0
Anton Antonoviç önce sasırdı, suratını eksitti; sonra aklından neler geçtiyse, parayı çıkarıp
verdi. Öte yandan ödünç verdiği parayı iki hafta sonra aylığımdan kesebileceği konusunda
bana bir de senet imzalattı. Böylece her sey istediğim gibi oldu. Güzel kunduz yaka ucuz
rakon kürkün yerine kuruldu; ben de yavas yavas harekete geçtim. Gözü kapalı, bir atılımda
yapılabilecek bir is değildi bu; ustaca, özellikle ağırdan ağıra baslamalıydım. Ne yalan
söyleyeyim, birkaç denemeden sonra nerdeyse tasarımdan cayıyordum: Omuzlarımız bir
türlü çarpısmıyordu. Ben mi iyice hazırlanamıyor, niyetimde sıkı durmuyordum, orasını
bilmiyorum: "Tamam iste simdi tokusuyoruz" demeye kalmıyor, ben gene yana çekiliyordum.
Bizimki ise hiçbir seyin farkına varmadan basıp geçiyordu. "Tanrı bana güç versin!" diye,
adama yaklasırken dua üstüne dua okuyordum. Hele bir keresinde iyice kararımı verdim,
fakat son anda aramızda bir karıs bile kalmamısken gene tabansızlığım tuttu, herifin
ayaklarına dolasıverdim. Subay beni tanımadan üzerime doğru yürüyünce kendimi top gibi
yana fırlattım. O gece yine atesler içinde kıvrandım, sabaha kadar sayıkladım durdum. Sonra
her sey sasılacak bir kolaylıkla bitiverdi.
Olaydan bir gün önce uğursuz niyetimden bütünüyle cayarak bu isi yüzüstü bırakmayı
kafama koymus, bu isi nasıl kapatacağımı pek merak ederek son kez Nevskiy'e çıkmıstım.
Birden üç adım ilerde düsmanımı görünce kararımı değistirdim, gözlerimi yumdum, bir anda
omuz omuza gelip çarpıstık! Bir santim bile yana çekilmedim, onunla tam bir esitlik içinde
geçtim gittim! Herif basını çevirip bakmadı bile. Beni gördüğü halde görmezlikten gelmisti,
bunu adım gibi biliyordum. Su ana kadar da bundan zerrece kuskulanmadım. Benden daha
güçlü olduğu için çarpısmada gene ben zararlı çıkmıstım, fakat bunun ne önemi vardı!
Amacıma erismis, bir adım bile yana çekilmeden, herkesin gözü önünde kendimi onunla aynı
düzeye çıkararak onurumu kurtarmıstım ya!..
Utkumun (zaferimin) coskusu içinde Đtalyan aryaları söylüyordum. Üç gün sonraki ruhsal
durumumdan söz etmeyeceğim artık, yazımın birinci bölümünü, "Yeraltı"nı okumussanız ne
duruma düstüğümü kendiniz kestirebilirsiniz.
Subayı sonra baska bir yere atadılar. Onu görmeyeli on dört yıl oluyor. Adamcağız simdi kim
bilir hangi rütbeye gelmistir! Kim bilir kimleri tepeleyip geçiyordur!
II
Hovardalık dönemimin sonu gelince ben de sıkıntıdan patlayacak duruma düsüyordum.
Üstüme bir bezginlik çöküyor, o zaman içimi bulandırmaya baslayan bu duyguyu kendimden
uzaklastırmaya çalısıyordum. Fakat buna da alısıyordum yavas yavas. Zaten ben her seye
alısırım; daha doğrusu boyun eğer, sesimi çıkarmadan katlanırım. Neyse ki herseyi hos
görmemi sağlayan bir çıkıs yolum vardı: Hayalimde de olsa "güzel ve yüce seyler"e
sığınmak! Köseme çekilir, üst üste üç ay, delicesine hayal kurardım. Đnanır mısınız, korku ve
saskınlık içinde yakama Alman kunduzunu diktiren içimdeki o tavsan yürekli adamdan eser
kalmazdı böyle anlarda. Birdan kahraman kesilirdim. O sırada ziyaretime çam yarması
teğmen bile gelse, kapının yolunu gösterirdim herhalde. Onu gözlerimin önünde
canlandırmaya çalısır, yapamazdım. Neleri hayal ettiğimi, bunlardan nasıl bir tat aldığımı
söylemek simdi çok zor, fakat o zaman yalnızca hayallerimle avunurdum. Hos, simdi bile
biraz hayallerle oyalanıyorum ya...
Hovardalık özentilerimin sonunda hayaller daha bir güçlü, daha bir tatlı gelirdi bana;
pismanlıklar, gözyasları, lanetlemeler, coskunluklar içine gömülür giderdim. Bazen benliğimi
saran bas döndürücü sarhosluğa, ekgibsiz mutluluğa kendimi öylesine kaptırırdım ki,
kendimle alay etmek aklımın kösesinden geçmezdi. Tümüyle inanç, umut, sevgi kesilirdim.
Gerçekten de öyle, dısardan gelecek mucizemsi bir olayla çevremde her seyin açılıp
genisleyeceğine; önümde sanıma yarasır, yararlı, güzel, özellikle kusursuz bir çalısma
ufkunun açılacağına körü körüne inanırdım. (Bu çalısmanın neyle ilgili olduğunu biliyordum,
aslında kusursuz olması önemliydi benim için.) kısacası, günün birinde, basımda yalnızca
defne dalı ekgib, neredeyse bir kır atın sırtında yeryüzüne iniverecektim. Đkinci dereceden bir
rolü kendime hiç yakıstırmaz, bundan dolayı sonuncu olmaya gönül rahatlığıyla katlanırdım.
Ya kahraman olacak ya da çamura batacaktım, ikisinin ortası yoktu. Beni mahveden de
buydu ya!.. Çünkü çamurda debelenirken, "bir gün gelecek kahraman olacağım" diye
avuturdum kendimi. Ancak kahramanların çamura batmaya hakları vardı, sıradan insanların
çamura bulasmaları uygunsuz kaçardı. Çamuru bağıslatmak için yüce insan, kahraman
olmak gerekirdi.
Bu "güzel ve yüce" duygular coskusunun hovardalığa daldığım zamanlarda bile gelmesi, isin
dikkate değer yanıydı. Hele rezilliklerin en koyusuna bulastığım anlarda, varlığını duyurmak
istercesine siddetli patlamalar halinde gelmesi, sonra da hovardalığıma bir zarar vermeden
geçip gitmesi sasılacak bir seydi. Rezilliğim derecesinde ruhuma doğan yüce duygular,
acılığıyla yemeklere lezzet katan iyi bir terbiyeyi kaldıracak ölçüde azalıp çoğalırdı. Çektiğim
acılar, düstüğüm çeliskiler, çetin ruh çözümlemeleri terbiyenin asıl malzemesiydi. Bütün bu
ıstıraplar, ıstırapçıklar acınası hovardalığımın keskinliğini artırıyor, ona bir çesit anlam
veriyordu; yani hovardalığımın tuzu biberi oluyordu.
Bütün bunların kendine göre bir derinliği yok değildi. Sıradan insanların gittiği, basit, asağılık
hovarda eğlencelerine dalarak, kendimi çamura bulastırmanın bir nedeni olmalıydı. Yoksa
gece geç vakit beni sokaklara sürükleyen bir çekicilik bulamasam, hiç bu eğlencelere dalar
mıydım? Hayır, ucunda soyluluk bulunmayan bir davranısa yanasamazdım ben.
Hayallerimde "güzel ve yüce seylere sığınarak" ne büyük asklar yasadım, ey Tanrım!
Yeryüzündeki hiçbir varlıkla ilgisi olmayan, bu bütünüyle hayal ürünü asklarım beni öylesine
doyuruyordu ki sonradan gerçek bir sevgiye gereksinme bile duymuyordum. Gerçekte birini
sevmek benim için gereksiz bir lüks oluyordu. Tatlı bir uyusuklukla sanatsal bir yaratıcılık
geliyordu her seyin sonunda: suradan buradan, ozanlardan, romancılardan kaptığım
kusursuz yasam sahnelerini istediğim gibi bozup değistiriyordum hayallerimde. Her seferinde
üstün gelen bendim, yenilenler üstünlüğümü ister istemez kabul etmek zorunda kalıyorlardı,
bense onları gözümü kırpmadan bağıslıyordum. Tanınmıs bir ozan, bir saray mabeyincisi
olup gönlümü bir güzele veriyor, elime geçen milyonları insanlık uğruna harcamaya
çalısıyordum. Sonra da günahlarımı, pek doğaldır ki, basitlikten çok uzak, içinde bol bol
"güzel ve yüce seyler" bulunan Manfredvari günahlarımı sayıp dökmeye baslıyordum
herkesin önünde. Hepsi beni gözyasları içinde öpüyorlardı. (Yoksa hımbıllıklarını göstermis
olurlardı.), bense ilerici düsünceleri yaymak için karnı aç, ayağı çıplak yollara düsüyor,
gericileri Austerlitz'te kırıp geçiriyordum. Sonra marslar çalınıyor, genel af ilan ediliyordu.
Papa Roma'yı bırakarak Brezilya'ya gitmeye razı oluyordu. Sonra bütün Đtalya onuruna Como
Gölü kıyısındaki Bargez köskünde (Bu olaylar için Como Gölü yerinden alınıp Roma'ya
getirilmis oluyordu.) büyük bir balo veriliyordu. Arkasından da fundalıklar arasında bir olay
geçiyordu vb, vb... Anlamaz değilsiniz ya!..
Tümünü Göster