6) soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.
bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.
gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
"heykelin bir ustası olması vâciptir." zira, san'at san'atkârsız düşünülemez.
"bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür." yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.
"heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir."
aynı hakikati güneş için düşünecek olursak: güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. yâni, ışıksız güneş düşünülemez. güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında oniki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.
yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: vâcib, mümkin, mümteni.
cenâb-ı hakk'ın vücudu "vâcib", yaratılmış ve yaratılacak olan herşeyin vücudu "mümkin", allahü teâlâ'nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise "mümteni"dir.
cenâb-ı hakk'ın vücudu vâcibdir. o'nun vücudu zât’ ındandır. var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. o'nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.
mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. yaratılan ve yaratılma ihtimali olan herşey mümkindir.
meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. demek ki, "harf için iki taraf sözkonusudur. olmak ve olmamak. kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.
bütün mümkinat, cenâb-ı hakk'ın yanında bu harf gibidir. kâinat, o'nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine o'nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında allah'a muhtaçtır.
mümkinat âleminde, o vâcib-ül vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. o'nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında herşey eşittir. küçük - büyük farkı yoktur. o kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.
mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. mümkinin "olmak", "olmamak" gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. yokluk mümteninin daimî vasfıdır. onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.
meselâ, bir rakam ya çifttir, ya da tektir. bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.
bir insanın aynı anda hem ayakta, hem de oturur olması da mümtenidir.
bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.
aynen öyle de, cenâb-ı hakk'ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.
mümkinin vâcib'ten büyük olması da mümtenidir.
mahlûkun hâlık'tan üstün olması da mümtenidir.
soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.
7) soru sahibi büyüklük kavrdıbının cahilidir.
cenâb-ı hakk'ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. yâni, o, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. o'nun zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.
bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. nasıl onunla kıyasa girebilirler?
bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan allahü teâlâ' nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. zira bütün mahlûkat hep o'nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. varlıkları o'nun var etmesiyle, hayatları o'nun hayat vermesiyle, nurları o'nun nurlandırmasıyladır. onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. o'nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. cenâb-ı hakk'ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.
bilindiği gibi, matematik ilminde bir "sonsuz" kavramı vardır. bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. onların büyüklükleri birbirilerine göredir. sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, cenab-ı hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. o mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.
soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.
san'atkârın san'atından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. meselâ, selimiye camii'ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. o taşları bir şaheser hâline getiren, mimar sinan'ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san'atındaki meharettir. alkış sinan'adır, takdir o'na gider. faraza, sinan'ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. o eserlerin hepsi de o'nun büyüklüğüne delil olurdu. lâkin, onların büyüklükleri mimar sinan'ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.
şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler esmâ-i i̇lâhiyye'ye aittir. bütün mevcudat cenâb-ı hakk'ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. atomlardan galaksilere kadar herşey, her haliyle ve tavriyle, her an o’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. o'nun hâkimiyeti karşısında herşey mahkûm, o'nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.
i̇şte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmadır.
http://www.sorularlaislam...arlik-yaratabilir-mi.html
kafanız alacaksa okuyun beyler.