0
Varoluş felsefesi, çağımızın en önemli iki felsefesinden biridir; Marxcılık’la birlikte hemen hemen bütün çağdaş düşünce oluşumlarının dokusuna katılmıştır. Marxcılık ve varoluşçuluk, bir çırpıda kavranamayacak, kısa süreli çabalarla öğrenilemeyecek kadar geniş ve çeşitli felsefe çalışmalarını içerir. Eskiden bir felsefe genellikle bir kişinin, bazen de başlıca kişisinin adıyla anılan bir okulun ürünü olurdu. Çağımızda kültürün ileri derecede yaygınlaşması, felsefeleri kucaklanması güç genişliklere ulaştırıyor. Marks'çılık dediğimiz zaman aklımıza bir bakıma birbirini tümleyen, bir bakıma birbirinden ayrı düşen birçok fılozof geliyor. Varoluşçuluk dediğimiz zaman da.
Geniş uzanımlı olsun dar uzanımlı olsun, biz bir felsefeyi ancak öncüleriyle ve yan yana yaşadığı felsefelerle kavrayabiliriz. Ayrıca ona anldıbını kazandıran toplumsal koşullan da göz ününde bulundurmamız gerekir. Bir felsefe soyut ve yalıtık bir yapı olarak ele alındığı zaman bir hikmetler toplamı olarak görünür, oysa bağlantıları içinde ele alındığı zaman bir çağın duygularını ve düşüncelerini içeren etkin bir yapı olarak görünür. Bir felsefeyi doğal konumu içinde, yani felsefe denilen o büyük düşünce denizinin bir parçası olarak değerlendiremediğimiz zaman açıklamalarımız havada kalır, tutarlı bir yoruma ulaşamayız.
KAYNAKLARI
Yeniçağ'ın ilk büyük filozofu olan Descartes'ın (1596 - 1650) matematik yönteme dayanan, doğru bilgiye ulaşma yolunda olumlu kuşkuculuğu şaşmaz bir tutum olarak koyan, en önemlisi de her zaman kesin bilgiye varmayı amaçlayan akılcı felsefesi, felsefe tarihinin en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmişti. Bilimlere, bilimsel düşünceye büyük önem veren XVIII. ve XIX. yüzyıl fılozofları Descartes' ın kalıtımından bol bol yararlanarak, felsefede olumlu düşünceyi egemen kılmaya çalıştılar genellikle.
Bu yönde birkaç büyük felsefe anlayışı gelişti. Bunlardan biri, metafiziğe karşı olumlu düşünceyi koyan Auguste Comte'un ( 1798 - 1857) olumculuğu(olguculuk-pozitivizm), öbürü Kant'ın (1724-1804) eleştirici akılcılığı, bir başkası sonsuz ruh'un hiç bir akıldışı öge barındırmadığını bildiren ve "Gerçek olan her şey akılsaldır" diyen Hegel'in (1770-1831) ülkücülüğü, biri de bilgi anlayışında Hegelcilik’ten yola çıkan ve ancak bilimle ortaya konabilecek olan doğa gerekirliliğiyle açıklayan Marx (1818-1883) felsefesiydi.
Felsefede aklın ve olumlu düşüncenin kazandığı bu önem, XIX. yüzyıl sonlarında sarsılmaya başladı. Akılcı düşüncenin geleneksel toprağı Fransa bile, öznelci bir tutum alma yolunu tuttu. Bunda, her şeyden önce, pgibolojinin bir bilim olarak kurulmaya başlamasının etkilerini aramak doğru olur. Daha önceleri birçok bilgi alanı gibi pgiboloji de felsefenin bir dalıydı ve zihnin etkinliklerini incelemekle sınırlanıyordu. XIX. yüzyıl başlarında Wundt (1832-1920) pgibolojiyi bir bilim haline getirdi ve Leipzig'de bir pgitakoloji enstitüsü kurdu (1879). Bu yeni bilimin ortaya koyduğu şaşırtıcı sonuçlar felsefeyi hızla etkiledi ve onu öznelciliğin düzeyine doğru çekti.
Felsefenin öznelci düzeye yerleşmesinin başlıca etkilerinden biri de, XIX. yüzyıl sonları Avrupa'sında , toplum düzeninin yeni patlamalar getirecek biçimde karışmış olmasıdır. Yüzyıllar boyunca siyasî birliğini kuramamış Fransız kültürünün başarılı ürünleri karşısında bir çeşit aşağılık duygusuna kapılmış olan Almanya yavaş yavaş kendini toparlıyor ve gücünü kendi dışına benimsetme yoluna giriyordu. Bunalımlı Alman toplumu (bu bunalım bu toplumun sanatında ' ve felsefesinde büyük ölçüde yansır) giderek bütün Avrupa'yı bunalıma sürükleyecek, bu genel bunalım iki dünya savaşında cisimleşecek, Sömürgeciliğin bütün olanaklarından yararlanmış ve burjuva kültürünün en güzel örneklerini vermiş olan Avrupalılar bugün bile etkilerini sürdüren bir karmaşanın yıkıcı koşullarıyla sarsıntıya düşmüşlerdir. Avrupa toplumunun düştüğü incinlık ve kargaşa, bu incinlık ve kargaşanın yarattığı hastalıklı duygu ve düşünceler, bu duygu ve düşüncelerin yarattığı, biçimlediği dünya görüşü, ileride varoluşçu felsefeye kaynaklık edecek olan öznelci dünya görüşü, XIX. yüzyıl felsefesinin iki önemli kişisinde, Friedrich Nietzsche ( 1844 - 1941) ve Henri Bergson'da ( 1859-1941 ) en güzel anlatımını buldu.
Nietzsche:
Yapıtlarında bir filozof tutarlılığından çok bir şair çoşkululuğunu dile getiren Nietzsche, alışılagelmiş bir filozof tutumunun tümüyle dışına çıkarak, sistemciliği tümüyle boşvererek, insanın varoluşsal sorunlarıyla, bu dünyada yaşayan insanın sorunlarıyla, insanın bu dünyayla ilişkileri içinde ortaya çıkan sorunlarıyla ilgilendi. O, karamsar ve değertanımaz bir tutum içinde, çağdaş toplumun tüm değerlerini, Hıristiyanlığı, demokrasiyi, toplumculuğu yadsıyor, buna karşılık "güç istemi" kavrdıbını öne sürüyordu. Ona göre her insan kendi değerini yaratmalıdır. insan, varoluşunun gerektirdiği şeyi gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Nietzsche, bu görüşleriyle, insanı varoluşsal yapısı içinde ele alışıyla bir varoluş filozofu olarak görünür. Ancak felsefesini temellendirmemiş oluşu, felsefesini bölük pörçük ve şairce ortaya koyuşu, insanı tüm varoluşsal sorunlarıyla ele alıp işlememiş oluşu onu varoluş felsefesinin bir öncüsü, öncüsü bile değil, bir bildiricisi saymamıza olanak verir ancak.
Emile Boutroux
Tümünü Göster