1. 1.
    +2
    naber moruk, gel şöyle az muhabbet edelim.

    en çok pazar sabahları hissediyorum lan bazı şeyleri. kaçtığım şeylerle en çok pazar sabahları yüzleşiyorum.

    i̇yi hatırlıyorum 4-5 yaşındaydım, zaten çocukluğumu dün ne yediğimden daha net hatırlıyorum dıbına koyayım, unutmak istemediğimden olsa gerek. neyse, bi sabah uyandım, baktım annem sadece bir kişilik kahvaltı hazırlamış, o da bana. "siz neden yemiyosunuz anne?" diye sordum, "bugün ramazan" dedi. haa dedim, demek ramazan olunca öyle oluyomuş, ama bi yandan da garipsedim tabi, normalde hep beraber kahvaltı etmemiz gerekiyordu.

    o aynı garip duyguyu yıllar sonra tekrar hissetmek, hem de sürekli olarak hissetmek taktan moruk. çocuk aklıyla sorulan "ne zaman bitecek ya bu ramazan" sorusunu, yıllar sonra yine sormak zorunda olmak taktan moruk. ve daha da taktanı, o pazar sabahının ramazan da olmaması. gelip geçici bir dönem de değil yani. yine beraber kahvaltı edememek, güneş dışarda pis pis sırıtırken yalnız olmak, hatta o sabahın pazar günü olduğunu telefonun takviminden öğrenmek, bunlar taktan şeyler.

    yalnız olmak, etrafında kaç kişi olduğundan bağımsız bir durum. elini sobaya vurduğun an, yanında kaç kişi olursa olsun, bi tek senin canın yanar. o acıyı bi tek sen hissedersin. ama bi yandan senin hissettiğin acıya senin kadar üzülen, hissedemese de içi yanan insanların olduğunu bilmek güzeldir.

    kimdir o senin hissettiğin acıdan senin kadar canı yanan, seni sen kadar, hatta senden daha çok düşünen insan? kimdir biliyo musun, kimse aşk meşk masalları okumasın bana, annen ve babandır o insan, bi de belki kardeşlerin. kardeşim olmadığı için o duygu hakkında bir yorum yapamam, bilemiyorum, ama ailendir o insanlar.

    ailenin olmaması, veya ailenin olmadığını hissetmek taktandır moruk.

    bak sana dünyanın en masum yalanını anlatayım. 7-8 yaşlarındaydım, mahallede yaşça bizden biraz büyük bi bin bulvar gazetesi almıştı. biz de merak ediyoruz tabi, ilk defa meme görmüşüz hayatımızda. neyse baktık ettik, sonra bu "lan ben eve gidecem ama bunu zütüremem, al sende kalsın" dedi, verdi elime gazeteyi. ben de eve gittim, gerizekalı gibi salonun orta yerinde halıya serdim bulvar'ı, bakıyorum öyle. tabi annem girdi içeri gördü, "napıyosun sen onla" diye sordu. "bulmacasını çözüyorum anne" dedim. bak öyle bir söyledim ki bunu, annemden geçtim, kendim bile inandım dıbına koyim. "kalem var mı ya" diye kalem aradım evin içinde.

    ama annem yemedi tabi ehehe. annemin suratında böyle bir "yemedim ama yemiş gözüküyorum" ifadesi vardı.

    i̇şte insanlara anlatınca bazı şeyleri, bunu inandırıcı bulmuyorlar. "anlamadım ama anlamış gözüküyorum" ifadesine giriyorlar. yok onları da suçlamıyorum, yaşayanın bilebileceği şeylerdir çünkü bunlar.

    fakat işin taktan tarafı, elini yanan sobaya vurursan eğer, avazın çıktığı kadar bağırma hakkına sahipsindir. zira insanlar görür onu, anne baban olmasalar bile, hissettiğin o acıyı anlarlar. gözle görülür, tenle hissedilir bir şeydir çünkü o.

    ben yine bağırıyorum, yine küfürler ediyorum, fakat insanlar bu sefer bir anlam veremiyor. somut sebepler arıyorlar senin o haline.

    ama anlatamıyorsun.

    anlamazlar ki. çok ulvi, çok sıradışı bir duygu olmasına gerek de yok, sadece yaşayanın bilebileceği bir şeydir o. ve bu sebeple sana asla inanmazlar, sadece inanmış rolü yaparlar. belki 1-2 sefer inanırlar, fakat ısrarla devam edersen acı çekmeye, bu sefer inanmamaya başlarlar, bıkarlar.

    "kalem var mı ya" diye yalan bir soru sorup, bu soruya kendini inandırmak masumdur. fakat ağlarken yakaladığın annene "noldu anne?" diye sorduğunda, "televizyondaki filme ağlıyorum oğlum" cevabını aldıysan, ve bu yalana kendini inandırmak zorunda kaldıysan, işte bu masum değildir. pistir, çaresizliktir.

    hele hele bunu son birkaç yıl içinde 30-40 defa yaşadıysan, bu huur çocukluğudur.

    bu yazdıklarımı amcam da okuyacak biliyorum ama anlatmam lazım. alınma amca, senlik bir durum değil yemin ederim. zaten ben burada ne anlattıysam "anlatmam gerektiği" için anlatmadım, "içimden öyle geldiği" için anlattım. gibindirik gazetelerin maaşla çalışan, işin huursu kıvamındaki köşe yazarları gibi, sadece söylemesi gerekenleri söyleyen bi adam olursam gibtir olur giderim zaten. burada samimiyetin dibine değdirerek yazıyorum bazı şeyleri, zira bazen insan bi su kuyusu arıyo "midas'ın da eşeğin de anasını gibeyim" diye bağırmak için.

