1. 201.
    0
    Bir şehri güzel yapan doğası, mimarisi, insanları, sakinliği, koşturmacası vs. olabileceği gibi akla gelmeyen, akla yatmayan, akıldan uzak görünen kimi sebepler de olabilir. Tatlının kıvdıbını damak tadına uydurabilen Tatlıcı Mikail damağını gıdıklayabilir, Köfteci Süleyman'ın baharatlarının kokusu olur olmaz zamanlarda burnunu yoklayabilir, Şenol Büfe'deki kır saçlı adamın ömrüne ömür kattığı gülümsemesine ihtiyaç duyabilirsin. Bunlar küçük ve önemsiz gözüken fakat seni o şehre bağlayan, bağından koptuğun anlarda özlem duymana sebep olan küçük "şey"lerdir. Döndüğünde bıraktığın yerde bulmak istersin. Bulamazsan için burkulur. Tatlıcı Mikail vefat etmiş, dükkanı oğlu işletir olmuştur. Tatlılar fena sayılmaz; sütün, nişastanın, tarçının kıvamı bellidir sonuçta ama ağzının tadı kaçmıştır bir kere. Eski tadı bulamazsın. Köfteci Süleyman'ın kendisi var dükkanı yoktur. Sebepleri çoktur, duymaya dayanamazsın. Şenol Büfe yerli yerindedir. Yılların yorgunluğunu, hüznünü, kırgınlığını, görmüş geçirmişliğini, neşesini, huzurunu, daha neler nelerini yüzünde taşıyan gülümseme seni biraz olsun kendine getirir. Bir gazete alırsın, ayak üstü iki sohbet edip kulaklarını tırmalamayan bir müziğin çaldığı kafede kendine yer bulursun ve okursun: "Oğuz Atay'ın Evi de Tutunamadı".

    Daha birkaç gün evvel Korkuyu Beklerken'in italyanca'ya çevrildiğini duyup sevinirken yazarın yaşamından izler taşıyan bir binanın yokluğa gidiyor olduğunu öğrenmek canını sıkar. Bir tatlıcı, köfteci, gazeteci bu kadar özelken; onların evine konuk olmak bir hayal, konuk olacağın günün gelmesi hayal dışı, kapıdan uğurlanırken duyacağın iyi dilekler unutulmaz olurken ve sen bir kez daha o kapıyı çalmak isterken büyülü satırların sahibinin yaşadığı eve yapılanlar onun sanatının yanında okuyucuya yapılmış bir hakaret gibi gelir. Onu senelerce yok saymış olmanın uğursuzluğu gibi bu kez onun okuyucusu görmezden gelinir.

    Kara büyü her yana yayılır, binalar birbirine benzer, şehrin daha güzel olduğu iddia edilirken o yeni yapılar sokaktaki insandan daha hallice(!) olan kişilerle süslenir. Yutkunur, yutkunursun. Soluğunun bir kısmı hep boğazında durur.

    Bazı yazarlar bazıları için çok özeldir. Bir kitap okudum hayatım değişti, safsatasından bahsetmiyorum. Cezmi Ersöz okuyup yollara düşme ateşiyle yanan bir ergenin sözleri değil bunlar. Bir mekana, maddeye, somut olana anlam veren kişinin kendisidir. O anlamı görmezden gelmek? Bunu sorup duruyorum işte. Siz ne dersiniz?

    Haberi ilk duyduğumda gözümün önüne bahçeli, müstakil bir ev geldi önce. Haberdeki fotoğrafa bakınca fena halde yanıldığımı anladım. Söz konusu olan Oğuz Atay'ın yaşadığı dairenin de bulunduğu apartmanın yıkılmasıymış. Kafam karıştı. Çünkü Büşra'nın dile getirdiği süreklilik, tanıdıklık, kendini evinde hissetme gibi duygulardan biraz farklı bir bakış açısıyla bakmıştım meseleye... Şimdi onun yazdıklarını okuyunca yeniden kafam karıştı.

    Önce kendi bakış açımı anlatayım izninizle...

    Haberde de yer verilmiş: pek çok önemli yazarın, sanatçının evi ölümlerinden sonra müzeye dönüştürülerek okurlarının ziyaretine açılır. Böylece yazarı eserlerinden tanıyanlar, kendilerini etkileyen satırların yazıldığı masayı, o satırlar yazılırken camdan görünen manzarayı görüp, yazarın eserleriyle yaşantısı arasında bir bağ kurma, yazarın özel hayatına bir nebze daha sokulma şansını yakalar. Fakat çoğu kez bu evler dönemin mimarisini ve iç tasarımını yansıtan oldukça sıradan evlerdir. O sıradan evi, o küçük odadaki masayı ayrıcalıklı kılan o masaya bir zamanlar oturmuş kişidir ve artık ondan geriye pek fazla iz de kalmamıştır. Ev, o haliyle dönem mimarisini yansıtmaktan ileri geçemez çoğunlukla. Eğer etkin bir kültür merkezine çevrilememişse atıl kalır.

    Yukarıda saydığım sebeplerden ötürü Oğuz Atay'ın evinin "Oğuz Atay Müzesi"ne dönüştürülmüyor olması o kadar da canımı sıkmadı aslında. Dolayısıyla yıkılan binanın bir dairesinde bir zamanlar Oğuz Atay'ın yaşamış olması bana pek o kadar özel görünmedi.

    Meselenin diğer boyutunaysa o kadar kolay boş veremiyorum. işin mimari boyutunu değerlendirebilecek durumda değilim. Yerine daha yüksek, daha konforlu, daha pahalı bir bina dikmek için istanbul'un işlek bir noktasındaki bu binanın yıkılıp yıkılmaması -her ne kadar süreklilik duygusunu zedelese de- mimarlara bırakılması gereken bir kararmış gibi geliyor bana. Bir tek ben miyim bundan rahatsızlık duymayan?

    Oğuz Atay'ın yaşadığı dairenin yıkılması konusunda yazılacak şeyler var.

    Köy, nahiye, ilçe, büyük kent-metropol sıralamasında çevresel bir değişimden söz edildiğinde, kent-metropol kalabalık, taşıyamayacağı nüfusa sahip olması nedeniyle başı çekecektir. Sürekli bir şeyler yıkılıp, yerine daha yüksek, bir bina dikiliyor, işinize giderken yanından geçerken farklı tatlar duyduğunuz yeşermiş boş alanların, evlerin arasındaki bahçelerin sayısı azalıyor.

    Bu değişimin paralelinde, en çok da kültürel ve manevi değer olarak kabul edilen varlıklar-kavramlar erezyona uğruyor. Derinlerden yüzeye bir unut(tur)uş, bir yok sayma yayılıp gidiyor. Bunun iyi-kötü olarak değerlendirmesini yapmak en basit yaklaşım bence.

    Ama neyin çağın gereği olduğuna karar verebilmek de o kadar kolay değil.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster