0
üç yıllık bir ilişkiden çıkmış biri olarak aslında gayet güçlüydüm. bir iki kendini yere atma, beş altı defa arayıp birbirimize duyduğumuz sevginin görkemi ve aşkımızın yüceliği ve bu minvalde yeniden, evet yeniden bir araya gelmemiz hakkında konuşma, 15’i bir önceki konuşmamı destekler nitelikte olan, 10’u gittikçe sertleşip sonunda üzerine araba sürmek, küçük kardeşinin kolunu kırmak gibi tehditlere kadar varan, ardından gelen 8’i yine aşkımızın kutsiyetini anlatan, en son ikisi de nokia 3310’un hazırında bulunan dans ve hamburger temalı resimli mesajları olmak üzere toplam 38 cevapsız mesajın sonunda kesin olarak ayrılmıştık işte.
ilişki biter bitmez üstümden adeta bir yük kalkmıştı. adeta pırıl pırıl olmuştum. artık telefonumun şarjı bittiğinde gerilmek, birbirimizin hayatına çok saygı duyuyormuş gibi yapıp, o tuvalete gidince masada duran telefonun rehberini, gelen mesajları karıştırdıktan sonra o gelmeden ekranın ışığı sönsün diye dua etmek yoktu. ve en önemlisi ekranını anamdan babamdan çok gördüğüm bu alet yoktu hayatımda. son bir kez telefon rehberi kontrol edildi ve kızlara bakıldı. üç yıllık ilişki sadece benden değil rehberden de çok şey zütürmüştü. telefon rehberim abdi ipekçi erkek öğrenci yurdu gibiydi.
eski sevgilim nur’u “nuri” diye kaydetmiştim üç yıl önce telefonuma. kız arkadaşımla otururken nur arayınca, sanki nuri diye bir arkadaşımdan zamanında 20 milyon borç almışım da ödememişim gibi yapıp, 20 milyona tamah eden, yine parasını istemek için arayan nuri’den iğrenç bir insan olduğu için fellik fellik kaçıyormuşum süsü veriyordum bu telefonu açmama eyleminde.
neyse uzatmayayım, kayıtlara nuri olarak geçen nur’a “ne haber ;)” yazıp mesaj attım. bir müddet sonra dergiden arandım. “iyiyim umutçuğum sen nasılsın?” dedi halkla ilişkiler sorumlusu nuri. nuri kisvesindeki nur’un gerçekten de kanlı canlı nuri olması beni baya sinirlendirdi. “nuriciğim bak! biri sana mesaj atıyorsa ona mesajla karşılık ver. kontörün yoksa sus otur. sen her gelen mesaja dergi telefonundan arayarak cevap verirsen, daha ilk aydan ebemizi gibersin nuriciğim. asgari düzeyde kullan, bizde çalışan oluk, böyle sömürmedik bize sunulan imkanları, gördün mü benim hiç diğer dergilerde sevgilimle dergi telefonlarında konuştuğumu. kapa telefonu nuri!” diye verdim kalayı…
ertesi sabah dergiye gittim. nuri bir grup arkadaşını zaten züt kadar olan dergimize davet etmişti. dergide oturacak yer kalmamıştı. beni görünce yüzünü çevirdi, konuşmaya devam etti arkadaşlarıyla. ayakta durup biraz suratlarına baktım ama zerre rahatsız olmuyorlardı, bunlardaki keyif eşşekte yoktu. masama oturmuş gülerek bir anısını anlatan gençlerden birine kalkmasını rica ettim. bozulmak şöyle dursun, ayağa kalkıp anlattığı anıya es vermeden gülerek ve suratıma dahi bakmayarak başka yere oturdu. oturup çalışmaya başladım, onlar ise arkamda oturmuş konuşmaya devam ediyorlardı. arada bir dönüp “kafa bu kafa, iş yapıyoruz dimi burada?” der gibi baktım. ama tınmadılar, dur şunları da arayayım gelsinler, dur bir çay koyayım da içelim diye konuşup durdular. ben de daha sık dönüp bakmaya başladım. bir ara “iş yapıyoruz burada dimi?” der gibi bakmayı unutmuşum, uzun uzun mal gibi baktım gençlere.
“genç, ne acayip bişey lan. genç…. yürüyor, saçı var uzatıyor, şekil veriyor. sakalını çeşitli yerlerden kesiyor… hayata bakışını yansıtan tişörtler giyiyor… bazı şeylere öfkeleniyor, telefonunu havaya kaldırıp tepeden kendi resmini çekiyor. o resmi siyah beyaz yapıp arkadaşlık sitesine koyuyor. abartılı tepkiler veriyor her şeye. sorsan “niye yapıyorsun” bunları diye sen haksız çıkarsın çünkü genç o …genç… aslında ilginç” diye içimden geçirdim. bakarken, salyam akmış, silip önüme döndüm.
bir müddet sonra dergiye bir kız arkadaşları geldi. daha demin ki sığ muhabbet, birden gözüme güzel gözüktü. gülümseyerek dinledim anlatılanları, birbirine takılmaları. artık iyiden iyiye işi bırakıp onlara doğru dönmüştüm. yapılan esprilere grup içinde en fazla ben gülüyordum. ama henüz kimseyle bir diyaloga girememiştim, tek tanıdık olan nuri zaten hiç yüz vermiyordu. bir müddet sonra kendimden tiksindim, ne yalakalık yapıyorum lan boş yere, diyip işime geri döndüm. onlar bir konuda hararetli bir şekilde tartışırken, suratlarına bakmadan önümdeki karikatürle ilgilendiğim halde yüksek sesle bir kızılderili atasözü söyledim. kısa bir sessizlik oldu, sonra konuşmaya devam ettiler. bir müddet sonra başka bir atasözü patlattım. daha uzun bir sessizlik oldu. sonra tekrar muhabbetlerine geri döndüler. gençlik çok değişmişti. bizim zamanımızda kızılderili dendiği zaman akan sular dururdu. evlere toplanıp kızılderililerin ne büyük bir ulus olduğu, dünyanın diğer bütün halkları çok lavukmuş da bi kızılderililer ellerinden gelse cami yaptıracak kadar hayır sahibi insanlarmış gibi konuşulurdu. yazık türk gençliği bu güzel geleneği unutmuş, kızılderili övmek rafa kalkmış, aborjin övmek ise zaten kısa bir hevesmiş bizim için.
neyse fazla uzatmayayım. baktım olmuyor, giremiyorum aralarına. tüm insanlığın ortak dili olan müzikle sızayım aralarına diye düşündüm. oky’nin bir arkadaşının dergide unuttuğu bir klagib gitarı vardı. gittim onu aldım. az buçuk anlarım gitardan, anlarım diyorsam “aa uzat bakayım elini, tırnakların uzun, gitar çalıyorsun galiba, akustik mi klagib mi? hmm akustik demek… iyidir akustik” den öteye gitmedi gitarla muhabbetim. ama aldım gitarı elime. onlardan biraz uzakta yere çöküp, bi sigara yaktım, bir nefes çekip, gitarın sapıyla, kulakları arasındaki tele sıkıştırdım yanan sigarayı. ve başladım çalmaya. “sözlerimi geri alamam, yazdığımı baştan çalamam, kimseye tiriviri yapamam”, diye söylemeye başladım şarkımı. çevremde çember olmalarını tabiî ki beklemiyordum ama en azından ufak bir mırıldanma, bir ayakla ritim tutma bekledim, olmadı. o gitarın sapında yarım paket sigara yakıp içtim sinirimden, “öfff” ten “püfff” ten başka bir şey duyamadım. baktım bu böyle olmayacak, gideyim nuri’ye artistlik yapayım da çok da boş adam olmadığımı anlasın diye, gitar boynuma asılı bir şekilde nuri’nin yanına gittim. sinirle, “ya nuriciğim sana geçen gün şimdi adını hatırlayamadığım o amerikalı çizerin albümünü masamda istiyorum dedim, getirmemişsin. bu kadar aymazlık olmaz ki canım!” diye tersledim.”ne çizeri? .. anlamadım” diye karşı gelmeye çalıştı, “ya bi de cevap verme ya” diyip hali hazırda gitarın sapında yanmakta olan sigaramdan son bir nefes çekip, gitarın sapını kül tablasında söndürdüm.
yanındaki kız arkadaş (ebru) bana “pardon bülent ortaçgil çalabilir misiniz acaba. biliyor musunuz hiç parçasını. bayılırım bülent ortaçgil müziğine” dedi. çalamıyordum ama ağzımla gitar sesi çıkarabiliyordum. zaten çok sonraları elimdeki gitarın çok dandik bir gitar olduğunu, sadece “dağlar dağlar” ve “fabrika kızı” parçalarını çalabilenler için üretildiğini, elimdeki gitarla bu şarkılardan başka şarkı çalmanın imkansız olduğunu öğrenecektim…
Tümünü Göster