1. 1.
    0
    Buck Mulligan usturasının ağzını yeniden sildi.
    -Ah, zavallı çömezim, dedi sevecen bir sesle. Sana bir gömlekle birkaç mendil vereyim bari. Elden düşme pantolon ne durumda?
    -Üstüme tam oturdu, diye yanıtladı Stephen.
    -Bak şu işe, dedi Mulligan ağzı dört köşe, zütten düşme denmesi lazım. Kim bilir hangi frengili ayyaştan kalmadır. Gri, ince çizgili şahane bir pantolonum var. Çok alengirli duracak üzerinde. Şaka yaptığım yok, Kinch. Doğru dürüst giyindiğin zaman esaslı görünüyorsun
    -Sağ olasın, dedi Stephen. Griyse, giyemem.
    -Giyemezmiş. Buck Mulligan aynadaki yüzüyle konuşmaktaydı. Görgülülük başka şey, canım. Adam anasını öldürüyor ama gri pantolon giyemiyor.
    Mulligan usturasını güzelce katladı, parmak uçlarıyla pürüzsüz cildini yokladı.
    Stephen gözlerini denizden ayırıp fıldır fıldır oynayan dumanmavisi gözlü dolgun yüze çevirdi.
    -Dün gece Ship’te bir arkadaşım, dedi Buck Mulligan, senin G.D.F.’ye yakalandığını söylemişti. Dottyville’deki Conolly Norman’ın yanında çalışıyor. Genel Delilik Felci.
    Artık denizin üzerini ışıtan güneşin ışıklarını, aynasını havada yarım daire oynatarak parıl parıl dört bir yana muştuladı. Bükülen tıraşlı dudakları, bembeyaz parıldayan dişlerinin uçları gülmekteydi. Kahkahası, tokmak gibi güçlü gövdesinin her yanını sallamaya başladı.
    -Bak şu haline, dedi, ozan bozuntusu sen de.
    Stephen öne eğilerek ona tutulan, kavisli bir çatlakla ikiye ayrılmış aynaya dikkatle baktı, tüyleri diken diken oldu. O da, başkaları da böyle görüyor beni. Kim seçti bu yüzü bana? Bu kurtulunası tiksinç çömez. O da sormakta bana.
    -Temizlikçi kadının odasından yürüttüm onu, dedi Buck Mulligan. Oh olsun! Halamız, Malachi’ye bakmak için hep çehre züğürdü hizmetçiler tuta. Adamı baştan çıkarmasınlar. Adı da Ursula.
    Gene gülerek, aynayı Stephen’ın gözlerinden ayırdı.
    -Aynadaki yüzünü tanıyamayan Caliban’ın öfkesi, dedi. Wilde sağ olup da görseydi seni.
    Stephen geriye yaslanırken parmağını uzattı, acı acı dedi ki:
    -irlanda sanatının bir simgesi bu. Bir hizmetçi kadının çatlak aynası.
    Buck Mulligan birden Stephen’ın koluna girdi ve usturasıyla aynası, onları sokuşturduğu cebinde takırdayadursun, onu kulenin çevresinde dolaştırdı.
    -Seni böyle tiye almam haksızlık, Kinch, değil mi? Dedi sevecence. Allah bilir senin tinsel gücün herkeslerden fazladır.
    Kaçamak gene. Benim onun sanatının neşterinden korktuğum denli korkuyor o da benimkinden. Soğuk çeliği kalemin.
    -Bir hizmetçinin çatlak aynası. Sen git onu alt kattaki öküz hazretlerine anlat, hem de bir ginesini ıhvarla. Çocuk para içinde yüzüyor, senin de bir centilmen olmadığın kanısında. Babası küpünü, Zululara müshil otu satarak ya da bin türlü pis numara çekerek doldurmuş. Tanrım, Kinch, senle ben birlikte çalışsaydık bu adaya bir katkıda bulunabilirdik. Adamızı Helenize ederdik.
    Cranly’nin kolu. Onun kolu.
    -Düşün, bir de bu domuzlardan para dilenmek mecburiyetinde kalıyorsun. Senin kim olduğunu bilen bir ben varım. Bana niçin biraz daha güvenmiyorsun? Nedir benimle alıp veremediğin? Haines yüzünden mi? Şayet burada zırıltı çıkaracak olursa, Seymour’u da getiririm, Clive Kempthorpe gibi onun da sucuğunu çıkarırız.
    Clive Kempthorpe’un dairesinde varlıklı seslerin genç yaygarası. Solukbenizler: Kasıklarını tuta tuta gülüyorlar birbirlerini kucaklayıp, Ah, vallahi öleceğim! Aubrey, haberi kızcağıza usulca veresin! Elinde terzi makasıyla peşinde koşan Magdalen’in Ades’i, pantolonu topuklarına düşmüş gömleğinin yırtıkları havada şerit şerit çırpına çırpına masanın etrafında zıplıyor, seke seke hopluyordu. Marmelatla sıvaşık, ürkmüş bir buzağı suratı. Yolunmak istemem! Sersem kaz numarası yapma bana!”
    Açık pencereden gelen feryatlar, meydana inen akşamı ürkütüyor. Önlüklü, hık demiş Matthew Arnold’un burnundan düşmüş sağır bir bahçıvan, gözlerini kısmış, danseden çimen kıyıntılarının izleyerek çim biçme makinesini kuytu çimenlikte sürüyor.
    Kendimize… neo-paganizm… omphalos.
    -Kalsın isterse, dedi Stephen. Geceleri hariç yok bir zararı.
    -Öyleyse derdin ne? Buck Mulligan sabırsızlanarak sordu. De bakalım. Çok samimiyim. Benden bir şikayetin mi var?
    Durdular. Uyuyan bir balinanın başı gibi suya serilmiş basık Bray Head burnuna doğru baktılar. Stephen usulca kolunu çekti.
    -Anlatayım mı sana? Diye yanıt verdi Buck Mulligan. Ben bir şey hatırlamıyorum.
    Konuşurken, Stephen’ın yüzüne bakmaktaydı. Taranmamış kumral saçlarını yumuşakça savuran ve gözlerindeki güneş rengi kaygı beneklerinin kaynaştıran hafif bir yel alnını yalıyordu.
    Stephen, kendi sesinden bunalırcasına, dedi ki:
    -Annemin ölümünden sonra sizin eve geldiğim o ilk günü anımsıyor musun?
    Buck Mulligan hemen kaşlarını çattı, karşılık verdi:
    -Ne? Nerede? Bir şey hatırlamıyorum. Sadece fikirler, duygular hatırladıklarım. Neymiş? Allah aşkına söyle, ne oldu?
    -Sen çay demliyordun, dedi Stephen, ilave sıcak su getirmek için sahanlığa çıkmıştın. Annenle bir konuğunuz salondan çıktılar. Annen sana odandaki kim diye sordu.
    -Ya? Dedi Buck Mulligan. ben ne cevap verdim? Unuttum da.
    -Sen dedin ki, diye yanıtladı Stephen, Ha, Dedalus canım, annesi hunharca ölen.
    Buck Mulligan’ın yanaklarına, onu daha genç ve cana yakın gösteren bir kırmızılık yayıldı.
    -Dedim mi öyle? Diye sordu. Ama? Bundan ne çıkar ki.
    Sıkıntısından kurtulmak amacıyla sinirlice devindi.
    -Üstelik, ölüm nedir, diye ekledi, anneninki ya da seninki ya da benimki? Sen sırf kendi annenin ölümünü gördün. Ben, Mater’de ve Richmond’da her gün bir çoğunun mortladığını görüyorum, otopsi odasında cesetlerini kesip biçiyorum. Hunharca bir şey bu, aynen öyle. Ama yok ki bir önemi. Sen kendin, ölüm döşeğindeki anan sana yalvardığı halde diz çöküp dua etmemişsin. Niçin? içinde o lanet olası Cizvit damarı var çünkü, tersine çalışan. Bana sorarsan bütün bunlar saçmalık ve hunharlık. Kadının beyin lopları çalışmıyor, doktoru Sir Peter Teazle’ı çağırıyor ve yorganının üzerinden düğün çiçekleri topluyor. Adam, işi bitene dek ağız tamburası çalıyor. Sen onun ölmeden önceki son isteğini yerine getirmediğin halde. Lalouette’ten tutulmuş bir cenaze bekçisi gibi zırıldamadık diye surat asıyorsun. Fasarya! Demişimdir herhalde. Annenin anısına saygısızlık etmek istemedim.
    Kendi konuşmaları Buck Mulligan’ı yüreklendirmişti. Stephen, dinlediği sözlerin kalbine açtığı yaraları göstermemeye çalışarak, son kerte duygusuz, dedi ki:

    -Mesele anneme saygısızlık etmen değil ki.
    -Nedir mesele, öyleyse? Diye Buck Mulligan sordu.
    -Beni incitmen, yanıtını verdi Stephen.
    Buck Mulligan topuğunun etrafında döndü.
    -Ayy, çekilmezsin vallahi! Diye ünledi.
    Hızla yürüyerek korkuluğa geçti. Stephen istifini bozmadan karanın denizle birleştiği yere doğru bakmasını sürdürdü. Denizi, karayı ayırt edemiyordu artık. Gözlerindeki seğirmeler manzarayı bulandırıyordu; yanaklarının yandığını duyumsuyordu.
    Kulenin içinden yüksek bir ses ünledi:
    -Orda mısın, Mulligan?
    -Geliyorum, diye yanıtladı Buck Mulligan.
    Sonra Stephen’a dönerek dedi ki:
    -Denize bak. Saygısızlıklar, incitmeler umurunda mı onun? gibtir et Loyola’yı, Kinch, gel inelim. Saksonyalımız beykınlı kahvaltısını istiyor.
    Merdivenin tepesinde başını, tavanla bir hizaya geldiğinden, bir an geri tuttu:
    -Takma kafanı, dedi. Aldırma sen bana. Bırak surat asmayı.
    Başı görünmez oldu ama, alçalan sesinin tekdüze homurtusu merdiven boşluğunda gümbürdüyordu:
    -içine dert olmasın
    Acı gizemi aşkın
    Bak, Fergus arabasını
    Sürmekte doludizgin.
    Stephen’ın bakmakta olduğu merdiven başından denize doğru uzanan ormanların gölgesi sabah sessizliğinde uslu uslu kımıldandı. Kıyıda da, açıkta da su ayna gibi aklaştı, tez canlı ayakların hafif tepmeleriyle depreşti. Karanlık denizin aydınlık koynu. ikişer ikier kucaklaşan vurgular. Harp tellerini kucaklaşan akorları kaynaştırarak çalan bir el. Kabaran denizin karanlığında titreşen karınmış dalgaakı sözcükler.
    Bir bulut yavaşça güneşi örtmeye başladı, körfezi daha da koyu yeşille gölgelendirip, Stephen’ın az ötesinde uzanan bir acı sular çanağıydı körfez. Fergus’un şarkısı: Bu şarkıyı evde yalnızken söylüyordum, uzun hüzünlü akorlarını uzata uzata. Kapısı açıktı: Şarkımı dinlemek istiyordu. Dehşetten dilim tutulmuş, acıyarak başucuna yaklaştım. Sefil yatağında yatmış, ağlıyordu. Ah şu sözcükler, Stephen: Acı gizemi aşkın.
    Şimdi nerede?
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster