1. 101.
    +3
    filmi de romanı da müthiş bir eser.

    ''kolera sokağı'nın en kral kevaşesi eda, yatıştan sonra apış arasını yıkadığı suyu, hurdaya çıkmış metal artıklarından yapılma kerhanenin pencere iskeletinden şık bir figürle boşluğa saldı. sahte ipek gömleklerini rüzgârın asaletine satmış olan pezolar, yuttukları hapların patlamasını beklerken, edâ'nın vizite suyuyla ıslanan gıli gıli salih'e "ulan artık hayatın boyunca kan derdin olmaz, bütün mitralar ayaklarına kapanıp tapacaklar sana," diyerek balinalar gibi gülüştüler. bu esnada bir konsomatris yıldız güpegündüz mahalleyi yalayarak geçti.
    hayatını bu bin tılsımlı ânın çarşafından geçirecek olan gıli gıli salih, havada gezinen kılları takip ederek babasının berber dükkânına doğru ikiledi.
    kolera'nın çalgıcıları fil hamit'in tamirhanesinin yanında koftisine taksim atarak aletlerinin tansiyonunu ölçüyorlardı. parke taşlarının arasındaki nemli topraklardan çıkan buharlar, gıli gıli salih'in saçlarındaki pis su ve spermlerle birleşti. ancak kurnaz sokak delikanlılarının uyanabileceği bir büyü oluştuğunda, klarnetler parladı. çalgıcılar darbukalarını gerip, kemanlarına inceden ayar geçtikten sonra ağır roman havası çalarak yampiri adımlarla çitiki düğün salonuna uzadılar. gıli gıli salih, taş binaları inleten, boşluğu okşayan darbuka sesleri kaybolana kadar buğulu ela gözleriyle kara şoparların peşinden baktı.
    gıli, daha çok tıfılken, ağır roman havasının 'zımbam zımalda zımbam' sesleriyle omuzlarım dikip gözlerini iki uzun bir kısa yakarak heriflerin peşinden çitiki düğün salonuna gitmiş ve orada da sızaki olmuştu. darbukacı balık ayhan, onu yüzünde tanıdık bir gülümsemeyle uyurken bulmuş, "yıkık köprülü berber ali abi, oğluna dikkat edesin, böylesi yılan gibi oynar, ama bıçaklara rast gelmesin," diyerek babasına teslim etmişti. o günden sonra gıli ne zaman arazi olduysa babası onu çitiki düğün salonunun bahçesinde bulur olmuştu.
    güneş buluttan sıyrılırken kolera'nın alemci kadınları bir omuz darbesiyle yıkılacakmış gibi duran evlerinin önünde oto tamircileriyle, marangozlarla, tornacılarla aslanlar gibi muhabbete koyuldular. bir yandan da kaynak yaparken elleri titreyen ustalara, esrarı daha kallavi içmeleri için zıvana hazırlamaya başladılar. köylü kadınlar, kocalarının mahalle hakkında anlattıkları korku hikâyelerinden tırstıklarından mahkûmlar gibi camdan bakıyorlardı.
    aniden ortalıkta beliren gaftici fethi, fil hamit'in arabasını şanına yakışır biçimde tavladı. gaftici'nin hünerli ellerine kapılan araba, kapı ve pencerelerini cömertçe açtı. fethi yatakta dostuyla beraber doldurduğu ciks kasetini de teybe sürdü. teypten çıkan ciksi çığlıklar, inlemeler kolera sokağı'nı kapladı. köylü kadınlar başörtülerinin uçlarını ağızlarının önüne çekip içi gözüken tül perdelerin gerisine devrildiler. alemci kadınlar ve tamirhanede çalışanlar gaftici fethi'ye "helal olsun usta sana bu yollar," dercesine baktılar. helal olsun çekmelerinin tabii ki haklı sebepleri vardı. romantik bir otomobil hırsızı olan fethi, mahalledeki bütün mitraları incitmeden ayıklamıştı. "kulağınızı açın da beni dinleyin leylekler! ben kolera açık hava üniversitesi ciksoloji bölümü mezunuyum. bugün size manitalar hakkında iki tane tüyo vericem. bunları yeri gelince en güzel şekilde kullanın. manitanın yatakta güzel sevişip sevişmediğini anlamak için ayak bileklerine bakmanız kâfidir. eğer bilekleri inceyse mesele yok demektir. sizi sabaha kadar zevkten bayıltır. manita 'seni seviyorum, evlenelim,' ayağı yapıyorsa, önce yüz mumluk ampule yarım metre mesafeden bakın. sonra gözlerinizi ampulden kaçırıp manitanın gözlerine dikin. eğer cıvırın gözlerini görüyorsanız hemen evlenin, allahına kadar sizi seviyor demektir. hadi şimdi yaylanın bakayım kese kâğıtları!" gafticinin bu bayıltıcı muhabbeti kolera'da bir süre yankılandı.
    fil hamit'in çırağı tilki orhan, ustasının kaynattığı çamurluğun üzerindeki çapakları taş motoruyla temizlerken gözlerine yüzlerce metal parçası kaçtı. ilk başta delikanlılığa verip gözündeki acıyı unutmaya çalışan orhan, gözü harbiden yanmaya başladığında tamirhanenin üst katında oturan puma zehra'nın kapısında metal gözyaşlarıyla ağladı. kimseye görünmeden ağladığını zannederken puma zehra, orhan'ı biraz daha ağlatıp ardından haşlanmış patatesi ortadan ikiye bölerek tilki'nin metal döken gözlerine koydu.
    mevzuya fırtına gibi dalan fil hamit, tamirdeki arabanın çıtasını çaldırdığı için orhan'ın suratına tokadı giydirdi. oksijen kaynağından yanmış fil'in elleri kıpkırmızı balonlar gibiydi. "ulan köpek, ne anan var ne baban, seni bu dükkâna zanaat öğren de sağda solda dilenme diye aldım." tilki orhan'ın gözünden fırlayan patatesler babasının dükkânının önünde oturan gıli gıli salih'in ayaklarının dibine kadar yuvarlandı. tilki orhan tokatlardan sıyrılır sıyrılmaz en baba arkadaşı gıli'ye koştu. orhan bir soluk alıp, gıli'ye kaybolan çıtayı bulamazsa ustasının kendisini öldüreceğim anlattı.
    gözbebeklerini topaç gibi çeviren gıli, yoldan hızla geçmekte olan bir arabanın çıtasını usta bir tırnak darbesiyle uçurdu. çıtayı öfkeyle fil hamit'in gaz pedalı büyüklüğündeki ayaklarının gölgesine fırlattı. zaman bile gıli'nin bu süratli hareketine hasta olup bir an duraksamıştı.
    hafiften ve bir inceden yağan yağmur kolera'yı ıslatırken gıli'nin abisi reco, dükkânın buharlanmış aynasına parmağıyla komik resimler çiziyordu. geri gelen salih, abisinin çizdiği resimleri her zamanki gibi seyre daldı.
    reco, okulda teneffüse çıktığı zaman kantinden aldığı galeta ve sandviçten kaplumbağa yapmıştı. okul müdürü çocuğun bu hareketini görmüş ve reco'yu yaratıcı kabiliyetinden dolayı geri zekâlılar sınıfına atmıştı! ancak sınıf öğretmeni perrin hanım, ruh hastası ve hafif denyo olduğundan, ders bitene kadar geri zekâlılar sınıfına roket ateşleme antremanı yaptırmıştı. perrin hanım her gün bu dersi tekrarladığından, haşarı, aynı zamanda da hakikaten geri zekâlı çocuklar, tamirhanelerin önünden topladıkları metal parçalarını tahtaya saplamaya başlamışlar, bazıları da kâğıttan yaptıkları uçakları tahtaya saplı metaller arasından geçirip okulun bahçesine uçurmuşlardı. berber ali okul müdürüyle sert ve acıklı bir pazarlık yaptıktan sonra, oğlu eski sınıfına dönmüştü.
