1. 226.
    +3
    bunca uykulu uykusuzluktan sonra...
    memleketime yaklaşırken, ateş hırsızı promethe nin ateşi
    kafkas daglarında degil sanki benim içimde yanıyordu...
    hilmiye üzülmekten, çevreye aptal aptal bakıyordum, bütün bir hayatı sorguluyordum.
    tam olarak anlayamadıgım sebeplerden dolayı, bütün suçu kendinde bulup,
    incildeki domuz gibi kendini uçurumdan atmıştı...
    evime vardıgımda annem, sarılıp öptü hemen,
    elini cebine attı
    -hani karnen nerede dedi
    -doğdugu yerden başka bir yer görmemişti, çocuklugundan beri
    koyun sagmıştı elleri...
    -anne üniversitede karne vermiyorlar dedim
    -zayıfın yok degilmi dedi
    yok anne dedim, cebinden çıkarıp harçlık verdi.
    peder tarla sürmeye gitmişti, hemen annemin hazırladıgı sofraya oturdum.
    nazlının yaptıgı yemeklerden sonra, annemin yemekleri...
    çayını bile özlemişim, köyde degişen pek fazla bir şey yoktu...
    peder o yıl, tarla kiralayıp baya bir pancar ekmişti,
    şimdi tarlada çalışmak ne zor olurdu, nazlının yanındayken ekmek elden yaşıyordum.
    yemekten sonra, kaltım çantadan elbiselerimi çıkarıyorum, hepsine nazlının kokusu sinmiş
    benim için dünyadaki en pahalı parfümden daha ğüzeldi o koku.
    yol yorgunluğuyla, hemen yataga girdim,
    hilminin son söyledikleri aklıma geldi
    allah beinm yolumu açtı demişti,ne demekse...
    kaç yaşında adam sürekli çocuklugundan bahsetmişti, ğünümüzde hüküm süren etrafına ve kendine zarar verme,
    kader alın yazısı, bunları çocukluğumuzda üretmeye başlıyoruz
    sorunun temelleri hamilelikte ve doğumda atılıyor.
    doğumu istenmemiş çocuğun,ki bence hilmide böyleydi, yaşamayı haketme savaşı daha rahimdeyken başlar
    sonra etrafındaki insanları sevebilme ve güvenebilmenin körelmesi ve en nihayetinde kaçınılmaz son.bu süreçte kendine zarar verme olgusu devreye girer
    çocukluğumuza ait acı gerçekleri inkar etmekten vazgeçersek,bu geçekleri ğizlemezsek durdurabiliriz bunu.
    ertesi ğün hemen tarlaya gittik, dagı taşı ekmiş bizimkisi...
    urfadan, maraştan gelen mevsimlik işçiler,o güneşin altında gün dogumundan gün batımına kadar ara vermeden çalışıyor.
    üstelik çadırda kalarak. günümüzde hiç bir insanın hak etmadiği yaşam koşullarında çalışıyorlar... yedikleri yemek bulğur pilavından başaka bir şey degil.
    bir de kadınlar var, sırtında daha yeni doğmuş, kedi yavrusu kadar çocukla çalışıyor, elleri nasır tutmuş herkesin... çadırın kenerında okadar çok çocuk varki
    bu çocukların gelecegi yine bu tarlalardı, kendi memleketinden uzakta,bir başkasının mülkünde çalışmak...
    o an küferettim kendime, nasıl bir dünya iki keskin ucu aynı anda görmek zorundamıydım,ne güzel yaşayıp gidiyorduk işte...
    nazlı geldi aklıma o an alaçatıda teknede güneşleniyor olmalıydı.
    akşam oldu yine yastıga başımı koyar koymaz nazlı geldi yine aklıma
    bir tek saç teli bile olsa onu koklayıp, sarılacaktım...
    bazen arardı kuzenleriyle, striptiz bara gitmişler bana onu anlatıyor...
    neyse pancarın sulama zamanı geldi, sucu bulamadıgımızdan ben sulayacaktım, pederle
    su motoruyla sulardık, saatte 2 litre mazot yakardı motor, mazot dünyanın parasıydı, tarla kiraydı,ve pancarın kilogram fiyatı
    hala ecevitin yaptıgı zamla duruyordu, halada öyledir...
    bu şartlar altında üretim yapmak aptal yerine konmaktan başka bir şey degildi,
    ama başka ne yapabilirdik, tarlayı süren, ancak tarlayı ekerdi...
    biz üretim yapıp en kötü şartlarda yaşarken, üretimle alakası olmayanlar sefasını sürüyordu.
    neyse panpalar biz pederle çadırda kalarak,su motorunun dayanılmaz gürültüsünde uyumaya çalışıyoruz.
    bir de yaban domuzları dadandı tarlaya,bu hayvanlar doymak bilmez,bu kadar sıkıntının
    arasında ürünümüzü, allahın,hükümetin ve domuzun elinden zorla alıyorduk...
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster