1. 126.
    0
    Fuat Bey: “Yahu Reşat, biricik kardeşim, inan bu kez çok fazla korktum. Çünkü Amanoslar’daki demiryolundan geçen ve geriye giden herkes, ‘Araplar ingilizlerden daha acımasız’ diyor, Filistin’deki feci bozgunumuzu anlatıyordu. Bizimkilerin Halep’ten de geriye çekilişini görünce anladım ki, bizim Reşat ya şehit olmuş ya da esirdir. Çünkü bütün katarlarda seni sordurdum. Kimin ne yaptığı belli olmadığı için, yerinle ilgili tam doğru cevabı bulamadım. Ama öğrenene kadar göbeğimiz çatladı. Neyse ki sağ salim döndün. Artık gerisi hiç önemli değil. Hoş geldin!” Sırasını bekleyen yengesi ayaktaydı, gülerek konuştu:

    “Yeğenlerin sabırla beklediler. Her gün fotoğrafına bakıp sana dua ettiler. Hepimiz çok dua ettik. Çok şükür sağ salim döndün. Senin için ne adaklar adadık.”

    Nadir Hanım’ın ise gözlerinin içi gülüyordu. içi içine sığmaz bir haldeydi. Bembeyaz teni pembeleşmişti. Bir süre konuşamadı, ama sessizlik olunca o da çok saf bir duyguyla paşa babanın paralelinde sordu:

    “Nasıldı, çok zordu değil mi? Gönüllü gittiğinize değdi mi?”

    Reşat Bey yutkundu, çok zor soruydu. Gerçek duygularını söylemesi gerektiğine inanıyordu. Yüzündeki çizgiler derinleşmiş, gözlerini kısmış, omuzları aşağı çökerek âdeta bir anda on yıl daha yaşlanmıştı. Yine de sakince cevap verdi:

    “Nadir Hanım, harika bir soru bu. Benim aklımdaki soruyu nasıl da buldunuz böyle? Evet, doğrudur. Zordu. Az önce de söylediğim gibi, doğruyu söylemek gerekirse diğer zabitler gibi benim de bir hayal kırıklığına uğradığım kesindir. Ama bugün çağırsalar yine giderim oraya gibi geliyor bana. Zira ben bu milletin ekmeğini yedim, tümen kumandanlığına kadar yükseldim. Beni çağırırlarsa nasıl ‘gitmem’ diyebilirim ki?”

    Hepsi pür dikkat onu dinliyordu, Reşat Bey kucağındaki yeğenlerinin saçlarını öperek devam etti:

    “Bunların gelecekleri ne olacak? işte hali görüyorsunuz. Her yer başka ülke bayraklarıyla dolmuş. Artık bu yavrucakları o yabancı bayraklar altında mı yaşatacağız?”

    Göz göze geldiği ağabeyi, “Asla” dercesine başıyla Reşat Bey’i onayladı. Sonra hep beraber üst kata çıkıp bir süre daha sağdan soldan konuştular. Reşat Bey yaşadıkları olayları ısrarlara dayanamayıp özetle anlattı. Bu hususların çoğunu gazeteler yazmamıştı. Çekilen bütün bu acılar nedeniyle kendisini çıt çıkartmadan dinleyen odadaki herkesi büyük bir üzüntü sarmıştı. Çay üstüne çay içtiler. Sonra Avusturya imparatorunun verdiği görkemli madalyayı getirdiler. Bu kadar üzüntü içinde yine de sevindi. Zira bu ödülün mevcut madalya berat yazısına göre, o gün için sadece iki Türk zabitine verildiğini öğrenmişti. Çerçeve içindeki madalyaya hiç dokunmadı, ancak ailesine, esaretten henüz dönen ve memleketi neredeyse esaret altında olan bir zabitin bu madalyayı takmasının en azından şimdilik hoş olmayacağını, bu nedenle hâlihazırdaki bu gümüş çerçevedeki yerinin uygun olduğunu, eski yerinde muhafaza edilmesinin uygun olacağını” söyledi. Daha önce herkes bunları mecburen takıyordu. Ama artık durum çok değişmişti.

    Mağlubiyet ve mütareke nedeniyle Alman ve Avusturya imparatorluk madalyalarının pek kıymeti kalmamıştı. Zaten bunları takmak, son mağlubiyetler nedeniyle pek de hoş karşılanmıyordu. “Yabancı ülkelerden madalya alma hayranlığı” olup yaşamları boyunca bunun peşinde koşanların gayretleri artık tamamen boşa çıkmış gözüküyordu…
    Tümünü Göster
    ···
   tümünü göster