    babamı kaybedişimden 1 sene geçmişti, ufak ufak amcamlarda kalmaya başladım, çünkü çok benziyordu amcam babama. eh nasıl benzemesinler dıbına koyim, aynı taşaktan düşmüşler ulan. ama bir de, orada da bir ailem olduğuna inandırmıştım kendimi, o güzel hissettiriyordu, biraz da ondan gidiyordum amcama.

    bir gece kavgalarını işittim yengemle, adım geçmişti. "sığıntı" olduğumu, aslında bir ailemin olmadığımı, kendimi yine bi dıbına koduğumun yalanına inandırdığımı işte tam o an farkettim. yanımda ufak kuzenim vardı, beraber uyuyorduk. sarıldım ona, dudaklarımı ısıra ısıra ağladım. ses çıkarmadan, boğazım acıya acıya.

    ama ne koymuştu biliyor musun? normalde "aman nolcak, banane dıbına koyim, yarın eve gitcem nasılsa" derdim, kendi kendime "benim zaten aslan gibi babam var" diye gider koyardım, umursamazdım.

    i̇şte o gideri koyamamak koymuştu.

    "aslan gibi baba"nın artık olmayışı koymuştu.

    i̇şte o sebeple ki, sahip olup da kaybetmek, hiç sahip olamamanın yanında çok daha taktandır. hiç sahip olamazsan sıfırsındır, eyvallah, fakat sahip olduklarını kaybettiysen, işte o zaman eksilerdesindir. senden de kopup giden bir şeyler olmuştur zira.

    yıllardır duvarda asılı olan çerçeveyi bir kaldırın oradan, çerçevenin kalktığı yer sırıtır. bembeyaz kalır orası, etrafı pistir onun. i̇şte ben de öyle sırıtıyorum yıllardır. o ayazda kalmış bekçi yarağı gibi sırıtan, artık çerçevesi olmayan duvar var ya, işte o anasını gibtiğimin duvarı gibiyim yıllardır. belli yani önceden var olan bir şeylerin artık yok olduğu.

    yine de şükrediyorum halime. ne dertler var bu dünyada, en azından açlıkla imtihan edilmiyoruz diyorum. ama senden daha kötü durumda olan insanların var olduğunu bilmek, senin moralini düzeltmez ki. "e iyi de, bu da benim derdim dıbına koyim" dersin.

    zamanla geçer ya bazı şeyler, hatta abartarak "zaman her şeyin ilacıdır" derler ya, "alışırsın" derler ya. yok lan, öyle değil o. bazı şeylere alışamazsın hacı. bazı şeyler zamanla düzelmek şöyle dursun, zamanla daha da kötüye gider.

    pazar sabahlarının ta anasını gibeyim o yüzden. alışacak gibi olurken, aklıma getirmemeye çalışırken, bazı şeyleri yüzüme yüzüme vurduğu için ta anasını gibeyim o pazarların ben.

    şimdi şu siyasi ve gizli meselelerle ilgili yazı bekliyorsunuz ya benden, yazacam bi ara kaynatasız. babaannemin köyde kedi taşları olurdu, "kedi taşı da ne dıbına koyim" diyorsun şimdi. tavukların yemeğine sulanan kedilerin kafasına oturduğu yerden fırlatmalık taşlar biriktirirdi babaannem, ama öyle böyle taş da değil ha, mübarek göktaşı anasını satayım. kedinin yanından geçse rüzgarı bile kafasını yarar, o derece. ha işte benim de öyle yedekte biriktirdiğim kedi taşlarım var, sıkıntınız olmasın.

    ama işte diyorum ya, bazen tuzsuz patates kızartması gibi geliyor her şey. "neden" arayan insanlara sürecek bir nedenin olmuyor. anlatamıyorsun insanlara aslında dışardan enfes görünen o patates kızartmasının tuzu olmadığını.

    hani ortaokulda hoca masaları dolaşa dolaşa ödev kontrolü yapardı ya, sen de ödevini yapmamışsındır, ve hoca sadece 2 masa önündedir. birazdan sıra sana gelecektir. o an hayvani bir stres yaşarsın, heh işte onu 30'la 40'la çarp moruk. öyle bir haldeyim.

    öyle bir haldeyim ki, ne paramın bitmesi, ne kız arkadaşımla kavga etmemiz, ne de sırtında ben var diye kendini mehdi zanneden bi adamın beni dava etmesi, hiçbiri derdim olamıyor. özledim o küçük dünyamdaki küçük dertleri, ama artık olmuyor. i̇nsanın değer yargıları değişiyor zamanla.

    size de o yüzden "beni okumayın" uyarısında bulunmuştum birkaç sefer. yaşadığımız her şey gerçek, öyle gibindirik "heeey her şey bir yanılsama, ilüzyon, matrix heeeey" felsefelerine gerek yok. fakat insan elinin değdiği bu dayatmalarla dolu dünya hayatı kurmacadır. bunun farkında olmak ise, malesef seni motive eden bir şey olmuyor. acıtıyor.

    "seni öldürmeyen şey güçlendirir" lafı son derece huur çocuğu bir yalandır.

    seni öldürmeyen şey, sende iz bırakır, çirkinleştirir. nasırlı topuk gibi olursun.

    o hale gelince de kimseye anlatamazsın derdini, inanmazlar. sen nasıl bu hale geldin derler.

    o sebeple ki senin ta dıbına koyayım pazar sabahı.

    ben deli değilim, napolyon'um diyorum, inanmıyorlar senin yüzünden.
    ···
   tümünü göster