/i/Siyaset

Saygı Çerçevesinde Özgür Siyaset Platformu
  1. 1.
    +1 -3
    Selam.

    izninizle biraz içimde biriktirdiklerimi kusucam. Ya da yemişim izninizi.

    Eğer şu anlatacaklarımı okursan ve bana biraz olsun hak verebiliyorsan, sahiden yalnız olmadığımı hissettireceksin bana.

    Birazdan anlatacağım ufak anımda, zerre kadar bir abartmaya kaçarsam da Allah benim belamı versin. Eksiği olacak, fazlası olmayacak.

    Ben bu ülkede sömürge zihniyetli bir üniversitede okudum, oradan mezun oldum. Ciğeri beş para etmez hocaların, sırf Fransız oldukları için nasıl el üstünde tutulduklarına, nasıl bin bir türlü kapris yaptıklarına ve adeta nasıl üst insan modeliymiş gibi davranıp, o şekilde muamele gördüklerine şahit olduğum her geçen gün daha da nefret ettim okulumdan. Sadece okuldan değil, tüm bu manzaraya rağmen o okulu sahiplenen ve o çok müthiş Fransız kültürüne hayranlık besleyen kimi arkadaşlarımdan da içten içe nefret ettim. Güzel arkadaşlarım olduysa da, hiçbir zaman, hiçbir aidiyet hissedemedim oraya. Belki de üniversiteye kadarki eğitim hayatı zibilyon tane derece almakla geçen, dershanelerin deneme sınavlarında ilk 3'e falan girip burs kazanarak hayatı boyunca ailesine tek bir kez bile dershane parası ödetmeyen şahsımın, o okulda hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olmayışının ve bunun için hiçbir çaba sarf etme gereği duymayışının yegane sebebi de buydu. Artık bir şeylerin içinin boş olduğunu fark etmeye başlamıştım ufaktan.

    isim vermeyeceğim, bizim bölümde işinin hakkını veren Türk bir hoca vardı. Koca fakültede kendini geliştiren, sürekli yeni makaleleri takip eden, anlattığı o artık geçerliliğini yitirmiş iktisadi teorilerin ne kadar saçma olduklarının farkında olup da öğrencilerine güncel bilgiler vermeye çalışan ender hocalardandı. Sosyal bilimler böyledir, genel geçer kurallara varman zordur, koca iktisatçı Keynes'in bile bu kadar nam salmasının sebebi, çoğu fikrinin takribi 40 sene ayakta kalabilmiş olmasıdır. Her neyse, bizim hocadan bahsediyordum. Bu adamın ne derece zeki olduğunu fark etmen için tek bir dersine girmen yeterliydi, herif ders anlatırken upuzun diferansiyel denklemi namaz kılan babaanne edasıyla 3 saniye "mırmırmır" diye söylenip zihninden çözüveriyordu. Genç denilebilecek bir yaşta olmasına rağmen ne kadar birikimli olduğunu anlaman için de tek bir dersine girmen yeterliydi. Sorulan her soruya vereceği mantıklı bir cevabı muhakkak vardı. Koca okul hayatımda girmek istediğim tek dersler onunkilerdi.

    Yine isim vermeyeceğim, bir de nasıl olduysa profesör ünvanı almış gibindirik bir Fransız hocamız vardı. Ekonomi bölümünde türev almayı bilmeyen profesör olur mu? Oluyormuş işte, bunu gösterdi bana bu herif. Neyse, sırf yoklama alıyor diye mecburen gittiğim derslerin birinde, neredeyse durduk yere diyebileceğim bir sebepten ötürü papaz olmuştuk bununla. Artık herife pis bir enerji mi yayıyordum, hayvansal içgüdüleriyle bir şeyler mi hissetti nedir, anlamadım. Hatta eşek kadar halimle "niye kalemin kağıdın yok?" diye saçma sapan bir bahane bulup dersten bile atmıştı beni. Hayatımda çalışmadığım dersi, bu muallak evladının vizesi için çalıştım. ismim Ayşe, Mehmet olsa en azından bir 80 vereceği kağıda, gibinin keyfine göre 30 küsürlü bir not vermişti. O "hoca bana taktı" olayı gerçek yani ehehe, bildiğin mimledi herif beni. Ve bu muallak evladının, sanki dersinde çok önemli şeyler anlatıyormuş gibi, son senede tek dersten öğrenciyi bırakma huyu vardı, bunun yüzünden kaç arkadaşımın okulu uzamıştı. Final vakti geldi, kara kara düşünüyorum. Bu herif bırakacak beni, ne yapsam diyorum. Sonra baktım bu herif bir kitap yazmış, hah dedim. 300 sayfalık, eğitim ekonomisi hakkında bir kitap. Kitabı hızlıca bir taradım. Tunus, Cezayir, Fas gibi eski Fransız sömürgesi ülkelerin verilerini toplamış, bir şeyler anlatıyor. Sonuç bölümüne geldim, kitabın sonuç bölümü şuna bağlanıyordu: "Kalkınmak için devletin eğitime yatırım yapması gereklidir". Ulan be beyin nöronlarını gibtiğimin salağı, bu vardığın sonucu 250 sene önce Adam Smith demişti, bu vardığın sonucu 250 sene önce Adam Smith söylediğinde bir kıymeti harbiyesi vardı. Herif 300 sayfa boyunca, bin bir tane dipnot da vererek adeta eski bilgilerin üzerinden karbon kağıdıyla geçerek Amerika'yı yeniden keşfetmiş. hamallık etmiş. Lan dedim içimden, böyle saçma sapan bir kitabı dünyada ancak 20 kişi okumuştur. Yarısı buna profesör ünvanı veren kuruldur, yarısı da "oku la ehe mehe" diye emrivaki yaptığı arkadaşlarıdır. Bu hıyarın kitabının sonuç bölümünü bildiğin ezberledim, finalde de aslan payını oluşturan bölümü eğitim ekonomisi hakkında sordu (başka hakim olduğu bir konu olup olmadığından şüpheliyim). Finalde, bu herifin kitabındaki sonuç bölümünü biraz farklı kelimeler kullanarak, yani gavurun deyimiyle "paraphrase" ederek döşedim. BA gibi bir notla geçirdi beni. Artık vizesi 30 olan öğrenciyi nasıl o not ile geçirdi orasını anlamadım, 100 üzerinden 150 vermesi falan gerekiyordu zira. Artık birileri tarafından "giblenmiş olma"nın keyfine nasıl vardıysa "vay be, kitabımı okumuş ehehe" diye coşmuş amcam.

    Neyse, bir gün bizim okulda bir konferans verdi bu adam. Dinleyen yaklaşık 50 kişi var, çoğunluğu da zoraki olarak biz öğrencileri. Baktım, en önde de şu az evvel anlattığım, işinin hakkını veren Türk hoca var. Bizim bu aslan parçası, adeta not tutmak için en öne oturmuş çalışkan bir öğrenci edasıyla kocaman bir defter açmış, elinde kalemi, notlar almak için konferansın başlamasını bekliyor. Zaten o manzarayı görünce bir kahroldum, içimden "ulan normal koşullarda senin ona konferans vermen lazım" diye hayıflandım. Konferans bitti, yerimden kalktım, bizim Türk hocanın defterine baktım. Bomboştu. Neden biliyor musun? Çünkü adam 2 saat konuşup hiçbir şey anlatmamayı başarmıştı. Hatta yarım saat boyunca Kamboçya'da çektiği derme çatma bir okul fotoğrafını gösterip, sıradan bir insanın bile yapabileceği kahve muhabbeti yaptı.

    O okulda geçirdiğim her gün, benim yabancı düşmanlığım da, Atatürk'e olan sevgim de gayri ihtiyari olarak arttı. Yabancı düşmanlığı derken yanlış anlaşılmasın, sırf Batılı olduğu için ülkemde istediği gibi at koşturan insanlardan bahsediyorum. Deniz Gezmiş'in idam sehpasına çıkarılmak üzere girdiği hapisteyken babasına yazdığı bir mektupta dediği gibi, "Küçüklüğümden beri yabancılardan nefret ettim... Bu toprakları yabancılara bırakmayacağız" minvalinde bir yabancı düşmanlığı.

    Tamam zaten ekonomik olarak küresel şirketlerin ve bankaların elindeyiz, bağımsızlıktan bahsetmek mümkün bile değil, bunların farkındaydım. Ama bazı şeyleri gözle görmek, birebir tecrübe etmek bir başka tesir ediyor insan üzerinde. "Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının 'Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın' diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla göz yaşında, Türklük şuuruna erdim." diyen genç Mustafa Kemal o gün neler hissettiyse, aynılarını hissediyordum o okulda geçirdiğim her gün. Lan dedim içimden, bu adam boş yere milliyetçi ve devletçi olmamış.

    Ben milliyetçiliği, sonunda ölüm olan ve ertesinde Allah'ın huzurunda sorguya çekileceğimiz bu dünyada bir varoluş gayesi olarak da, hayat amacı olarak da görmüyorum. Sadece etnik milliyetçiliğe varmamak koşuluyla, bu dünyada var olmamız için gerekli ve şart bir araç olarak görüyorum. Bireyci bir insan olsam da, "ben" olabilmem için, bir "biz"in varlığına ihtiyaç duyuyorum.

    Kurtlar bile sürüyle dolaşır. Alfa çift için en önemli şey, sürüsünün hayatta kalmasıdır ki kendileri de hayatta kalabilsinler.

    Geçen sene, şu kıyıya cansız bedeni vuran Aylan Bebek olayı patlak vermişti hatırlarsınız. Onun üstüne de tüm Avrupa ayağa kalkmıştı. "Suriyeliler yalnız değil ehiri ehen" diye çeşitli sempatik ifadelerle mülteci almak istediklerini, gerek internet'e yükledikleri bireysel video'larla, gerek gazetelerinde bas bas bağırır olmuşlardı. Lan dedim, iyi de yıllardır açıkta zaten bu Suriyeliler, hayırdır, hangi dağda kurt öldü? Demek böyle sükseli bir haber lazımmış insanların dikkatini çekmek için, diye düşündüm. O vakit bu haberleri görünce, biraz da olsa insanlığa olan güvenim canlanmıştı. Güvene nasıl açsam artık... Hele hele Almanya'da, iskandinav ülkelerinde çiçeklerle karşılanan, o hoş melodili ve acıklı müzikli mülteci video'ları "helal lan" dedirtmişti bana da.

    Dış basını sık takip ederim ben. Derken Aylan Bebek olayının üzerinden birkaç ay geçti, ufak ufak homurdanmaları duyulur oldu beyefendilerin. Mültecilerin sıkıntı yarattıklarından dem vurur oldular. Birkaç ay daha geçti, artık bu sefer alenen Avrupa'daki mültecilerin bir sorun olduğunu bas bas bağırır hale geldiler.

    Davulun sesi uzaktan hoş geliyor tabi, dıbına koduklarım sizi.

    Derken geçen sabah hep beraber öğrendik ki, Avrupa Birliği bu mültecileri Türkiye'ye kakalama konusunda ikna etmiş bizimkileri.

    Yani çiçeklerle karşıladıkları garibanları, "gibtirin gidin" diye kovuyorlar.

    Şovlarını yaptılar, reklamlarını yaptılar, tüm dünyaya insanlık dersi verdiler ve 3-5 ay sonra da gibtiri çektiler. Tıpkı o UNESCO'larla, UNICEF'lerle yaptıkları göstermelik iyilik seansları gibi.
    ···
   tümünü göster