    reco'nun geri zekâlılar sınıfında üç gün kalması mahallede ve okulda alay konusu olmasına, evde ise babasının onunla "geri zekâlı oğlum, odun kafalı oğlum," diyerek dalga geçmesine yaramıştı.
    imparatorlar alemci kadınların hazırladığı zıvanaları bir köşeden çıkarıp kallavi bir tek kâğıtlı hazırladılar. zanaatlarında ustalıktan sonra ulaşabilecekleri en yüksek mevkiye gelen kaportacılara bu âlemdeki insanlar imparator gözüyle bakmaya mecburdu!
    kısılan yağmurla beraber gökkuşağının birtakım renkleri kara şoparların sadece tahtadan ve ipten yapılmış barakalarının üstünde sevişti. kiliselerden gelen çan sesleri, kısa bir zaman sonra hafif esrar kokusu ve ezan sesiyle karışıp havayı kapladı. adam mickiewicz'in şair ruhu yüzyıllık müzesinden kalkıp balıkların ve sokağa gönül vermiş çamaşırların arasından geçip kilisenin istavrozuna kondu. kolera'da böyle bir görüntü turalarken, imparatorlar, cıgaralarından babacasına çektikleri dumanı kara şoparlarm bulunduğu yıkıntılara doğru üflediler. aynı esnada, akşam gaspa çıkacak şoparlar, bıçaklayacakları adamların rahat ölmeleri için dillerinin ucunu tükürükleyerek bıçaklarının oluklarını temizliyorlardı.
    yıkıkköprülü berber ali, orso'nun kahvesinden, mekânına geldiğinde reco'nun aynaya çizdiği helikopter ve uçan adam resmi, ali'nin sertliğinden ürküp buharlaştı. reco, gözünden rulman bilyası gibi döktüğü yaşlarla havluları katlayıp sokağa damladı. en ağlayan elbiselerini giymiş, ellerinde çiçeklerle kiliselerine giden rumları, ermenileri ve süryanileri seyrederek kendini avuttu. bütün bu covinolar kiliselerden gelen çan seslerine müthiş derecede tutkundular.
    on üç yıldır aynı mekânda berberlik yapan yıkıkköprülü ali, yakışıklılığı ve zarif kavgalarıyla en korkunç adamları bile yıldırmıştı. haybeye racon kesmediğinden covinolarla bitirimlerin arasında kendisine demir gibi hava yaratmıştı. askerliği sırasında gördüğü bu mahalleden bir daha kopamamış, hemşehrilerinden uzaklaşıp karısıyla beraber kolera'ya yerleşmişti. papikçilerden, pgibopatlardan ve haybeci kabadayılardan korunmak için, aynı zamanda kolera'da tutunabilmek için kelle koltukta çarpışıyordu. bu da kolera'da yaşamanın cabasıydı.
    berber ali, kolera'daki hayatın ciğerine ve sertliğine daldıktan sonra hesapta hiç yokken zevk düşkünü kevaşelerin aşk tuzağına kendini kaptırmıştı. çapkınlık yaparken ayakbağı olmasın diye karısına öyle tırsınç hikâyeler anlatmıştı ki, kadıncağız 'dışarı çıkarsam boğulurum,' korkusuyla uzun yıllar sokağa ayağını göstermemişti. şehrin sokaklarının sularla kaplı olduğunu, yağmur yağdığında denizin yükselip taşacağını, küçük bir yıldırım hareketinden şehrin tamamıyla yıkılacağını sanan imine yaşdıbını cam kenarına satmıştı. bu yüzden evde reco ve gıli'nin bakışlarını altüst eden bir gerilim saklıydı.
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster