1. 26.
    0
    Bir ağaca çakılmış küçük bir levhanın yanından geçtim. Ackerman Tarlası, avlanmak yasaktır, buraya girmeyin yazılıydı. Oradan itibaren de ağaçlar bitmeye başladı… önce soldakiler sonra sağdakiler. Ve işte tarla karşımdaydı. Manzara soluğumu kesti. Motoru kapatıp dışarı çıktığımı güçlükle hatırlıyorum; kameramı aldığımı ise hatırlamıyorum, ama almış olmalıydım, çünkü tarlanın ucuna geldiğimde elimdeydi ve kayışıyla meercek çantası kalçama çarpıp duruyordu. O anda kalbimin ortasından vurulmuş ve sıradan yaşamım bitmişti.

    Gerçek, bir bilinmezliktir, Doktor Bonsaint ve varlıkların günlük dokusu aslında onların karanlığını ve parlaklığını maskelemek için örttüğümüz bir bez parçasıdır. Bence ölülerin yüzünü de aynı nedenle örtüyoruz. Cesedin yüzünü bir çeşit giriş kapısı olarak görüyoruz. Bize kapalı bir kapı, ama her zaman kapalı olmayacağını da biliyoruz. Bir gün her birimiz için açılacak ve her birimiz o kapıdan gireceğiz.

    Gün bitmek üzereydi. Güneş kızıl bir gaz topu halinde batıdaki ufuk çizgisine doğru kayıyordu. Yılan gibi kıvrılarak uzayan nehir belki bir on kilometer uzaktaydı, ama durgun havada sesi bana kadar geliyordu. Gerisinde alabildiğine uzanan orman vardı. Tek bi rev veya yol göremedim. Tek bir kuş ötmüyordu. Sanki dört yüz yıl geriye fırlatılmış gibiydim. Belki de dört milyon yıl. Sis tabakası epey uzamış olan otların üstünden yükselmeye başlamıştı. Kocaman bir tarla ve iyi bir otlak olmasına ragmen kimse otları biçmemişti. Sis koyulaşan yeşilllik içinden nefes gibi yükseliyordu. Sanki toprak canlıymış gibi.

    Sanırım biraz sendelemiştim. Her ne kadar çok güzel olsa da, bunun nedeni manzaranın güzelliğinden değildi; karşımdaki her şeyin gerçekdışıymış gibi görünmesindendir, neredeyse bir halüsinasyon givi. Sonra da otların içinde yükselen o lanet kayaları gördüm.

    Yedi taneydi ya da o anda öyle sanmıştım… en uzun iki tanesi iki metreye yakın, en kısası bir metre, diğerleri de arada bir yerde. En yakınımda olana doğru yürüdümğümü hatırlıyorum, ama bu tıpkı uyandıktan sonra sabah aydınlığında çözülmeye başlayan bir rüyayı hhatırlamaya benziyor, nasıl olur bilirsiniz. Tabii bilirsiniz; günlük işinizin büyük bir kısmını rüyalar oluşturuyordur herhalde. Ne var ki, bu bir rüya değildi. Otların paçalarıma süründüğünü işitiyor, sisin nemiyle ıslanan pantolonumun dizlerimin altına yapıştığını hissedebiliyordum. Arada bir mercek çantam bir çalılığa takılıyor, kurtulduktan sonra daha sert bir şekilde kalçama çarpıyordu.

    En yakın kayanın yanına gelip durdum. iki metrelik olanlardan biriydi. Önce üstüne yüz şekillerinin oyulmuş olduğunu sandım… ama insan yüzleri değildi; hayvan ve canavar yüzleriydi. Sonra biraz yana çekilince bunun sadece akşam ışığının marifeti olduğunu anladım; gölgeleri koyulaştırıyor ve her türlü şeye benzetebiliyordu. Aslında bulunduğum konumda biraz daha durunca yeni yüzler gördüm. Bazıları insane benziyordu, ilk gördüklerim kadar korkunçtu. Hatta daha korkunçtu, çünkü insan her zaman daha korkunçtur, öyle değil mi? Çünkü insanı tanırız, insanı anlarız. Ya da öyle sanırız. Ve bu yüzler ya çığlık atar ya da kahkahalarla güler gibi görünüyordu. Belki aynı anda ikisi birden.

    Hayal gücümü sarsan şeyin sessizlik olduğunu sandum, sessizlik, soyutlanma ve manzaranın enginliği, dünyanın o kadar büyük bir kısmının gözlerimin önüne serilmesi. Zaman da kendi soluğunu tutmuş gibiydi. Sanki her şey sonsuzluğa kadar aynı durumda kalacakmış gibi, günbatımına kırk dakika kala, kızıl güneş ufuk çizgisine oturmuş ve sisin bulanıklaştırdığı hava hiç değişmeyecekti. Bu nedenerle o kayada yüzleri gördüğümü, bunun sadece bir tesadüf olduğunu düşündüm. Şimdi daha farklı düşünütorum, ama artık çok geç.

    Bir kaç tane fotoğraf çektim. Galiba beş tane. Kötü bir sayı, ama o zaman daha bunu bilmiyordum. Sonra geri çekilip, yedi tanesini birden tek fotoğrafta toplamak istedim, ama tam onları kadrajıma aldığım anda aslında sekiz tane olduklarını gördüm, bozuk bir halka biçiminde duruyorlardı. Çok dikkatli bakınca bunların altta yatan bir jeolojik oluşumun milyonlarca yıl önce topraktan dışarı fırlamış parçaları olduğu anlaşılıyordu ya da belki daha yyakın bir zamanda gerçekleşen bir taşkın sonucu oluşmuştu, ama bir yandan da sanki planlı bir şekilde dizilmiş gibiydiler. Oyulmuş yüz şekilleri falan yoktu. Sadece hava koşullarının etkileri vardı. Bunu kesin olarak biliyorum, çünkü oraya gün ışığında da gidip baktım. Sadece taşın yüzaydeki pürüzleri vardı, o kadar.

    Dört poz daha çektim böylece toplam dokuz etti; beşten daha iyi olsa da, yine kötü bir sayıydı. Fotoğrafmakinesini indirip çıplak gözle bakınca kimi sırıtan, kimi inleyen o yüzleri gördüm. Bazıları insan, bazıları hayvan yüzleriydi. Ve bu kez yedi tane kaya saydım.
    Ama kadrajdan bakınca sekiz taneydiler.

    Başım dönmeye ve korkmaya başlamıştım. Karanlık basmadan önce oradan çıkıp 117 numaralı otoyola girmek ve radyomda bangır bangır rock dinlemek istiyordum. Fakat bir türlü gidemiyordum. içimin derinliklerinde bir şey orada kalmam için ısrar ediyordu. Oradan ayrılırsam korkunç bir şey olarağını hissediyordumve belki sadece bana olmayacaktı. içimi bir kez daha o incelme duygusu kapladı; sanki bulunduğum noktada dünya çok kırılgandı ve benzeri görülmemiş bir felakete neden olmak için tek bir kişi yetecekti. O kişi çok; ama çok dikkatli olmadığı taktirde…
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster