1. 1.
    0
    lise sonda sınıfça ve hatta okulca heves ettiğimiz ve işin cılkını çıkarana kadar bıkmadığımız bir şey olmuştur. sınıfta kapıyı birkaç kişiye dönüşümlü olarak tutturup teneffüslerde ya da öğle aralarında yapmalar mı dersiniz yoksa, okuldan sonra herkesin okuldan gitmesini bekleyip akşamın bir saatine kadar okulda bekleyip sıraları birleştirerek çağırmalar mı dersiniz yoksa, birbirimizin evlerine "anne arkadaşlar gelecek bugün. haydi sen arkadaşlarına git de, biz rahat rahat oturalım evde." sözleriyle kandırılan anneler sonrasında gitmeler mi dersiniz... hepsi vardı bizim cin çağırma seansları içinde. kafayı yemiştik cin çağırma işleriyle. başımıza gelmedik de kalmadı aslında: müdür yardımcılarına yakalandık; hakkımızda soruşturma açılması gündeme geldi; "okulda ne halt yiyorsunuz siz böyle?" sözleriyle müdür karşısına çıkartılmak istendiğimiz günler oldu; sınıftaki kızların pgibolojileri alt üst oldu; erkekler "erkekliğe ..k sürdürmemek" adına seslerini çıkartmasalar da, onların da (benim de) pgibolojileri bozuldu... herkes bir şekilde etkilendi. anlatıyorum hemen. biraz uzun olabilir aslında ama, epey aksiyonluydu bizimkiler. uzun zamandır yazmak istiyordum ama, o gücü kendimde bulamıyordum. şimdi, kendimi toparladım ve hazırım. başlıyorum...

    her şey din dersinde görülen cinler, ruhlar veya onlar gibi varlıklar ile başladı. sonra bir şekilde, sınıfın bir köşesi (o köşede ben de varım.), cin çağırmaya karar verdi. bir şekilde hepimiz merak ediyorduk ne olacağını. içimizden bir kız arkadaşımız cinlerin kendisini sürekli ziyaret ettiklerini (?) ve onu rahatsız ettiklerini (?), zamanında cinlerle çok uğraştığını (?) ve onları iyi bildiğini söylediği için, ona güvendik. her şeyi kendisi ayarlayacaktı. biz yalnızca orada bulunup parmaklarımızla olaya dahil olacaktık. önceleri okulda iken; teneffüslerde ve öğle aralarında denedik cin çağırma işini. kapıya bir ya da iki kişiye tutturup sınıfta denedik. olmadı, yapamadık. sonra okuldan sonra okulda kalıp deneme işine girdik. yine yapamadık; olmadı. sonunda, birimizin evine gidip ona göre her şeyi ayarlamamız gerektiğini söyledik. arkadaşın evinde karar kılındı ve arkadaşın annesi biz gittiğimizde "rahat edebilmemiz için" evde olmayacaktı. her şey ayarlandı ve eve vardık.

    arkadaşın evinde bulunan yuvarlak bir masayı "cin çağırma masası" olarak seçmeye karar verdik. kâğıtlara tek tek tüm harfleri, rakamları, "evet"i, "hayır"ı, "merhaba"yı ve "güle güle"yi koyduk. tüm rakamları ve harfleri yuvarlak masaya yuvarlak olacak şekilde dizdik. sonra "merhaba" ve "güle güle" ikilisini bu kâğıtların hemen altında bir yere kafamıza göre koyduk. son olarak da "evet" ve "hayır" yazılı kâğıtları ortaya koyduk ve aralarına da bir adet fincan koyduk. sonra bu işlerden anladığını söyleyen kız arkadaş, yanlış hatırlamıyorsam eğer, besmele çekmeden fatiha* ya da ihlas* surelerinden birini fincanın içine okudu. sonra fincanı alıp tekrar yerine koydu ve bir parmağımızı fincanın üzerine hafifçe koymamızı istedi. sonra "insanlar âleminden ruhlar/cinler âlemine... insanlar âleminden ruhlar/cinler âlemine... içinizden birisi gelir mi? gelirse 'evet'e gider mi?" diye bir şeyleri tekrar edip durdu. o cümleleri çok iyi hatırlıyorum. cümleler aynen böyleydi. bunları tekrar edip durdu. on ya da on beş dakika kadar öylece bekledik ve hatta içimizden birçok kişi sıkıldı ve "gelmiyorlar." deyip kenara çekildi. derken birden fincan hareket etmeye başladı ve "merhaba"ya gitti (oysa biz "evet"e gitmesini istemiştik!*). sonra tabii ki hepimizin beti benzi attı. içimizden iki kız ağlamaya başladı ve masadan derhal kalkıp odadan ayrıldılar. bir süre öylece bekledikten sonra (herkes korkmuştu ve ne yapacağımızı bilmiyorduk.), sorular sormaya başladık. soruları sorarken de genelde ya içimizden sorduk ya da soruyu soran kişi parmağını fincandan çekip soruyu sordu. şayet soru ile alâkalı olan kişiler varsa ya da soruyu bilebileceklerse onların da parmaklarını fincandan çektik ki; fincanı hareket ettirme ya da cevaba ilerletme gibi bir şey olmasın.

    her şey soruların içten sorulmasıyla başladı esasında. içimden ben "hangi üniversiteye kazanacağım?" gibi bir soru sordum ve tahmin edersiniz ki; içimden ne sorduğumu kimse bilemez (ha, belki tahmin edebilirler ama, daha anlatacaklarım var.). neyse. adının bize "av" olduğunu söyleyen cinimiz, bana "marmara üniversitesi" demişti (bilemediğini yıldız teknik'ten mezun olarak kanıtladım.). sonra içimizden sorular sormaya ve soru bitiminde yalnızca "tamam." demeye devam ettik. inanır mısınız, o soruların cevapları bir bir geldi ve o kadar alâkasız sorulara o kadar mantıklı cevaplar geldi ki; hepimizin inanmama gibi bir durumu kalmadı. başta "aman yalandır!" diye oturduğumuz masadan, hepimiz "korkuyorum." ya da "oha, artık inanıyorum!" gibi sözlerle kalktık.

    "av" adlı cinimize sorduğumuz sorular arasında, geçen ay ne yaptığımız, kimsenin tanımadığı akrabalarımızla alâkalı sorular ve daha aklıma gelmeyen onlarca değişik soru vardı. "av", hepsine bir şekilde cevap verdi. hatta o sıra çalan telefonlarımıza bakmadan "şimdi kim arıyor?" gibi sorular da sormuştuk telefonlar çantalarımızda ya da ceplerimizde iken ve "av", hepsinde doğru kişileri söyleyebildi. bir de uzun uzun cümleler kuruyordu kendisi. kısa cümleler değildi fincanla yazdıkları. "kim arıyor?" gibi bir soruya: "servis şoförü mahmut abi." demişliği vardır ki; hepimiz dumur olmuştuk. o dakika da zaten masadan kalkan kızların korkudan döktükleri gözyaşları sel olmuştu ve korkudan ölüyorlardı. masadan kalkıp kendilerini oradan uzaklaştırmak zorunda kalmıştık. zirâ, pgibolojileri iyiye gitmiyordu.

    sorulara bir şekilde noktayı koyduktan ve her şeye inandıktan sonra, "av"ı gönderme vaktine gelmişti sıra. işten anlayan arkadaşa düştü yine iş. fincan alındı yine ve bu sefer besmele eşliğinde duâlar okundu. duâların bitiminde "av"a gidip gitmediği yöneltilip "burda mısın?" gibi sorular soruldu. bu sorulardan sonra yaklaşık 5-10 dakika kadar bekledik ve gidip gitmediğini anlamaya çalıştık. yalnız, burada bir aksilik vardı: "av" ne yaparsak yapalım, gitmemekte (fincan hareket ediyordu diyelim işte.) diretiyordu. hatta yoğun ısrarlarımızdan bıktığı bir noktaya, fincanı o kadar hızlı hareket ettirmeye başladı ki; artık o fincanın masaya sürtünürken çıkarttığı sesi duymamak için kulaklarımızı tıkıyorduk. bu hareketlerde de hiçbir anlamlı şey yapmıyordu kendisi; saçma saçma harflere gidip ortada hızlıca dönüyordu. sonunda "git artık! lütfen!" gibi sözleri söylemekten bıkan bir arkadaşım, lafın gelişi "off! bu niye gitmiyor ya?" gibi bir soru sordu ve "av" soruyu soran kişiyi muhatap kabul edip cevap verdi: "gidemem!". "neden?" diye bir soru sorduk tekrar ve "av" hepimizin yüreğini ağzına getiren cevabı verdi: "aşık oldum!". hepimizin elleri ayakları titremeye başladı. lise çocuklarıyız biz daha. kafamız öss yüzünden zaten sünger kıvamında oluvermiş ve akıllıca düşünmekte zorlanıyoruz (akıllıca düşünebilsek, böyle şeyler yapmazdık!). bu titreme ve korku anlarından sonra, kendini toparlayabilen bir arkadaşımız "kime?" diye sorabildi ve "av" da cevabı yapıştırdı: "x'e!" ("x" sınıfın en güzel kızıydı gerçekten ve cini çağıran da oydu.). hepimizi bir korku, bir telaş aldı. "x" feci hâlde korkmaya başladı. hemen herkes masadan kalktı ama, fincan bir-iki parmak koyulması ile birlikte tekrar tekrar delice hareket etmeye devam ediyordu. sonra, bu arada, "şu anda nerdesin?" gibi sorular sordu arkadaşlarımdan birisi. burada yine "av" ödümüzü patlatmaktan geri kalmadı: "x'in kucağında!".

    artık bu korkuya bir son vermek zorundaydık. içimizde imam hatip çıkışlı olan bir arkadaşımız vardı. kendisine bel bağlamıştık. önce abdestini aldı ve sonra da gelip bir güzel namaz kılıp duâ etti. sonra tekrar tekrar "burda mısın?" gibi sorularla "av"ı yokladık ama, "av" gitmiyordu; hep ordaydı; söylediği yerde; x'in kucağında. artık bunu tek başımıza yapamayacağımızı anladığımız için, büyüklerden yardım istemek zorunda kaldık. arkadaşın anneannesini olaya dahil edip kur'an'ı ile birlikte yanımıza gelmesini istedik. kendisi kur'an ile birlikte gelip olayı bile anlamadan, duâ okumaya başladı ve sonrasında "av"ı yollamayı başardık. cin çağırmada kullandığımız tüm kâğıtları yine o fincan içinde yakıp hepsini birlikte çöpe yolladık.

    hayatım boyunca unutamayacağım bir şeydir bu. o kızların ağlayışları, ellerimizin titremeleri, kan-ter içinde fincana parmak uzatışımız... hepsi zihnime kazınmıştır. hele o fincanın masada hareket ederken çıkardığı ses? onu tarif etmek için kelimeler bulamıyorum. bilinçaltımda güçlü bir yere sahiptir. çok büyük bir korkudur ve nerede duysam tüylerim diken diken olur, korkarım.

    arkadaşın evinde geçirilen o "büyük gün"den sonra, hepimiz yeminler edip bir daha öyle bir şey yapmayacağımıza dair karara vardık ama, uslanmayıp yine denemeler yaptık tabii. hepimiz bir şekilde etkilendik:
    ···
   tümünü göster