1. 51.
    0
    Toyota mı Serenity Ridge in otoparkına bıraktıktan sonra, ödünç fotoğraf makinemi küçük fermuarlı çantasıyla omzuma asarak tekrar o toprak yola yürüdüm. Zincirin etrafından dolanığ, tarlaya çıkan yolu turmandım. Zincir olmasaydı, yine yürümek zorunda kalacaktım, çünkü bu defa yolun üstüne devrilmiş altı tane ağaç vardı ve hiçbiri de dokununca dağılacak gibi çürümüş kayınlar değildi. Beş tanesi epey büyükçe çam, altıncısıysa yaşlı bir meşeydi. Ve bunlar tesadüfen devrilmiş değildiler, hepsi de elektrikli testereyle kesilmişti. Ama beni yavaşlatmadılar bile. Çamların üstünden geçtim, meşenin de etrafından dolaştım. O arada tarlaya çıkan tepeye varmıştım. Diğer levhaya (Ackerman tarlası, avlanmak yasaktır girmeyin) yazılı olana şöyle bir bakıp yürüdüm. Tepenin doruğuna doğru ağaçların seyrelmeye başladığını görebiliyordum, en tepedekilerin dalları arasından tozlu güneş ışığı ve pırıl pırıl mavi gökyüzü görünüyordu. Neşe ve iyimserlik saçan bir manzara. Tam gün ortasıydı. Uzakta dev bir kızıl yılan uzanmıyordu, sadece çocukluğumun yanında geçtiği ve her zaman sevmiş olduğum Androscoggin nehri vardı, sıradan şeyleri en iyi hallerinde gördüğümüz zamanki gibi, maviydi ve çok güzeldi. Koşmaya başladım. Tepeye varana dek bu mantıksız iyimserliiğim devam etti, ama yine orada Kaplan dişi gibi fırlamış kayaları gördüğüm anda bütün iyimserliğim uöup gitti. Yerini korku ve dehşet aldı.

    Orada yine yedi tane kaya vardı. Sadece yedi. Ve tam ortalarında(bunu anlayabileceğiniz bir şekilde nasıl anlatacağımı bilmiyorum) rengi solmuş bir yer vardı. Gölge gibi değildi, ama daha çok, en sevdiğiniz kot pantolon mavisi nasıl solar bilirsiniz, değil mi? Özellikle de dizlerde. Bunun gibiydi. Otlar yağlı bir kireç rengindeydi ve o kayalardan oluşan dairenin üstündeki gökyüzü mavi yerine grimsi bir renk almıştı. Bunun içine yürürsem bir yumruk atıp gerçeğin kumaşını yırtabileceğimi hissediyordum. Bunu yaptığım takdirde bir şeyin beni yakalayacağını da.Gerçeğin diğer tarafındaki bir şeyin. Bundan emindim.

    Yine de içimden bunu yapmak geliyordu. Bunu yapmak, ısınma hareketlerini boş verip hemen maça başlamak istiyordum.

    Sekizinci kayanın ait olduğu yeri görebiliyordum ya da öyle sandım, emin değilim. Ve o soluk renkli alanine o yere doğru kabardığını görebiliyordum… kayaların korunma alanının en ince olduğu yere doğru… Dehşet içinde kaldım! Çünkü oradan çıkmayı başarırsa, öbür taraftaolan ne kadar isim verilemeyecekk yaratık varsa bizim dünyamıza geçecekti. Gökyüzü kararacak, yen yıldızlar ve yıldız takımlarıyla dolacaktı.

    Fotoğraf makinesini omzumdan aldım ama fermuarını açarken yere düşürdüm. Ellerim sara nöbeti geçiriyormuş gibi titriyordu. Fotoğraf makinesinin kabını yerden alıp fermuarını açtım, tekrar kayalara baktığımda içindeki boşluğun sadece soluk renkli olmadığını gördüm. Kararıyordu. Ve yine gözler görmeye başladım. Karanlığın içinden bakan gözler Bu defa sarıydı ve siyah, dar gözbebekleri vardı. Kedi gözü givi ya da yılan gözü gibi.

    Fotoğraf makinesini kaldırmaya çalıştım, ama bird aha elimden düşürdüm. Uzanıp almak istediğimde otlar footğraf makinesinin üstüne kapandı, içinden zorlayarak çıkardım. Hayır, sökkerek çıkardım. Dizlerimin üstüne çökmüş, iki elimle kayışından çekiyordum. O sırada sekizinci kayanın olması gereken boşluktan bir esinti gelmeye başladı. Saçlarım havalandı. Kokuyordu. Leş kokuyordu. Fotoğraf makinesini yüzüme kaldırdım, ama önce hiçbir şey göremedim. Fotoğraf makinesini kör etti, bir şey yaptı ve fotoğraf makinesini kör etti, diye düşündüm ama sonra bun dijital Nikon olduğunu hatırladım; bunu kurmak gerekir. Kurdum ve bip sesini duydum, ama hala bir şey göremiyordum.

    Esinti güçlenip rüzgar kıvdıbına gelmişti. Uzun otları dalgalandırıyordu Koku daha kötü olmuştu. Ve hava kararıyordu. Gökte tek bir bulut yoktu ve masmaviydi, ama yiine de hava kararıyordu. Sanki görünmez dev bir gezegen güneş tutulması oluşturur gibiydi.

    Bir şey söyledi. Ama ingilizce değildi. Şöyle bir şeyler diyordu.”Cthun, cthun,, deeyanna, deyanna.” Ama sonra, benim adımı söyledi.
    Sanırım bir çığlık attım, ama emin değilim, çünkü o sırada rüzgar bora halini almış kulaklarımda kükrüyordu. Çığlık atmak hakkımdı. Çünkü o şey adımı biliyordu. O korkunç, tarifi imkansız şey adımı biliyordu. Sonra fotoğraf makinası… o fotoğraf makinası… neyin farkına vardım, biliyor musunuz?
    Evet! Mercek kapağı. O lanet mercek kapağı. Onu koparır gibi çıkarıp fotoğraf makinasını gözüme yaklaştırdım, ellerim o kadar titrerken nasıl düşmediğime inanamıyordum; düşürseydim, bu defa otlar onu kesinlikle bırakmazdı, çünkü bu defa hazırlıklı olacaklardı. Ama düşürmedim, kadrajdan görebiliyordum ve sekiz kaya vardı. Sekiz. Sekiz her şeyi düzen içinde tutar. Ortadaki karanlık hala orada dönüp duruyordu, ama geri çekileye başlamıştı. Beni saran rüzgar da hafifliyordu.

    Fotoğraf makinasını indirdim, kayalar yedi taneydi. Karanlığın içinden bir şey çıkıyordu, size tariff edemeyeceğim bir şey.Onu görebiliyorum(rüyalarımda görüyorum) ama öyle korkunç bir şeyi anlatacak kelime yok. Nabız gibi atan deri bir miğfer… işte en yakın benzetmem bu. Her iki yanında pilot gözlüğü gibi sarı gözlük. Ne var ki, o gözlük, galiba gözleriydi ve bana bakıyordu. Bana baktığını biliyordum.

    Fotoğraf makinasını birdaha kaldırdım ve sekiz kaya gördüm. Hemen altı veye sekiz poz çektim; onları sonsuza dek orada sabitlerim, diye umuyordum ama tabii, işe yaramadı; saece fotoğraf makkinesini bozmakla kaldım. O kayaları mercekler görebiliyor, doktor (eminim bir insan onu aynada görebilir, hatta düz bir camın ardından bile görebilir) ama onları kaydedemez. Onları kaydedebilecek, oldukları yerde tutabilecek tek şey insan aklı, insan hafızası. Kaldı ki, bu da daha sonra öğreneceğim gibi, güvenilir değil. Sayma, dokunma ve yerleştirme bir süreliğine işe yarıyor (delice dediğimiz davranışların aslında dünyayı kurtaruyor olması ne tuhaf ama bunların sağladığı koruma er geç çürüyor. Ve o çok zahmetli iş.

    Çok fazla çalışma gerektiriyor.

    Bugünlük bitirebilirmiyiz, acaba? Süremiz dolmadı, biliyorum, amaa çok yoruldum.

    (isterse ona bir yatıştırıcı için reçete yazacağımı söyledim… Ambien veya Lunesta dan daha hafif fakat daha güvenilir bir şey. Aşırıya kaçmazsa işe yarardı. Minnettar bir ifadeyle bana gülümsedi)

    Bu iyi olur, çok iyi olur. Ama sizden bir iyilik isteyebilir miyim?
    (Elbette dedim.)
    Reçeteye yirmi, kırk veya altmış olarak yazın. Bunların tümü de iyi sayılardır.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster