1. 126.
    -1
    Duraktaki tek kadanalı yaylı küçük bir faytona bindi. Faytoncuya, “Çemberlitaş’a çek” dedi. Galata Köprüsü’nden geçerken, kaldırımda yürüyenleri süzüyordu. insanların bir kısmı mutlu, bir kısmı da son derece düşünceliydi. Ama hayat devam ediyordu. Sadece giden gidiyordu...

    Yeni Cami önüne gelince, bir anda kanı dondu. Hatta faytoncuyu uyararak arabayı kenara çektirip durdurttu. Caminin hemen önündeki taş avluda yan yana duran yüzlerce perişan görünümlü dilenciye hayretler içinde bakakaldı. Zira bunlar bildik, alışılmış dilencilere hiç benzemiyordu. Burada eskiden de dilenci olur, ama sayısı beşi onu geçmezdi.

    Oysa şimdi bütün bir yol boyunca, neredeyse omuz omuza, çoğuyerde akıl almayacak sayıda yüzlercesi sefil halde dileniyordu. Yüzlerine biraz dikkatle bakınca, birkaç çocuk dışında tamdıbına yakınının “eski asker” olduğunu anladı. Mermi ve şarapnel yarasını çok iyi bilen bir zabit olarak yanılması imkânsızdı. Tüyleri diken diken oldu. Şaşkınlıkla arabadan indi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Memleket evlatları ne hallere düşmüştü. isyan edercesine söylene söylene hızla önlerinden, cadde üzerinde ileri geri yürümeye başladı. Manzara korkunçtu. Bunların neredeyse tamamı, saçı sakalı grileşip birbirine karışmış, haki renkli keçe asker elbiseleri lime lime olmuş, yüzü gözü pislik içindeki Mehmetçiklerdi...

    Kiminin iki bacağı birden yoktu, bazılarının iki gözü birden kördü, kiminin de bir veya iki eli yoktu. Yürüdükçe, her yeri kıpkırmızı yanıklılar, dudakları veya dişleri olmayanlar, parmaksızlar, her yanında mermi deliği taşıyanlar, yüzü gözü derin yara izleriyle dolu olanlar, düğmeleri kalmamış eski püskü asker kaputlular, iki bacağı kalçasından kesildiği için küçülmüş vücudunu iki eliyle kaldırıp sürüngen gibi sürüyerek yürümeye çalışanlar gözüne çarpıyordu.

    Daha önce, Balkan Harbi’nde de benzer manzaraları görmüştü ama istanbul’un göbeğinde bu kadar çok sayıda perişan ve kaderine böylesine terk edilmiş başıboş askere hiç rastlamamıştı. Demek ki bu sefer, bu zavallıların şehirde kalmasına izin verilmişti. Zira o zaman kolera, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle, bu zavallı mağlup askerlerin şehrin içine girmelerine izin verilmemiş ve onlar da o perişan halde, sanki birer hayalet gibi, hiç durmadan belirlenmiş güzergâhtan geçip Anadolu’ya doğru, geldikleri gibi sessiz sedasız başları önlerinde gitmişti.

    Biraz soruşturunca bu zavallıların memleketlerine dönebilmek için Sirkeci’de, Eminönü’nde, cami avlularında geceleyip, sabahları buraya gelerek hayırseverlerden eve dönüş parası devşirmeye çalıştıklarını öğrendi. içlerinde biraz sağlıklı olup hamallık dahil her türlü işi yapmaya razı olanlar da vardı. “Mağlup ordu” olmanın ne anlama geldiği, bu görüntülerle insanı eziyor ve suratına tokat gibi çarpıyordu. Sanki Çanakkale’yi, Kut ül Amare’yi kazananlar aynı askerler değildi... Ayrıca mağlup olanla gelip gelen askerin döktüğü kanın değeri farklı mıydı sanki? Bir süre, insanın içini acıtan bu manzaranın şokundan kurtulamadı. Hatta önlerinden yürürken kendi kendine, “Oralara gönüllü gittiğime değdi mi?” diye söylendi. Yutkundu, cevabını bu kez bir türlü veremedi. “Pişman değilim” der gibi oldu ama kelimeler ağzından bir türlü çıkamadı, hatta boğazına düğümlendi. Ancak fayton parasını ayırıp cebindeki son kuruşu bu çilekeş insancıklara bırakmaktan başka yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını anlayınca gözüne kestirdiği en kötü haldeki üç dört kişiye verip ardından coşkuyla edilen teşekkürlere bakmadan tekrar faytona bindi. Reşat Bey’in koşuşturmasını ve buradaki davranışlarını seyreden ve kaldırım kıyısında kendisini bekleyen faytoncu hemen sordu:

    “Siz de esaretten mi dönüyorsunuz efendim?”

    “Nereden anladın ki?”

    “Çok kolay efendim! Bir, elinizdeki küçük melbusat torbasından. iki, fesiniz ve bu mavi takım elbisenizden. Üç, yüzünüze vuran esaret acısından ve dilenci askerlere çok üzüntülü tepkinizden anladım... ”

    Reşat Bey’in midesine ani bir acı daha saplandı. Faytonun siyah derili arka koltuğunda kamburu çıkmış, derin kederlere gömülmüştü. Avuç içinde tuttuğu ağızlığındaki sigarasının dumanını öfkesinden emercesine içine çekerek içiyordu. Çemberlitaş’taki eve kadar, bir daha faytoncuyla hiç konuşmadı. Kaldırımlara yol boyunca insana acı veren benzer manzaralar hâkimdi. Ülkesi, kendisi yokken belli ki çok değişmişti...
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster