0
Gizleri: kilitli çekmecesinde misk kokuları yayan kuş teleğinden yapılmış eski yelpazeler, püsküllü danskuponları, kehribar boncuklardan bir takı. Genç bir kızken evinin güneş gören penceresine astığı bir kuş kafesi. Kızlığında gittiği Müthiş Türko’nun pantomiminde emektar Royce’u dinlemiş de, adam şu şarkıyı söylerken, herkesle birlikte gülmüş:
Benim, görünmezliğin
Tadını çıkaran
O civan.
Düşsel bir cümbüş, kayboldu gözden: Miskkokulu.
içine dert olmasın.
Oyuncaklarıyla birlikte, evrenin belleğindeki yerine kaldırıldı. Anılar, Stephen’ın tasalı beynini kuşattı. Annesi kutsal ekmeği aldıktan sonra, mutfaktaki musluktan ona getirdiği bir bardak su. Karanlık bir sonbahar akşamı ocağın çıkıntısında annesine pişirdiği, ortası oyularak esmer şekerle doldurulmuş elma. Çocukların gömleklerindeki bitleri ezerken kanlanarak kıpkırmızı olmuş mevzun tırnakları.
Bir rüyada, annesi sessizce gelmişti ona, balmumuyla pelesenkağacı kokusu yayan erimiş bedeni kahverengi kefeninin içinde, Stephen’ın üzerine put gibi, bilinemez sözcükler dolu, biraz ıslanmış kül kokulu, eğilmişti.
Annemin camlaşan gözlerindeki bakış, ölümün derinliklerinden, beni sarsmak ve ruhumu imana getirmek için. Yalnızca benim üzerimde. Hayaletinin elindeki mum hayalifener yüzündeki hayal kırıklığını ışıtan. Kıygın yüzünde yalgınımsı ışıma. Herkes dizlerinin üzerinde dua ederken boğuk, derin soluğu yılgıyla hırıldamakta. Gözleri üzerimde, beni dize getirmek için. Liliata rutilantium te confessorum turma circumdet: lubilantium te virginum chorus excipiat.
Gulyabani! Ölüler yamyamı!
Bırak, anne. Karışma bana, bu hayat benim.
-Kinch, heeyt!
Buck Mulligan’ın sesi kulenin içinde yankılandı. Merdiven boşluğunda yaklaşıp bir daha ünledi. Ruhundaki hıçkırmalarından hala ürperen Stephen, ardına ılıkça vuran güneş ışığı havadaki sevecen sözcükleri dinledi.
-Dedalus, in aşağı, paşa paşa. Kahvaltı hazır. Haines, dün gece bizi uyandırdığı için özür diliyor. Mesele kalmadı.
-Geliyorum, dedi Stephen, dönüp.
-Haydi Allah aşkına, dedi Buck Mulligan. Benim aşkıma ve hepimizin aşkına.
Başı kayboluverdi, sonra gene belirdi.
-irlanda sanatıyla ilgili simgeni ona anlattım. Çok akıllıca buldu. Ondan bir kayme kopar, tamam mı? Yani bir gine.
-Daha bu sabah aldım paramı, dedi Stephen.
-Okul aylığını mı? Dedi Buck Mulligan. Ne kadar? Dört papel mi? Birini bize tosla.
-Verdim gitti, dedi Stephen.
-Dört ingiliz lirası, diye sevinçle bağırdı Buck Mulligan. Öyle görkemli bir içki alemi yapacağız ki, eski Kelt büyücülerinin aklı duracak. Dört kadirimutlak ingiliz lirası.
Buck Mulligan ellerini havaya kaldırarak taş basamaklardan aşağıya doğru zıplaya zıplaya inerken Londralı ağzıyla bir türkü tutturdu:
-Oh, çok neşelenicez
viski, bira, şarap içicez,
taç giyme töreninde
taç giyme töreninde
oh, çok neşelenicez
taç giyme töreninde.
Güneşin ılık ışınları denizin üzerinde neşeli. Korkulukta unutulan nikel tıraş tası parıldıyor. Onu ne diye alıp aşağıya zütürecek mişim? Ya da bütün gün orada bırakacak, unutulan dostluk?
Stephen tasa doğru ilerledi, serinliğini duyumsayarak, fırçanın yapışıp kaldığı sabun köpüğünün sıvaşık salyamsı kokusunu alarak bir süre elinde tuttu. işte, Clongowes’ta buhurdanı taşıyan bendim. Şimdiyse bir başkasıyım ama gene de aynı kimseyim. Üstelik bir hizmetli. Bir hizmetçinin bendesi.
Kulenin kasvetli, kubbeli salonunda Buck Mulligan’ın ropdöşambrlı silueti, parlak sarılığını bir gizleye bir aça, ocağın çevresinde kıpır kıpır deviniyordu. Yumuşak gün ışığından iki mızrak yüksek gözleme kulesindeki deliklerden, taş zemine uzanmaktaydı: Huzmelerin birleştiği yerde bir kömür dumanı ve yanmış yağ buhurları bulutu döne döne uçuşmaktaydı.
-Boğulacağız, dedi Buck Mulligan. Haines, şu kapıyı açar mısın?
Stephen tıraş tasını dolabın üzerine bıraktı. Uzun boylu biri, oturduğu hamaktan kalktı, antreye giderek iç kapıları açtı.
-Anahtar sende mi? Diye sordu bir ses.
-Dedalus’ta, dedi Buck Mulligan. Boğulucam, billahi!
Gözlerini ocaktan ayırmaksızın ürüdü:
-Kinch!
-Anahtar kilitte, dedi Stephen, az öne ilerleyip.
Anahtar sertçe gıcırdayarak iki kez döndü; alamet kapı iyice açılınca, içerisi, ışık ve temiz havayla neşelendi. Haines kapının eşiğinde durmakta, dışarıya bakmaktaydı. Stephen, dikine duran valizini masaya sürükleyip üzerine oturdu ve bekledi. Buck Mulligan, pişirdiği yumurtaları yanındaki servis tabağına boca etti. Sonra, tabakla büyük bir çaydanlığı masaya zütürerek, üzerine küttedek bıraktı, rahatlamışçasına göğüs geçirdi.
-Eriyorum, dedi, mumun dediği gibi ne zaman ki… Ama susss! Bu konuda bir kelime dahi yok. Kinch, uyuma. Ekmek, tereyağı bal. Haines gelsene. Kayıntı hazır. Ey Tanrım, kutsa bizi, bu nimetlerini de. Şeker nerde? Vay namussuz, süt kalmamış.
Stephen dolaptan ekmeği, bal kavanozunu ve tereyağı kabını getirdi. Buck Mulligan, birden nevri dönmüş, oturuyordu.
-Bu ne halttır? Dedi. Saat sekizde damlamasını söylemiştim kadına.
-Sütsüz içeriz biz de, dedi Stephen. Dolapta bir limon var.
-Hay sana da, Paris züppeliklerine de, dedi Buck Mulligan. Ben Sandycove sütünü isterim.
Haines antreden geldi, sakin sakin dedi ki:
-Sütçü kadın buraya çıkıyor.
-Allah ne muradın varsa versin, diye haykırdı Buck Mulligan, oturduğu yerden zıplayarak. Otursana. Koy çayını şurdan. Şeker torbada. Buyur, bu deyyus yumurtalarla uğraşmaya niyetim yok. Mulligan, servis tabağındaki yumurtaları üçe ayırıp üç tabağa boca etti, bir yandan da okudu:
-In nomine Patris et Filii et Spiritus Sancti.
Haines, çay koymak için oturdu.
-Size ikişer şeker veriyorum, dedi. Ama vallahi, Mulligan, senin yaptığın çay da çok koyu oluyor hani.
Buck Mulligan, somundan kalın dilimler keserek, yaşlı bir kadının tatlıdilliliğini andıran bir sesle dedi ki:
-Yaşlı Grogan ananın dediği gibi, ben çay yaparsam çay yaparım, çiş yaparsam da çiş yaparım.
-Vay canına, çay bu işte, dedi Haines.
Buck Mulligan kesmesini ve yaşlı kadın öykünmesini sürdürdü:
-işte böyle, Bayan Cahill, diyor kadıncağız. Bayan Cahill diyor ki, Allah rızası için Baayan, ikisini de aynı kabın içine yapmayın da.
Mulligan, bıçağına geçirdiği kalın birer dilim ekmeği sofra arkadaşlarına sırayla uzattı.
-Haines, senin kitabın için en ala eşhas, dedi son kerte içten. Dundrum yerlilerine ve balıktanrılarına dair beş satırlık bir metinle on sayfalık bir not. Büyük fırtına yılında kader tanrıçalarınca basılmıştır.
Sonra, Stephen’a döndü ve kaşlarını kaldırarak pek meraklı bir sesle sordu:
-Hatırlıyor musun dostum, Grogan ananın çay ve çiş kabı Mabinogion’da mı yoksa Upanişadlarda mıydı?
-Sanmıyorum, dedi Stephen ağırbaşlı.
-Sahi mi? Diye sordu Buck Mulligan aynı ses tonuyla. Gerekçelerin nedir, söyle ne olursun!
-Kanımca, dedi Stephen bir yandan yiyerek, Mabinogion’un içinde de dışında da yoktu bu. Grogan ana, olsa olsa, Mary Ann’in bir hısmıdır.
Buck Mulligan’ın ağzı kulaklarına vardı. Sesini tatlılaştırmaya çalışarak:
-Enfes, dedi bembeyaz dişlerini gösterip gözlerini şaka yollu kırpıştırıp.
Sonra, birden suratı değişti, somunu hırsla doğrarken boğuk çatlak bir sesle homurdandı:
Tümünü Göster