@152 zahmet edip okumak yerine doğruca sövmeye kalkışacağını biliyorum ama ben yine de sana cevabı murat zelan'ın konuyla ilgili bir yazısıyla veriyorum zütüm (afilifilintalar.com'dan alıntıdır);
--
spoiler--
Oscar Wilde, 1882 yılında Kuzey Amerika’da konferanslar vermek üzere tura katılır; Vahşi Batı’daki tur boyunca sıklıkla sisler içinde patlayan barut fıçıları ve silahlar göreceğini umar. Fakat gezi hiç de umduğu gibi geçmez. Nihayet konferans vereceği salona gelir. Oldukça ferah ve tertemiz bir salon… Tam masasına oturduğu anda, şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşır. Karşısında bir piyano ve duvarda asılı koca bir levha vardır. Üzerinde ise büyük harflerle şöyle yazar: “Please don’t shoot the piano player. He is doing his best.”
“Lütfen piyanisti vurmayın; o, elinden gelenin en iyisini yapıyor.”
Türkçede az kullanılan bir deyimdir bu. Zaten, kullanıldığında da kısaca “Piyaniste ateş etme” denir. Çoğu kez, hedefini şaşıran kimseleri ikaz etmekte kullanılır. Hatta, yönetmenliğini François Truffaut’nun, başrolünü Charles Aznavour’un üstlendiği ve tam da bu söze gönderme yapan 1960 yapımı “Tirez sur le pianiste – Piyanisti Vurun” isimli Fransız yapımı bir film de vardır.(*)
“Fazıl Say da arabesk bir ruh taşıyor, hem de dibine kadar!” başlıklı yazımdan sonra bazı kişiler, doğrudan doğruya “piyaniste ateş etme” demeseler de, Fazıl Say’ı eleştirmenin benim haddim olmadığını ifade edince, bu meşhur sözü hatırladım.
Sanırım, “Fazıl Say” meselesi etrafındaki bazı boşlukları doldurmam gerekiyor.
Öncelikle şunu belirteyim: Ben, arabesk sever biri değilim. Hayatım boyunca da olmadım. Arabesk dinleyen kitlenin, bulundukları yere, kaderine isyan eden, bununla birlikte “yükselme” derdi taşıyan insanlardan teşekkül ettiğini düşünürüm. Bana göre arabesk varoş gibi, gecekondu gibidir. “Kentlidir” ama “kent soylu” değildir. Bu bakımdan, Fazıl Say dahil, arabeskin düşük nitelikli olduğunu savunan insanlarla bir masa etrafında otursak, genelde mutabık kalacağımızdan kuşkum yok. Hem ben, Fazıl Say’ın argo konuşmasıyla da ilgilenmiyorum. “Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum” açıklamasına, “ayıptır, aile var, bu halka ve arabeske yavşak diyemezsin” babından bir tepki göstermiyorum. Gösterseydim, “müziği yüksek, ağzı düşük” türünden tezatlara dikkat çeken cümleler kurardım. Kaldı ki, bana göre argo uyarıcı ve sarsıcı etkileri nedeniyle oldukça işlevseldir.
Peki, ben işin neresindeyim? işin neresinde olduğumu söyleyeyim ki, “Dünyaca ünlü yüksek değerimiz Fazıl Say’a siz nasıl olur da ‘piyanist şantör’ dersiniz” türü yüksek derecede hayret içeren, ama yüksek derecede zekâ kırıntısı barındırmayan bir noktada odaklanan tepkiler vuzuha kavuşsun.
Bir kere şu var: Fazıl Say’ın bugüne kadar verdiği röportajlarda yankı bulan ve ben dahil birçok kişinin tartıştığı beyanlarının hiçbiri müzikle, hele ki “yüksek müzikle” ilgili değil.
“Türkiye rüyalarımız öldü… Biz yüzde otuz, onlar yüzde 70… islâmcılar kazandı… Tüm bakan eşleri türban takıyor… Çankaya’daki davete bile beni çağırmadılar… Başka yere taşınmayı düşünüyorum…”
22 Temmuz sonrası ardı ardına söylediği polemik düzeyindeki bu siyasal saptamaların müzikle nasıl bir ilgisi var? Tepki gösterirken, “Bir dakika şimdi, Fazıl Say dünya çapında bir müzisyendir” diyenler bu sözlerde nasıl bir müzikalite, nasıl bir müzik ruhu buluyorlar, anlamak güç. Kimin tarafından söylendiğini bilmesek, bu sözlerin doğrudan doğruya bir müzisyene, üstelik yüksek değer atfedilen bir müzisyene ait olduğu iddia edilebilir mi? Çok mu kıvrak, çok mu melodik, çok mu dâhiyane bu sözler? Müzik bunun neresinde? Deha bunun neresinde? Adam Türk müziğini, batı müziğini, klagib müziği filan tartışmıyor. Düpedüz siyasi pozisyonunu deklare ediyor: “Biz yüzde otuz, onlar yüzde 70” diyor, kendini oturttuğu siyasi tabanı işaret ediyor. “Piyaniste ateş etme” demeye getirenlerin gözden kaçırdığı gerçek işte bu: Piyanist uzun zaman önce piyanosunu terk etti ve düelloya katıldı. Piyanist artık “klavyede” oturmuyor, “tetikte” dolaşıyor… Önüne geleni düelloya davet ediyor, sağa sola ateş açıyor. “Türk halkının arabesk yavşaklığı” ve “Sezen Aksu”, giriştiği düellolarda seçtiği hedeflerden yalnızca ikisi…
Birlikte konser verdikleri günden bu yana geçen iki yıldan fazla zamanda sus pus oturmuşken, Sezen Aksu referandumda evet diyeceğini açıkladıktan hemen sonra, korkuluk gibi, Aksu’nun karşısına dikildi. “Böööö!” Açıkça tehdit ediyor, şantaj yapıyor. Bu ülkenin en itibarlı sanatçılarından birini siyasal olarak karşı cephede görmek onu kudurtuyor ve haddini bildirmeye girişiyor. Çocukça bir tavırla, kitlelere, “Sezen Aksu evet dese ne olacak ki, o zaten doğru dürüst şarkı bile söyleyemiyor” demeye getiriyor. Yaptığı şeyin, temelde, koca koca generallerin kendileri için tehdit olarak gördükleri bazı gazetecilerin itibarını zedelemek gayesiyle andıç hazırlamasından hiçbir farkı yok. Bu da bir çeşit andıç; bir Fazıl Say andıcı…
Fazıl Say’ın derdi kesinlikle ülkedeki müzik ikliminden dem vurmak değil. Nitekim “arabesk yavşaklığı” tezini, sonradan çıktığı bir televizyon programında tek bir kelime sosyolojik ve tek bir kelime mugibi ölçüye dayanak yapmadan, doğrudan doğruya “AK Partililer de arabesk dinler” gibi bir çıkarsamaya vardırdı. Fazıl Say, bir iklim değişikliği geçiriyor; müzikal iklimden siyasal iklime doğru evriliyor.
Önemle vurguluyorum: Fazıl Say büyük bir müzik adamı veya büyük bir piyanist olarak konuşmuyor, “yüzde otuz” olarak konuşuyor. Piyanosunun başına müzisyen olarak oturuyor belki, ama piyanosunun başından kalktıktan sonra “yüzde otuz” olarak dolaşıyor ortalıkta. işte bu yüzden, piyanosunun başındaki o biricik Fazıl Say’ı değil, “Yüzde Otuz” Fazıl Say’ı eleştiriyorum ben. Es kaza düellonun içinde kalan piyanisti değil, bütünüyle düellonun tarafı olan “silahşor piyanist” Fazıl Say’ı.
Ortada dönen filmin hikâyesi aşağı yukarı böyle… Bu sebeple, kimse bana izlemekte olduğumuz filmi, “müzikal” diye yutturmaya kalkışmasın: Bu filmde nefret var, intikam var, entrika var, politika var; fakat, bu filmde müziğe dair hiçbir efekt yok. Bu film, piyanistin silahşorluğa soyunduğu tuhaf bir westernden başka bir şey değil.
Şunu kabul etmeliyiz; Fazıl Say, Türkiye’de yaşayan milyonlarca insanın hayatında bir “müzik adamı” olarak sahne almadı; müziğiyle tartışılmadı. Fazlasıyla “magazin adamı” olarak boy gösterdi, ama o kısmı geçiyorum. O, bu ülkede yaşayan insanların hayatına daha çok siyasi bir figür olarak eklemlendi. Üstelik “yüksek siyaset” yapan bir figür olarak değil; düpedüz, ucuz siyaset yapan bir partizan olarak, bir CHP militanı olarak… inanın bana, Fazıl Say düzeyinde siyasal analizler yapabilmek için dünya çapında bir yüksek değer olmaya gerek yok. Fazıl Say ayarında analiz yapmak için Canan Arıtman olmak yeterli, vesselam.
--
spoiler--
sen de fazıl sayla beraber gibtir git.