/i/Hikaye

Herkesin bir hikayesi var, ya senin hikayen nedir?
    başlık yok! burası bom boş!
  1. 1.
    0
    mağazaya daha birkaç kilometre varken yol kenarına parketmiş yüzlerce arabayı farketti. sorusunu sormadan şoför konuşmaya başladı: 'abi görüyor musun olayı? adamlar iki parça mal için akşamdan sıraya girmişler. bak ilerideki kuyruğu görüyor musun? ben seni burada bırakayım. geri dönemem oralardan.' metin hatasının farkına varınca alnından soğuk terler boşandı, parayı verip indi taksiden. 'akşamdan kalmışlar ha! ulan aklıma gelmişti be. bin kişi var neredeyse. neyse artık. sabah ola hayrola' dedi ve sıranın sonuna yerleşti. insanlar termoslarını, yemeklerini yanlarında getirmişler, sıradaki diğerleriyle muhabbet ediyorlardı. sıranın bayağı bir ilerisinde hayri'yi gördü. 'demek beşte gelecektin hayri! herkes bir dümen peşinde'. kazağını altına serip oturdu. sıraya habire yeni insan ekleniyordu. ön taraflarda birkaç bağırış çağırış duydu: 'hemşerim nereye?', 'akşamdan beri buradayız' 'yok o arkadaş kenefe gitmişti' ve ardından yine mırıldanlamalar. zaman ilerledi. sabah ezanı okundu. sonra gün ağarmaya başladı. mağaza içerisinde hareketlenmeler olduğu kulaktan kulağa yayıldı: 'açıyorlar', 'yok daha bir saat varmış', 'kameraların reyonu nerde biliyor musunuz?' 'yok bilmiyorum'. herkes birbirini rakip olarak görüyor ve hiçbir bilgi vermiyordu. sonunda kapılar açıldı ve tam o esnada on-onbeş kişi sırayı bozup kapıya doğru çullandı. 'ah'lar 'vah'lar arasında bir kargaşa oluştu. metin bu durumdan istifade edip kalabalığı yaramazsa aylin'i kaybedeceğini, mutlu yuva hayallerinin suya düşeceğini, evinin içerisinde 37 ekran tüplüsüne bakarak haber bülteni seyrederken yaşlanacağını düşledi. 'bir televizyon alamamış inek!' diyeceklerdi tanıdıkları. 'e kız da ne yapsın, terketti, bu televizyonla ev mi olur dostlar?' hem de tüplü, eski model!'. bu hayallerle atağa kalkan metin sıradan koptu ve kalabalığa karıştı. hemen ardından sırtında, kalçalarında, bacaklarında diğer insanları hissetti. kollar, bacaklar, kafalar, hangisi hangi vücuda ait belli değildi. nefes alamıyordu, mecburen o da ön tarafı ittirmeye başladı. o sırada kuyruktan ayrılmayıp bekleyenlerin de sabrı taştı ve kapıyı zorlayan kalabalığa tekme tokat girmeye başladılar. metin'in arkasındakiler sapır sapır dökülüyordu. yavaş yavaş sıra ona geliyordu. birkaç dakika sonra kafasının arkasına bir yumruk indi. ardından çenesine, gözüne... yere düşer gibi oldu, ama hala içeriye girmeye çalışıyordu. gömleği parçalandı, yüzü gözü yara bere içindeydi ama ayakta kalmayı başardı. perişan halde kendini mağazadan içeri attı. tek gözü kapandığı için ne nerede tam olarak göremiyordu. alışveriş arabalarının içinde yığılmış malları farketti; kameralar, televizyonlar, ikişer üçer gidiyordu. sonunda televizyon bölümüne ulaşabildi. teşhirde kokulu ve tercümanlı modeli gördü. bir görevlinin yakasına yapıştı. halinin fenalığından olsa gerek görevli adam tiksinircesine baktı ona. 'bu modelden istiyorum. hemen bana bir tane verin!' diye neredeyse ağlayarak yalvardı. 'maalesef efendim hepsi tükendi' yanıtını aldı. 'bunu verin o zaman' dedi ağzını gömleğinin yırtık kenarı ile temizleyerek. 'duvarda asılı olanı verin bari!'. 'üzgünüm efendim o da satıldı, şu kenardaki beyefendi parasını ödedi; akşam teslim edeceğiz'. metin kafasını çevirip görevlinin gösterdiği yere baktı: hayri yere uzanmış parçalanan gözlüğünü birleştirmeye çalışıyordu. her tarafı kan ter içindeydi. o da metin'den yana bakıyordu ama miyop gözleri kime baktığını göremiyordu.

    metin yara bereleri ve de en önemlisi kapanmış olan sağ gözü yüzünden bir hafta iş göremez raporu aldı ve evinde dinlendi. bu esnada aylin'i defalarca aradı ama yanıt alamadı. bir akşam cep telefonuna gelen mesajı okuyunca kahroldu: 'yarin aksam cafeye gel yuzugunu al'. ayrılık ihtimali aklından geçiyordu ama acısı ancak şimdi oturmuştu midesine. 'hayır olmaz' dedi kendi kendine. 'ne yapıp edip o televizyonu alacağım'

    ertesi gün akşam olmadan herşeyi halletmişti: krediyi almış, dört sene taksite girmiş, koku kimyasalı ve ingilizce, almanca ve fransızca tercüme için iki aylık fırsat paketini de almıştı. hatta hediye olarak bir haftalık hindu tercümesi de vermişlerdi. hızlı teslimatla öğleden sonra televizyon, titreşim rayları ile birlikte duvara monte edilmiş, beş artı bir koku sistemi bir ay yetecek kimyasalla dolu bir halde kurulmuştu. aylin'i eve getirmeden televizyonu denemek için kanallarda gezerken ardarda talihsiz programlara rastgeldi: bir hint kanalında yemek tarifi-zapladı, aksiyon filminde cesedi görüp kusan kadın-zapladı, sonunda belgesel kanalında kokarcalar-televizyonu kapadı. 'anlaşılan bu televizyonu düşük kokuda seyretmek lazım' diye geçirdi içinden.

    aylin'i kafede yüzükle oynarken gördü. 'kalk hadi bize gidelim bir sürprizim var' dedi. aylin: 'askım yoksa: inanmıyoraam' diye karşılık verdi. keşke türk dil kurumu paketi alsaydım herşeyden önce' diye düşündü metin. eve gittiler. aylin mutluydu. 'askım ban yokken içip içip kustun evde di mi? kötü kokuyor camı açsana.'

    metin gülümsedi. mutluydu.

    bundan sonraki günler metin için çok daha zor geçmeye başladı. son taksitlerle beraber önceden öngördüğü gibi yemek yemeye parası kalmamıştı. akşamları mesaiye kalmaya başladı. bu sayede hem akşam yemeğini bedavaya getiriyor hem de nadiren de olsa aylin'i dışarıda ucuz bir yere yemeğe zütürebiliyordu. aylin tüm gün evde televizyon karşısında oturup sözde yabanci dil öğreniyordu. sabahları metin'e telefon açıp garip garip laflar ediyordu: bak bu 'hinduca'da seni seviyorum demek, bak bu norveççede seni seviyorum demek diyordu. metin aylin'in abuk sabuk dillerin sadece seni seviyorum tercümelerini öğrenmesi için her ay ekstra para ödüyordu. evlilik planlarını en azından bir sene ertelemek zorundaydı. zam döneminde beklediği gibi artış alırsa düğün davet işlerinin de altından kalkabilirdi.

    hafta içi her akşam en erken 10'da işten çıkmak zorunda kalan metin büyük bir fiziksel çöküş içindeydi. ama eve geldiğinde aylin'in gülümseyen yüzünü görünce yorgunluğunu unutuyordu. bitkin halde yatağa uzandığında konuşmanın haricinde aylin'le herhangi bir şekilde ilgilenemiyordu. hafta sonlarını ise haftanın yorgunluğunu atmak için saatlerce uyuyarak geçiriyordu. diğer bir sorun da tüm gün boyunca kokusu açık şekilde seyredilen televizyonun evde oluşturduğu karmaşık havaydı. yatmadan önce evi iyice havalandırmaları gerekiyordu.

    metin bu yoğun tempo ile çalışmaya devam ederken bir akşamüstü mesai arkadaşları onu makaraya sarıyorlardı: 'oğlum bu kadar paragöz olma, kefenin cebi yok' diyorlardı. hayri: 'milli maçı da seyretmeyip mesaiye kalanı ilk defa görüyorum' dedi. bunu duyan metin 'mill maçın farkında bile değildim' dedi. 'iki tane bira alıp keyif yapayım kendime, haklısın.'
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster