. Benim aklımı kurcalayan genelde sonrası oluyor. Zira kendisi pek hoş değil. 3 kez tanık oldum ; pek sevemedim,pek tat vermedi bana.

    Bir tanesi ben küçük ve pek de çekilir türden olmayan, hayli yaramaz bir çocukken, nadiren gittiğimiz Sinop'ta,geceleri bana hadi yat gari diyip mizahi ikna becerisini konuşturan anneannemin ölümüydü. Sevdiğiniz birinin ölüm haberini telefonda almak kadar berbat çok az şey vardır bu dünyada. 800 kilometre öteden gelen ve rengi pek de iç açıcı olmayan bir haberi,bir ankesörlü telefonda almak, vücudunuzdaki tüm kanın bir anda nereye gideceğini bilememesi ama kollarınızı ve bacaklarınızı terketmekte kararlı olması, onlara söz geçirememeniz, gittikçe bulanıklaşan ve ayağınızın altından kayıp giden mekan, anldıbını kaybeden nesneler, kavramlar...

    Onca yolu tepip gittiğinizde ise ona dair yapabildiğiniz tek şeyin: mezarına atılacak olan ilk toprak konusunda size bahşedilmiş olan şerefin mağrurluğunu yaşamak olmasıdır, hüzün kelimesinin bendeki anlamı. Aslında bu kelimeyi bayağı bir tanımlayabilirim. Ama şimdilik bu hakkımı saklı tutuyorum.

    Üçüncü tecrübem eşinin ölümüne dayanamayıp, anneannemden tam 8 ay sonra ölen dedemdi. Kahrolmuştu zaten. Bu hiç hoş olmamıştı. Aylarca da kimseyle konuşmadığı söylenirdi. Gözler önünde erimek diye bilinen o deyim anldıbını bulmuştu işte. iyi de tak yemişti.

    Sanırım birinin ölmesinin en kötü tarafı, biraz bencilce de olsa geride kalanlar.. Biraz bencilce de olabilir evet tek çocuklar bencil yetişir biraz. Ama onlarınki de paylaşmaya hazır, merhametli bir bencilliktir sanki. Hani biraz da mecburiyetten bencil gibi.

    Yok yok saymayı unutmadım. Biliyorum 2. ve 3. den bahsettim. 1.yi sona bırakayım dedim.

    ilk tecrübem biraz fazla ağırdı.

    8 yaşıma dair hatırladığım tek bir şey var: Cerrahpaşa Hastanesi'nin asansörleri ve kuvez odası. Asansörün kapısının açılması ve hemen karşıda, içinde sıra sıra cam bölmelerde tutulan bebeklerin olduğu o lanet olası beyaz oda. Kardeşim yeni doğmuştu ve yoğun bakımdaydı. Bense yoğun bakımın ne demek olduğunu bile bilmiyordum. 1 kez kucağıma alıp sevebilmiştim. Sevgi biraz da böyle bir şey galiba. Dokunmak, hissetmek istiyor. Dokunmadın mı ekgib kalıyor bir şeyler. Bir daha dokunamadım. Bir daha Cerrahpaşa'ya da gitmedim. Sonra yoğun bakımın anldıbını falan da öğrendim. Pek hoş bir anlamı yokmuş, onu anladım..

    Ölüme dair yıllar sonra fark ettiğim ve hiç hoş olmayan bir başka şeyse, kim olursa olsun toprağın altına bakterilere yem niyetine bırakıp, eve döndüğünüzde acıkmaya, susamaya devam etmeniz. Hüzün kelimesinin de tam olarak anldıbını bulduğu yer budur sanırım. Hayat duracak sanıyorsunuz, acıktığınızı kendinize bile inkar ediyorsunuz ya hani. işte o an insan acziyetinin ve çaresizliğinin; hatta komedyasının doruk noktasıdır. Neye karşı acziyet? Ben bir yaratıcının olduğuna inanıyorum. Sen de orayı istediğin gibi doldur. Gülsen yeridir o an, ama perdeler henüz kapanmamıştır ve seyirci tragedya izlemek istemektedir...

    Cennet kavramıyla da her daim problemim oldu benim. Ya Tanrı mecaz anlam seven, mizahtan anlayan bir Tanrıysa? Ya o açık büfe anlatılan cennet aslında düşündüğümüz gibi değilse? Hurisinde filan değilim inan. Anlatılan cennet, insan doğasına uygun bir şey değil,ben ordayım daha çok. Hiç bir şey yapmadan her istediğine sahip olma fikri başta eğlenceli, kabul. Ama aslında hiç hoş değil ki bu. insan böyle bir şey değil çünkü. insan, gerçekliklerini çoğu kez hüzün temelleri üzerine oturtan, çabalamayı,savaşmayı, mücadele etmeyi seven ve bunların sonucunda elde ettikleriyle de kısa süreliğine mutlu olup sonra daha fazlasını isteyen ve yine uğrunda savaşan bir doğaya sahip ama vaadedilen topraklarda sonsuz ömründe yapman gereken tek şey dilemen ve olması. Ben bu fikri pek sevemedim. Gerçi cehennem fikri de pek hoş değil hani.. Hele beyaz tenliler için falan.. Neyse..

    O değil de; ölüme dair en ağır şey: o olmadan yaşayamam dediğin insanları bile; karanlıkta içinde gezmeye korktuğun o mezarlıkta işte yeni evin burasıdır diyip bıraktıktan sonra o olmadan da yaşayabildiğini farketmek var ya hani..Ya bırak ağır konuşacağım şimdi. Zaten seni hep seveceğim gibi bir cümleyi duymaktansa seni şu anda çok seviyorum gibi bir cümleyi duymak daha bir hoşuma gitmiştir.

    Her şey bir yana, bir son olmalı. Yaşamayı çok seviyor olsan da olmalı. Sonsuzluk korkutucu bir ölçü birimi... Gri de güzel bir renk...
    ···
  • +1
    aşkın tarifini yapabilir misiniz
    Dünyanın en dandik, en telmaşa şiirini hatta ne şiiri, gayet dörtlüğünü yazıp beğendirebildiğin bir sevdiceğin varsa o sana aşıktır.

    Sevdiceğin, bu şiiri hatta ne şiiri gayet dörtlüğü, durup dururken sana yazdırabiliyorsa sen de ona aşıksındır.

    Burdan yola çıkarak hiç bir yere uğramadan şöyle bir tanımlama getirebilirim duruma: Dünyanın en büyük yazarlarını okuyan biri olarak, dünyanın en büyük yazarlarını okuyan birine, dünyanın en taktan, dünyanın en edebi kaygıları olmayan şiirini beğendirebilmektir aşk.

    Zaten aşık adamın da edebi kaygısı yoktur genelde. Edebi olmayan bir kaygısı da yoktur gerçi çoğu zaman. Hatta aşkla ilgili yazılan, çizilen şeylere bakma ihtiyacı hissettiğim zamanlarda farkettiğim bir gerçek şudur ki: yazılanlar genelde mutluyken yazılmıyor. Mutluyken sadece yaşıyor insan. Sorgulamıyor. Tıpkı, çalıştığı sürece banyodaki musluğun nasıl çalıştığını, sistematiğini, iç dizaynını, lavabo altı bağlantılarını sorgulamadığı gibi. Ne zaman ki bozuluyor musluk, alıyor eline 13-14ü. Buna rağmen, profesyonel bir tesisatçı soğukkanlılığıyla da yaklaşamıyor duruma. Çoğu kez patlıyor musluk. Üstü başı su oluyor. Üstü başı aşk oluyor. Üstü başı hüzün...

    Bir saniye.

    Bu yazının, bu durumun aksini ispatlar nitelikte olması gerekiyordu. Çünkü bir yandan, mutluyken yazmıyoruz diye hayıflanırken, bir yandan, mutluyken yazmaya karar vermiştim. Ama hüznü seviyoruz. Her türlüsünü. Yanındayken bile özlemek ne hastalıklı geliyor insana başta. Ya da senin yokluğunda sürünsün, gebersin, mutluluk nedir bilmesin, mutluluğu yolda görse tanımasın istemek. Bu yönüyle de tek çocuk bencilliğinde bir şey sanki. Bülent Ersoy, Beddua adlı şarkısında açıkça gönül yaraların deva bulmasın, benden başkasını seversen eğer demiyor muydu?

    Peki kabul, pek romantik olmadı böyle şeylerden bahsederken yazıda Bülent Ersoy adını geçirip, Beddua gibi bir şarkıyı referans göstermek. Hem kaç kişi kaldık ki şu dünya üzerinde ara sıra Bülent Ersoy dinleyebilen?...

    Hatta Ulan tam oluyordu naaptın!! dedi sağ omuz meleğim kızgın bakışlarla bana aşağıdan aşağıdan bakarken. Nedense rengi kırmızı. Sanırım farkındalık yaratmaya çalışıyor bu renkle. Fırsatını bulduğunda da argo kelimeler kullanıp beni sağlam şekilde azarlıyor kırmızı. Ve yine o anlardan birindeyiz. Ettiği ağır lafları bu platforma taşımamakta şu an için kararlıyım.

    Tam oldu oluyor derken elime yüzüme bulaşıyor bazen romantizm. Sanki, annesinin yaptığı pastadan gizli gizli yemeye çalışırken, burnuna çikolata sürülmüş çocuk yalancılığında hayır ya ben yemedim!! diyorum; Pastadan yine mi yedin çocuk? Şişman olursun sonra.. diyen eli belinde anneciğe.. .

    Ben kendimi bildim bileli uzun boylu olmuşumdur. Bu sayede başıma gelen eğlenceli şeyler daha ilkokulda başladı. 1. sınıfa başlayacaktım. Annem beni okul bahçesine bırakıp geri döndüğünde ben de sınıfımı bulmaya çalışıyordum ki biraz geç kalmıştım ve bu yüzden sıra olan öğrenciler sınıflarına girmişlerdi. Zaten sınıf kelimesinin anldıbını da öğreneli çok olmamıştı. Ortalıkta mal mal dolaştığımı gören bir görevli beni kolumdan tuttuğu gibi 5-A sınıfına zütürmüş, beni teoride zütürürken ama pratikte bariz bir şekilde sürüklerken de bu saat oldu hala sınıfına girmemişsin, yürü sınıfına demişti. Bense ama ben 1. sınıfım demek için fazlasıyla sinmiş haldeydim sanırım. Diyememiştim ve öğretmen benim aslında bir 1. sınıf öğrencisi olduğumu Türkçe dersinde cümlenin öğelerini anlatırken fark etmişti. Hadi bakalım bu cümlenin öğeleri nelerdir? sorusu karşısında takındığım hüzünlü ve mahzun tavır, bir ilkokul öğretmeni olmak için fazlasıyla sabırsız ve sinirli olan Kemal öğretmeni hayli işkillendirmişti. Bana cümlenin öğeleri soruluyordu ama ben ait olduğum yerde Ali'nin gittiği yerlerle, Oya'nın attığı toplarla, Işık'ın içtiği ılık sütün litre fiyatıyla ilgileniyor olmalıydım. Sonra diyebildim. Gururla söyledim. 1. sınıftım ben. Gidip Türkçe dersinde çizgili küçük boy defterime spiraller karalamalıydım spiralin ne olduğunu bilmememi hiç umursamadan. Ve sonra ait olduğum yere, herkesin nedenini anlamadığım bir şekilde ağladığı yere, 1-A ya gönderilmiştim. Nedense sakin ve soğukkanlı olmasam da en azından sakin ve soğukkanlı görünümlü biri olmuşumdur.

    Uzun boyumun bana yaşattığı gariplikler sonra da devam etti. Orta okulun son sınıfında okul kıyafetleri yine üstüme olmuyordu. Zaten 5. sınıfta da önlük bulmakta epey zorlanmıştı ailem. Aile ikinci bir kıyafet krizini kaldıramazdı. Kaldırmadı. Orta okul 3. sınıfta lise kıyafetleri giymeye başladım. Lisede ise artık okul üniforması renklerinde muhtelif takım elbiseler alınıyordu bana. Üstüm başım toplama bilgisayar gibiydi. Zaten uzun ve çelimsiz biriyken, yani orta okul 2. sınıfa kadar olan dönemden bahsediyorum, iki lakabım vardı: uzun ve sırık. Olimpiyalarda sırıkla atlama izleyemiyordum o zamanlar. Çelimsiz sinirlerim bozuluyordu. Fakat sonra bunu dert etmemeye başladım. Daha doğrusu orta 3 ten sonra insanlar bana adım dışında hiçbirşeyle seslenmemeye başladı. Sonra anladım uzun boylu ve buna ek olarak yapılı olmanın ne güzel bir şey olduğunu. Bir daha lakabım olmadı.

    Uzunum diyorsam çok da değil hani. Abartılacak bir yanı yok. Hatta ben uzun değilim, insanlar benim yanımda biraz kısa kalıyor. Onlar da kısa değil yanlış anlaşılmasın.

    Peki tüm bu uzun boy mevzuunun konumuz olan aşk ile ne gibi bir alakası var?

    Şöyle:

    Normal sınırlarda boy ölçüsüne sahip olan insanlar yolda yürürken nasıl bir görüş açısına sahip oluyor bilmiyorum ama ben yürürken önümdeki insanların çok büyük bir çoğunluğunun kafasının üstünü görerek yürüyorum. Yolda yürürken nerdeyse herkesin kafasının üstünü görmek, hangisinin kafasının tepesinde açılmalar olduğunu fark etmek ve hatta hangisinin kaç yaşında kel kalabileceğine dair tahminler yürütmek eğlenceli bir şey. Bu, insana fazladan bir ego da katıyor. insan kendini büyük hissediyor. Uzun hissediyor. Ama;

    Kendimi çok küçük, çok kısa hissettiğim tek bir an varsa işte o da sevdiceğimin yanımda olduğu andır.

    Ve uzun boylu bir adam olarak küçük hissetmek yalnızca olağanüstü durumlarda hoşuma gidebilecek bir şeydir.
    ···