1. 51.
    +1
    alevilik zaten peygamberin zamanında var olduğuna inanılan bir durumdur şaşırdın dimi
    peygamber hayattayken ammar selman mikdat gibilere şia'tül ali ( alinin yakınındakiler ali tarafındakiler) denmiştir
    peygamberin vefatıyla beraber nübüvvet makamı son bulduğunda hilafet makdıbına peygamberin cenazesi defn edilmemişken ömer in desteği ile halife seçilen ebu bekr in hilafetini ali böyle bişey olmaz peygamberin cenazesi daha dururken oldu bitti ile iş yapılmaz diyerek reddetmiştir. bunun üzerine rivayet odur ki ömer adamları ile fatıma ve alinin evini ateşe verir ve bu esnada fatıma darp edilir karnındaki oğlu-adı sonradan konumuştur- muhsin düşer. ali hilafetin hakkı olduğunu gadir hum da peygamberin kendisini işaret etmesi ve müslümanlardan söz alması ile belirtmiştir.
    alevilikte velayet makamı vardır bunu şöyle anlatmak lazım. peygamberin ölümü ile biten nübüvvet sürecinin ardından insanlar gene peygamberin saf soyundan gelen ve onun terbiyesini alarak yetişen yakın ailesi yani ehli beyti vasıtasıyla velayet sürdürülür. osmanın şehadetinden sonra aliye hilafet zorla verilmiş ali de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. ali bu durumu ve yaşadıklarını verdiği bir hutbeyle belirttiği rivayet olunur buna şıkşıkiyye hutbesi denir
    işte o hutbe gerçek bir
    andolsun allah'a ki filan(ebubekir), onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilafete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilafet benim çevremde dönerdi, sel benden akardı; hiç bir kuş, uçtuğum yere uçamazdı,. hilafetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.

    gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde tiken vardı, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığını görüyordum. birincisi, ona falan(ömer) verip gitti. (sonra a’şa’nın şu beytini okudular:)

    “bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;
    cabir’in kardeşi hayvanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?”

    ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. bu iki kişi hilafeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. o, hilafeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşen incitirdi. meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helak olma çukuruna zütürür, atardı. allah’ın bakaasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yedi durdu. uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halifeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunlardan biriyim sanıldı.

    allahım sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? fakat incerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla bile oldum. içlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin. (1)

    derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı- çimeni yeyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti. (2)

    derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni ezen birşey olmadı; her yandan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan hasan'la hüseyin ayaklar altında kalacaktı neredeyse. koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.

    ama işi elime aldıktan sonra bir bölük biyatten döndü; ahdini bozdu. öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itaatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh allah'ın "işte ahiret yurdu; biz onu yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz. ve sonuç. çekinenlerindir. " buyurduğunu duymamışlardı. (xxviii, kasas, 83) evet, andolsun allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de, fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi onlara hoş geldi.

    ama şunu da bilin ki andolsun tohumuı yaratana, insanı yaratana, bu topluluk, biyat için toplanmasydı, allah'ın zalimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı, hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu , ilkinin kasesiyle suvarır giderdim. siz de anlamışsınızdır ki şu dünyanızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.

    (demişlerdir ki; hutbelerinde söz, buraya gelince, ırak ili halkından biri kalktı, hazrte bir kağıt sundu. hazret kağıdı okumaya daldılar. okuyup bitince ibni abbas, ey müminler emiri dedi, sözüne bıraktığın yerden başlasan; emir'ül müminin aleyhisselam buyurdular ki:)

    heyhat ey abbas oğlu, bu, erkek devenin esridiği zaman ağzına gelen köpüktü; geldi, gene geriye gitti.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster