-
26.
+3Limana indikten sonra uzun ve sıkıcı gecelerde sıcaklığı ve güveniyle beni koruyup kollayan, yeri geldiğinde sarılıp sarmalayan kaptanı , hatta babamı bırakıyordum geride. Tam manasıyla babam gibi görüyordum onu. Ah kaptan. Keşke babam olabilseydin. Ne kadar şanslı bir kadın olurdum o zaman ben. Ve ne kadar mutlu olabilirdim. Birlikte sığ denizlere yönelseydik seninle. Aylarca gitseydik engin maviliğe doğru. Nereye gittiğimizi bilmeseydim ben. Sadece senin güvenli kollarına bıraksaydım saçlarımı. Telleri yorulmuş saçlarımı okşasaydın sen baba şefkatiyle göğsünün üzerinde. Ah kaptan. Keşke babam olsaydın benim.Tümünü Göster
Bütün bir hüzne rağmen göğsümü kabartıp şehre doğru yürümeye başlamıştım. Tam bir kıyı kenti gibi görünüyordu burası. Kaptan tarihi bir yapısı olduğundan bahsetmişti. Çok dikkatli ve ürkektim. Uzun zaman sonra karaya ayak bastığım için garip hissediyordum. Ve aklımdaki tek düşünce akşam kalabileceğim bir yer bulabilmekti. Şehrin çarşısına çıktığını düşündüğüm, sağında ve solunda dükkanlar pasajlar olan bir caddeden içeriye girdim. Dar bir geçit gibi uzanıyordu burası. Neredeyse her yerde Türk motiflerini ve bayraklarını görmesem kendimi Torino’daki o pis apartmandan dışarı çıkıp mahallemde topuklularımla işe gidiyor sanacaktım. Evet hatta tamda şu köşe başındaki Fransız lokantasının önünde sayıklayan ihtiyar ayyaş Matteo amca’yı görecektim sanki. Şehir yeni yeni uyanıyordu . Dükkanların kepenklerini yeni kaldırıyorlardı esnaflar. Kendi aralarında şakalaşıp söylenerek dükkanlarını açıyor , bazı yakın esnaflar kapının önüne attıkları taburelerle kahvaltılarını yapmak üzere hazırlanıyorlardı. Buraya çok yabancıydım. Anlaşabilecek kadar türk dili öğretmişti bana kaptan. istediğimi anlatabilir yada istediklerini öğrenebilirdim. Ama çok yabancıydım. Onlardan birisi olmadığım çok belliydi. Özgün bir yapıları vardı. Biraz daha içeriye girdiğim zaman genişçe bir meydan gördüm. Ve eski yunan antik kentlerinden kalma bir dikili taşa benzer yapı. Üzerine konuşlandırılmış bir saat. ilk bakışta bir inanışa hizmet eden ve müritlerin gelip tapındığı bir totem gibi gördüğüm bu şeyin daha sonraları bir saat kulesi olduğunu farkettim. Motiflerle süslenmiş güzel bir işçiliğe sahipti. Meydanda etrafımda dönüp dükkanları inceledim. Özgürlüğümün temellerini yakalayacağım bu şehirde yapacaklarım için ilk hayallerimi kurmaya başlamıştım. Özgürlüğüm için gerçekten yeterince bedel ödediğimi düşünüyordum. O lanet apartman dairesinde o saçma kadın ve küçük şeytanlarına , kılıbık kocasıyla kavgalarına , karşı apartmandaki sapık sakata , lokantadaki tacizci patrona, lui’nin mekanına ve o lanet olası ciks gecelerine. Babamın tecavüzüyle başlayan bedel ödeme günlerimin nihayet sonlandığını düşünüyordum. Artık burada özgürce yaşayacak ve tamamen özgürlüğün keyfini çıkaracaktım.
Bir dükkandan içeriye girip karnımı tıka basa doyurmak istiyordum. Bir küçük büfeden bozma kafeye attım kendimi. Zaten üstüm başım hep denizci kıyafetiydi. Hoş bunları giymiyor olsam lui’nin mekanında giydiğim geyşa kıyafetlerini giyiyor olacaktım. Masadaki menüyü alıp incelemeye başladım. Türkçe anlaşabiliyordum biraz. Fakat Türkçe okumayı bilmiyordum. Koyulan fotoğraflardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum ama. Olacak gibi değildi. Garsonu çağırdım. Artık garson değil müşteriydim. inanın masanın başında elinizde adisyonla bekleyen olmakla , masada oturup sipariş veren olmanın ne manalara geldiğini bir masanın başında söylenenleri not ettiğinizde anlayabilirsiniz. Garson geldi ve yarım yamalak Türkçem ile konuşmaya başladım.
başlık yok! burası bom boş!