0
James Joyce: Ulysses 1.Bölüm
Sarman, Babaç Buck Mulligan üzerine bir aynayla bir ustura haçvari konulmuş tıraş sabunu köpüğü dolu tasıyla merdiven başında belirdi. Sarı, kuşağı bağlanmamış ropdöşambrı tatlı sabah yeliyle ardında hafif hafif yalpalanıyordu. Tıraş tasını yukarı kaldırıp, okudu:
-Introibo ad altare Dei.
Durdu, loş merdiven sarmalından aşağıya bakarak ayı gibi ünledi:
-Çıksana, Kinch. Gel yahu, kansız düzenbaz.
Ağır ağır ilerleyerek atış platformunda durdu. Dönüp, ağırbaşlı, kuleyi, etrafındaki kırları ve uyanmaktaki dağları üç kez kutsadı. Sonra, gözü Stephen Dedalus’a ilişti, hançeresinden hırlar, başını sallarken, ona doğru eğilip havada art arda haçlar imledi.
Stephen Dedalus, sıkkın ve mahmur, kollarıyla merdivenin üst bölümüne yaslandı ve sallana hırlaya kendisini kutsayan beygirimsi upuzun suratla tıraşsız tüylü, meşe odunu renginde pul pul tepesine yüz vermeksizin baktı.
Buck Mulligan bir an aynanın altından bir göz attı, ardından tıraş tasını güzelce örttü.
-Haydin kodese, dedi sertçe.
Vaaz verircesine de ekledi:
-işte budur, Ey aziz dostum, gerçek Efkaristiya: Bedeniyle, ruhuyla, kanıyla, yarasıyla. Müzik yavaşlasın, lütfen. Gözlerinizi kapatın, baylar bayanlar. Bir saniye. Şu akyuvarlarla başımız dertte biraz. Susun, hepiniz.
Buck Mulligan yandan yukarıya bir baktı ve uzun, pesten bir ıslık çaldı, sonra muntazam beyaz dişlerindeki altın noktalar yer yer parıldayadursun, bir süre esrik bir dikkatle duraladı. Chrysostomos. Sessizliğin içinden şiddetli iki keskin düdük sesi yanıt verdi.
-Sağ ol, ahbap, dedi canlıca. Şimdi oldu işte. Elektriği kapat, tamam mı?
Sonra sekerek atış platformundan çıktı, ropdöşambrının uçuşan eteğini bacaklarına dolarken kendisini izlemekte olan Dedalus’a dingin gözlerle baktı. Ablak kasvetli yüzü, sarkık değirmi gerdanı bir piskoposu, ortaçağdaki bir sanat hamisini andırıyordu. Dudaklarında cana yakın bir gülümseme açtı hafiften.
-Bak şu işe, dedi keyifle. Senin şu saçma adın, eski bir Yunanlı!
Buck Mulligan parmağını şaka yollu arkadaşına doğru uzattı, kendi kendine gülerek korkuluğa yanaştı. Stephen Dedalus onu tembel tembel birkaç adım izledi ve Mulligan aynasını korkuluğun üzerine yerleştirip fırçasını tasa daldırarak yanaklarını ve boynunu sabunlarken, atış platformunun kenarına oturdu.
Buck Mulligan neşeli sesiyle sürdürdü.
-Benim adım da saçma: Malachi Mulligan, eski bir Yunan vezninde. Ne ki, Helenistik bir tınısı var, değil mi? Dağkeçisi gibi çevik, uçarı hem de. Atina’ya gitmeliyiz biz. Halamdan yirmi papel koparabilirsem gelir misin sen de?
Mulligan fırçayı bir yana bıraktı, gülerek sevinçle bağırdı:
-Gelir miymiş? Yavan kakavan sen de.
Sonra döndü, özenle tıraş olmaya başladı.
-Baksana, Mulligan, dedi Stephen usulca.
-Evet, aşkım?
-Haines bu kulede daha ne kadar kalacak?
Buck Mulligan omzunun üzerinden tıraşlı yanağını gösterdi.
-Tanrım, felaket herif, değil mi? Dedi içtenlikle. iç karartıcı bir Saksonyalı. Ona göre sen bir centilmen değilmişsin. Tanrım, şu Allahın cezası ingilizler. Para sıçıyor kabız herifler. Kendisi Oxfordlu ya. Sen, Dedalus, senin tavrı hareketlerin tam Oxfordlu. O anlayamaz seni. Ha, benim sana taktığım ad en iyisi: Ustura Kinch.
Mulligan, dikkat kesilmiş, çenesini tıraş etmekteydi.
-Tüm gece bir kara pantere takmış, saçmaladı durdu, dedi Stephen. Tabancasının mahfazası nerde onun?
-Durumu içler acısı sapığın, dedi Mulligan. ödün patlamıştır garanti?
-Patladı ya, dedi Stephen coşarak ama artan bir korkuyla. Orda karanlıkta, tanımadığım gözü dönmüş bir adam kara bir panteri vuracağını söyleyip figan ediyor. Senin insanları boğulmaktan kurtarmışlığın var. Ama, benim kahramanlığım yok. O burada kalırsa ben çeker giderim.
Buck Mulligan yüzünü ekşiterek usturasındaki köpüğe baktı. Oturduğu yerden aşağıya doğru sıçrayarak pantolonunun ceplerini karıştırmaya başladı.
-Hay Allah, diye bağırdı boğuk bir sesle. Sonra atış platformuna yanaşıp, elini Stephen’ın mendil cebine sokarken, dedi ki:
-Mendilini ödünç alalım da usturamızı silelim.
Stephen, Mulligan’ın, kirli, kırış kırış mendilini çekerek bir ucundan tutup göstere göstere sallamasına göz yumdu. Buck Mulligan usturasını özenle sildi. Ardından, gözlerini mendile dikerek, dedi ki:
-Ozan mendiline bakın. irlandalı şairlere yepyeni sanatsal bir renk: Sümükyeşili. Gelmiyor mu içinden tadına bakıvermek, söyle Allah aşkına?
Mulligan gene korkuluğa çıkıp oturdu ve açık meşerenkli saçları hafifçe dalgalanırken, gözlerini Dublin körfezine dikti.
-Tanrım, dedi yavaşça. Deniz, Algy’nin dediği gibi değil mi tıpkı: Engin, güzel bir anne. Taşakbüzen deniz. Epi oinopa ponton. Ah, Dedalus, Yunanlılar. Öğretmem gerek sana. Orijinallerinden okumalısın onları. Thalatta! Thalatta! Bizim engin güzel anamız. Gel de bak.
Stephen kalkarak korkuluğa doğru geldi. Korkuluğa yaslanıp aşağıdaki sulara, Kingstown limanının ağzından uzaklaşan posta vapuruna baktı.
-Kudretli anamız bizim! Dedi Buck Mulligan.
Birden, gri arayan gözlerini denizden Stephen’ın yüzüne çevirdi.
-Halam, ananı öldürdüğünü sanıyor senin, dedi. O yüzden benim seninle görüşmemi istememesi.
-Birisi onu öldürdü, dedi Stephen, üzüntülü.
-Anan ölüm döşeğindeyken dua etmeni istediğinde diz çöküverseydin ya, Allahın cezası, Kinch, dedi Buck Mulligan. ben de hiperboreliyim senin kadar. Ama ananın son nefesinde sana diz çöküp onun için dua edesin diye yalvardığını düşününce… Senin kılın bile kıpırdamıyor. Sende uğursuz bir şey var…
Buck Mulligan sustu, öbür yanağını yeniden sabunladı. Dudakları bir hoşgörü tebessümüyle kıvrıldı.
-Ama sevimli bir soytarı, diye kendi kendine mırıldandı. Kinch, soytarıların en sevimlisi.
Çıt çıkarmadan, efendi efendi, güzelce ve özenle tıraşını oldu.
Stephen, bir dirseği kertikli granite dayalı, alnını avucuna yaslayarak gözlerini ceketinin parlak siyah kolunun erimiş kenarına dikti. Bir buruntu, henüz aşkın ıstırabına dönüşmemiş bir ağrı kemirmekteydi yüreğini. Sessizce, bir rüyada gelmişti annesi ona ölümünden sonra, balmumuyla pelesenkağacı kokusu yayan erimiş bedeni bol kahverengi kefeninin içinde, Stephen’ın üzerine put gibi, sitem dolu, biraz ıslanmış kül kokulu, eğilmişti. Tiftiklenmiş kol ağzının doğrultusundan yanındaki besili sesçe engin güzel bir ana diye esenlenen denize baktı. Körfezle ufkun çizdiği halka donuk yeşil bir sıvı kütlesini çeviriyordu. Annesi ölüm döşeğindeyken başucunda, bağrını yırtarcasına öğüre öğüre çırpınmalarla çürüyen karaciğerinden kopara kopara kustuğu yeşil, bulanık safranın durduğu beyaz bir porselen kase vardı.
Tümünü Göster