1. 1.
    +2
    bu yüzden ben de yarın buluşalım dedim o zaman. aklımca gibimde değilsin mesajını gönderiyor ve ne tak yersen ye tavırlarını üzerime alıyordum. sanki dünya gibime minaresi zütüme gibiydi o an ve sanırım gerçekten de öyle hissediyordum. o umursamaz oldukça ben de sadistleşiyordum ve inanın bu halimi fark etmeme rağmen; bunu normalde saçma bulacağımı bilmeme rağmen o anda buna karşı gelemiyordum hatta birazcık hoşuma gidiyordu bu hallerim.

    şimdiyse neden böyle olduğumu daha iyi anlayabiliyorum kesinlikle. bunun sebebi çaresizlikler içinde, kapana kısılmış gibi olmaktan nefret etmemdi. evet, böyle eziklenen bir insan olma düşüncesine karşı geliştirilmiş bir duygudur bu sadistçe davranma halleri. yani; çaresizliğimin üstünü örmek için aktif olmuştum artık.

    mesela erich fromm şöyle demiş ki çok doğru bir tespittir; "parçalayarak yok etme içgüdüsü, yaşanmamış bir hayatın tepkisidir." ben de başıma gelenlere karşı geliştirilmiş o savunma mekanizmasıyla doluydum.

    örneğin bir oyunda kaybedecek olsam ve rakip benle alay etse kavga çıkarıp üste çıkmaya çalışırdım ve önemsememiş gibi dursam da öcümü almak; hıncımı gidermek için fırsat kollardım daima. tıpkı bir akrep gibi zehirleyeceğim zamanı beklerdim. hiçbir zaman eyvallah yenildim ve bu önemsiz gibimde değil yapamam; hiçbir zaman arkamı dönüp amaaan diyemem. insanın yetiştirilme tarzının ne kadar önemli olduğunu görün böylece. sırf yaşadığınız o hayatın sizi nasıl tuzaklarıyla çevrelediğini görün. işin kötü yanı bu halinizi farketseniz dahi içinize yerleşmiş bu duygudan bu zehirden kurtulamamanız.

    bu yüzden de sevdiğim insanların kalbini kırmışımdır pek çok defa. ama bu elimde değil. bir insana değer verdiğim zaman bana böyle acı çektirmemeli. gerçekten kendimi yıpratıyorum tam bir mal olduğumu kabul edebilirim ama bu konuda suçsuzdum amk.

    ve akşam olmuştu o gün. yatağıma uzandığımda iyice sinirlenmiştim. kardeşimden de tecrübeliyimdir ki sinirlendiğim zaman kırıp dökmemek için -ki onu çok defa kırdım- hiçbir şey yapmamaya özen gösteririm. resmen kendime sakinleştirilmesi gereken bir köpek muamelesi yaparım. o gece yatağa yattığımda ağız dolusu küfürler içeren bir mesajlaşma hayal ettim. sen tam bir huursun cümlesiyle bitecek kırıcı bir konuşma içim alev alev yanıyordu. bir fitil lazımdı sadece. mesaj atmamak için cebelleşiyordum. nolur diyordum kendime yarın git adamakıllı konuş ve gerekiyorsa çıkar hayatından. salak liseli kzılar gibi laf sokma tribine girme amk diyordum kendime.

    şunu da biliyordum ki sinirine dokunacak bir konuşma yapsam altta kalmak istemez ve lafı ağzıma tıkamaya çalışırdı feriha. bu yüzden kırıcı bir diyalog hiç de uzak bir olasılık değildi. bunu hissediyordum; avuçlarım, alnım yanıyordu. yine sinirleniyordum. hem saplantılı olduğuma kızıyor; bir yandan olayın saçmalığına sinirleniyor; bir yandan uğradığım haksızlığı yediremiyor; bir yandan da kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. ağzıma sıçmıştı feriha, polis, şiakyet eden aile, ailem, çevrem. hepsi bir olup sinir krizine sokmuştu beni. hak etmiyordum bütün bunları.

    ama güç bela sabahı ettim.
    günlerden pazardı ve cafe'de buluşmaya karar verdik; tabii yine yarım ağızla bir şeyler söylüyor; yine keyifsizliğini belli eden mesajlar çekiyor. ve en önemlisi hakkımda söylediklerini (artık sevmeme hatta tiksinme durumları) bildiğimi bilmiyordu.

    nasıl bi yol izlemem gerektiğini uzun süre onu beklediğim cafe'de düşünüyordum. keyifsizliğim de giderek artıyordu. çünkü, nasıl konuşacağımı bırak, nasıl karşılayacağımı bile bilemiyordum artık. öpüp sarılsam mı; öpmeden mi sarılsam; yanıma geldiğinde ne kadar gülümsemeliyim filan derken; ilk buluşma heyecanına benzer bir heyecan dalgası sardı beni.

    her buluşmamıza da geç gelirdi böyle zaten. bir defa da zamanında gel be amk. bu huyunu bilmeme rağmen; lan bu sefer de geç kalmıyormuş diyerek hep zamanında gittim buluşmalarımıza ve hepsinde de en az yarım saat taktı. japonya saatine göre mi yaşıyor anasını satayım diye düşünüyordum. beklerken geçen saniyeler gerim gerim geriyordu beni. bi kahve söyleyip, önümdeki menüye mal mal bakmaya başladım. hiçbir şey düşünmemeye gayret ederek spontan ve rastgele davranışlarıma güvenmeye karar verdim.

    hayatımın belirli dönemlerinde bu taktiği çok uygulamışımdır. mesela okulda sunum mu yapıcam ve heyecandan zütüm 3,5 mu atıyor hemen spontan davranma yeteneğime havale ederdim işi. hiç düşünmeden çıkarım tahtaya; kurarım laptop'la projeksiyon aletini. o anda nasıl anlatmam; elimi kolumu nasıl kullanmam gerektiğini hissedersem öyle kullanırım. plan yok; program yok; tasarlama yok yani. çünkü, tasarlayınca; o plana uygun gelişmiyor bir şeyler ve kesinlikle o sapmalar sıçıp sıvamaya dönüşüyor.

    ben de elimi kolumu nereye koyacağımı; hangi cümleleri kuracağımı düşünmekten vazgeçip sadece beklemeye koyuldum. yine olayı akışına bırakıyordum. dakikalar ilerledikten sonra; girdi cafe'ye olduğu yerde biraz bekleyip, baygın baygın gözleriyle mekanı süzdükten sonra beni gördü. o anda gerçekten de ondan beklemediğim bir gülümsemeyle karşılamıştı beni. yapmacık görünmemek için ustaca bir tiyatro mu sergileyecek diye bi' an düşündüm. omzunda çantası ve çantasının üstüne astığı küçük ceketiyle geldi ve sarıldı bana; "naber" dedi; yarım ağızla fena değil diyerek hafifçe bir sarılmayla karşılayıp bıraktım.

    ceketini ve çantasını yanına koyup derin bir nefes aldıktan sonra "eee daha daha nasılsın" dedi kafasını güçlü bi şekilde iki yana sallayarak. iyice afallamıştım. bu niye böyle yannan yannan hareketler yapıyor amk diye geçti içimden. büyük bir tiyatro çevirdiğini sanıyordum ve tiksintiyle karışık bir sinir damarlarımda dolaşmaya başladı. içeriye sert bir şekilde girip; suratsız bir şekilde otursaydı belki de yumuşak bir şekilde alttan ala ala konuşmalarıma başlayacakken; şu anda 2. kanala geçmiştim ve sadistçe intikam alma hevesi hem çekingenliğimi üzerimden almış; hem de can sıkıntımı nefrete dönüştürmüştü. benimle oynuyordu feriha; bunu yapmamalıydı feriha.

