0
ve çok uzak,
çok uzaklardaki istanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları:
hürriyet ve ümit,
su ve rüzgârdılar.
onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
fındık ve tütün getirip
şeker ve zeytinyağı zütürürlerdi.
şimdi, büyük sırlarını zütürüyorlardı.
şimdi, denizde bir insan sesinin
ve demirli şileplerin kederlerini
ve kabataş açıklarında sallanan
saman kayıklarının fenerlerini
peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp
küçük,
kurnaz
ve mağrur
gidiyorlardı karadeniz'e.
dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
ingiliz torpitosudur.
ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan:
şaban reisin beş tonluk takası.
kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
rüzgar:
yıldız - poyraz.
esirlerini bordasına alıp
kayboldu ingiliz torpitosu.
şaban reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.
arheveli ismail
bu ölen teknedendi.
ve şimdi
kerempe fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil:
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
arheveli ismail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»
gece, tophane rıhtımında
kamacı ustası bekir usta ona:
«evlâdım ismail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»
ve kerempe fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
ismail, reisinden izin isteyip,
«şaban reis, » deyip,
«emaneti yerine zütürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.
«allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.
rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.
elleri kanayarak
çekiyor ismail kürekleri.
ismail rahattır.
kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
ismail unsurunun içinde.
emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.
rüzgâr bocalıyor.
belki karayel gösterecek.
en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
fakat ismail
ellerine güvenir.
o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.
rüzgâr karayel göstermedi.
yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.
ismail beklemiyordu bunu.
dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
bir ürperme geldi ismail'in içine.
ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.
sular tekneyi açığa sürüklüyor.
artık hiçbir şey mümkün değil.
kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
ilkönce küfretti.
sonra, «elham» okumak geldi içinden.
sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
sonra...
sonra, malûm olmadı insanlara
arhaveli ismail'in âkıbeti...
Tümünü Göster