0
Ben iyiyim doktor abi, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim,
bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde. Onsekiz
yaşındaydı. Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir
korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk
gibiydi tavırları.
Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz,
saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya
kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden
yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. insanlardan kaçıyor, bazen
kendi kendine birşeyler konuşup gülüyordu. Ama, gariptir, halinden memnun
görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu: "iyiyim
ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."
Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan
eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte,
sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu
bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye
sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.
Babasının ?asabi? olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak
şeylere sinirlendiğini, ?aslında iyi bir insan? olduğunu zamanla
annesinden öğrenmişti. iyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası ?Sizin
için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum? demiyor
muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi
nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?
Bazen ?aslan oğlum, akıllı oğlum? derdi babası kendisine, bazen de
?salak, haylaz!? Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini
kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime
güvenebilirdi ki?
Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı.
Devamlı peşinde dolaşır, ?Hasta olacaksın? der, başka şey demezdi. Bu aşırı
ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve dövmüyordu
ya; yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi
gerekiyordu ama, olsundu. Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira. Ama hayır;
maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu. Uslu olduğu zamanlarda
geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani. Annesinin hoşlanmadığı birşey
yaptığında ?Seni doğuracağıma taş doğursaydım? sözünü sık sık duydu. Bir gün
dayanamayıp ?Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?? sorusunu
sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle ?Saçmalama salak!? diye bağırdı. Bu
cevap acaba ne anlama geliyordu?
Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle
hissediyordu. içeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Birşey yokmuş
gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. içini
dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden
anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet
etsinlerdi. Böylesi daha mi iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu
artık.
Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi. Anne
baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü.
Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna
gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle
davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu.
Anne-babasının evde ?keltoş? dedikleri komşu evlerine misafir olduğu
bir gün ona ?keltoş? diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası
çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle
diyorlardı o zaman?
Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. ?Yine mi o gıcık tipler
geliyor?/Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?? ?O Ayten de çok
saçmalıyor canım/Haklısın Aytenciğim, naaparsın?? ?Keşke evde yok deseydin
oğlum/inanın çok özlemiştik.?
Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun
kuralı acaba neydi?
ilkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle
karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi
olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık
suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka
konuşuyorlardı, koridorlarda başka. ?Gelecek sizin elinizde/Siz haylazsınız!?
Okuyup büyük adam olacaksınız/Adam olmazsınız siz!? "Bu ülkenin umudu sizlerde/Sizi
her gün dövmek lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı/Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk?ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve
hep? beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet
yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur"
diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye
sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma; fena
olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl
korunacaktı?
ilkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir
arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını
kanatmıştı.
Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar
arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına
yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye fısıldadı. Duymazdan
geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde.
Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya
yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası iyice karıştı. Bir
gün birisi ?Bunlar kamera şakasıydı? diyecek diye bekliyordu. Ama ya
değilse?
Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi
kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse?
Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok
konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval
bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu
millet geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.
Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu.
Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla
konuşmasına, annesi ?Hâlâ çocuk gibisin? diye tepki gösteriyordu.
Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği
bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı.
Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip sustular.
"Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla başbaşa
verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın şeyi
düzeltmesi yıllarını alacaktı.
Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için
arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu
alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders
aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile
denilebilirdi.Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. insanlar neden böyleydi ki?
Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza ?Seni seviyorum? demek geldi
içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet
etti. Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için
kızın yanına gitti, özür diledi ve ?Tamam, seni sevmiyorum? dedi. Ama kız
buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler
olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu.
Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli abilerle
gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde
gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf abi, şu kıza bak,
çok güzel." "Hakkaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna."
"Yok abi şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali abi?" Değildi
maalesef. ?Daha hoş? deyip laf attığı kız, Ali abisinin kızkardeşiydi.
Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi,
sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin
ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim nerede laf
atıyordu? iğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
Tümünü Göster