0
i̇şte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. o bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. çünkü deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.
deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. onlarla saatlerce söyleşir. birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
i̇şte deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. bu güzel çocuk yaşdıbına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
ve bir gün deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, deniz� i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. i̇çi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye zütürmüş. bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. kent soluk alamazmış. o zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. i̇nsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
okula başlamış deniz. sınıflar çocuk doluymuş, ancak deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşdıbına� yitirdiklerini ararmış deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. bir tren geçermiş deniz�in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. deniz�in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. �sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın� diyerek deniz� i teselli etmeye çalışırmış. ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
bir de deniz� in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyor
Tümünü Göster