    ikinci kez halimi hatrımı soruşunu geçiştirdim; ne istersin dedim. daha ben cümlemi bitirmeden sert bir şekilde masadaki tek menüyü önümden aldı ve sözde! keyifli bir şekilde mmmm hmmmm mmmhmm diye mırıldanarak göz gezdirmeye başladı. bu sefer de rahat tavırları batıyordu bana. hatalı olsam; kılıbık olsam, korkak olsam hatta suçlu olsam bile bu yavşakça muameleyi hak etmiyordum.

    iyice zıvanadan çıkmaya başladım; iyice tepemin tası atmaya başladı o dakikalarda. bık bık bık içeceğim ben bi' şey yemeyeceğim; zaten sen çok ısrar ettin diye geldim; yoksa çok işim var; projemi bitiremedim bık bık bık yaptı. gibimde değildi neyi bitiremediği. gibimde değildi neyle meşgul olduğu. "evet, zahmet ettirdik seni buralara kadar" diye hafifçe iğneledim onu. "taaa kaç saatlik yolu tepdin de geldin di mi" diye de ekledim. bir şey demedi. ben de yine bi türk kahvesi daha söyledim ve içeceklerimiz gelene kadar bir şey konuşmadık.

    sinirli bir şekilde suratına bakmadan bekliyordum. hala lafa nasıl gireceğimi bilemiyordum. spontan olayı bu sefer işlemiyordu. ben bunları düşünürken bu sefer de telefonunu kurcalamaya başladı ve ne olduysa işte o an oldu.

    benim ağzım açıldı o dakika ama bu sefer mantık şalterini indirmiştim; bir şeyler söylüyordum; söylediklerimi duyuyordum ama ne yannan yemeye böyle konuşmaya başladığımı anlayamıyordum. "neden böyle değiştin" dedim; "ne oldu yani; hayırdır ne yaptım sana" dedim. "anlamadım" diyerek sinir edici bi şekilde savuşturdu bu laflarımı. "yahu bak, kaç gündür bir tavırlardasın bi hallerdesin, anlamadım sanma" dedim. "ne saçmalıyorsun yaa" diyerek iyice sinir bozucu bir şekilde soruma yanıt verdi. gittikçe gazlanıyordum. dur diyemiyordum kendime. "lan bi polis geldi senin yüzünden paparayı yedik bi de gelmiş bana tavır yapıyorsun; kaç gündür bir giblememeler bi bilmemne... ler... " "lafını bil de konuş" diyerek atar yaptı o anda.

    içimde yükselen şeytani duygu bedenimi ele geçirmiş çoktan ve o hışımla olduğum yerde çok sert bir şekilde fırladım ayağa. hatta öyle sert bir kalkış yaptım ki, diğer masadakiler dönüp baktı tam o anda avradını zikeyim. Kalabalığın da dıbına koyarım diye düşünerek "gib-tir git lan burdan" diyerek bağırdım. "defol lan burdaaannn" diye daha kuvvetle bağırdım ardından. daha o anda söylediklerimden çok pişman olacağımı anlamıştım ama iş işten geçmişti amk. geri vites de yapmadım tabii; sert bakışlarımı düşürmedim. dişlerini hafifçe sıkarak; sadece benim duyabileceğim biçimde "allah belanı versin" diyerek çantasını ve ceketini alarak çıkıp gitti. Etraftakiler mal mal bana bakıyordu. elemanın hesap almasını beklemeden gittim kasaya hesabı ödedim ve çıkıp gittim o cafe'den. hesabı öderken, hesabı alan adamın suratıma ince ince bakışını ise hiç unutamam. o gün o olaydan sonra bir daha buluşamayacağımızı sanıyordum. her şeyin geri dönülemez biçimde sona erdiğini düşünüyordum ama bunda da çok yanılmışım. meğer hayat “serhat ne olaylar dönmüş dıbınakoyayım” dedirtecek kadar tuhaf ve enteresan olabiliyormuş.

    ---birinci bölümün sonu---
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster